Temel misyonu işçi hareketini devletin denetiminde tutmak olan ve bir şekilde devlet eliyle kurulmuş olan Türk-İş’in sendikal çerçevesi 60’ların ortasında iyice gelişmeye başlayan işçi hareketini artık içinde tutamaz olmuştu. İşçi hareketine reva görülen çerçeveyi zorlayan mücadeleci sendikaların Türk-İş’ten ihraç edilmesiyle birlikte yeni bir örgütlenme hızla hayata geçmişti.
1967’de kurulan DİSK mücadeleci çizgisiyle kısa sürede sendikal bir çekim merkezi haline geldi. Kapitalist üretimin 2. Dünya Savaşı sonrası keskinleşen çelişkilerinin bir tür dışa vurumu olarak nitelendirilebilecek, dünya çapında yükselen ve 1968 yılı ile simgeleşen özgürleşme hareketleri, Türkiye toplumunu da etkiliyordu. Fabrika işgalleri, boykotlar, fiili grevler gibi işçi eylemleri yükseliyordu. İçinde güçlü bir devrimci öz taşıyan bu “kendiliğinden” eylemler sınıf hareketinin gittikçe politikleşmesini de beraberinde getirdi.
Biriken işçi mücadeleleri gittikçe işçi sınıfının siyasallaşmasının önünü açarken, TİP gibi politik örgütlenmeler hayata geçiyor, öğrenci gençlik içindeki hareketlilik bir birikim yaratıyordu. Devlet açısından yükselen işçi hareketini simgeleyen DİSK artık açık bir tehditti. Sendikal yasaları değiştirerek DİSK’i tasfiye edecek bir yasa tasarısını hayata geçirmek isteyenlerin işleri planlandığı gibi gitmedi. Derinlerde biriken mücadele pratiği ve bilinci işçi sınıfına yasanın gerçekte ne anlama geldiğini öğretmişti. İşte bu yüzden sadece DİSK’li işçiler değil sanayi üretiminin olduğu her yerdeki Türk-İş’li ya da örgütsüz 150 bini aşkın işçi üretimi durdurarak eyleme geçmişti. Farklı politikleşme düzeylerindeki on binlerce işçinin görkemli kalkışması karşısında
burjuvazinin gösterdiği korku tarihe geçti. Ayaklanma sendikal önderliğin hazır olmaması, komünist örgütlenmenin yetersizliği gibi nedenlerle, DİSK’in kapatılmasını engelleyerek ama daha ilerisine gidemeden sona erdi; ancak işçi sınıfı tarihine aşılması gereken bir eşik ve dersler çıkarılması gereken bir isyan pratiği olarak kazındı.
15-16 Haziran, işçi sınıfının nasıl yıkıcı ve dönüştürücü bir güce sahip olduğunu bir kez de Türkiye’de göstermişti. Teorik “devrim stratejisi” tartışmalarında bir dev gibi yükselmiş ve Türkiye’de işçi sınıfının varlığını dosta düşmana göstermişti. İşçi sınıfının toplumu hareketlendirme gücünü daha sonraki tarihsel eşiklerde de defalarca gördük. DGM kampanyaları, MESS grevleri, 89 Bahar eylemleri, yakın zamandaki Tekel işçilerinin direnişi gibi işçilerin kendileri için sınıf olabildiği her süreçte tüm toplumda sarsıcı etkiler yarattığına şahit olduk. İşçi sınıfının “kendiliğinden” isyan anlarında önüne set olmayacak, tersine onu daha da ileriye taşıyacak örgütlenmelerin temellerini bugünden atmak komünistlerin önündeki en büyük sorumluluk olarak duruyor.