Marksist tiyatro kuramcısı Bertolt Brecht, 65 yıl önce dünyaya veda etti: “Brecht, geleneksel tiyatronun “ne” sorusu etrafında yarattığı “katharsis”e karşı oyunun merkezine “nasıl ve ne zaman” sorusunu koydu. Amacı, seyircinin tiyatrodan arınarak çıkmasını engellemekti.”
20’nci yüzyılın en etkili şair, oyun yazarı ve tiyatro yönetmenleri sayıldığında Brecht’in ismi hiç kuşkusuz en başlarda yer alacaktır.
Proletaryanın kurtuluş mücadelesinde saf tutan bir Marksist, devrimci bir şair, oyun yazarı ve tiyatro kuramcısı olan Bertolt Brecht, ardında büyük bir miras bıraktığı dünyaya 14 Ağustos 1956’da, 58 yaşındayken veda etti.
Brecht’in ölümü üzerine Alman Demokratik Cumhuriyeti tarafından anma törenine çağrılan Erwin Piscator, Brecht’i not ettiği şu sözlerle anlatacaktı:
“…Her şeye karşın daha büyük olan oydu. Sanatı yoluyla bölünme sırasında Almanya’yı temsil edebilen tek adamdı. Bütün sınırların ötesinde etkin oldu. Oyunları batıda da oynanıyor. İnsan ona yalnızca hayran olabilir.”
Geleneksel dram-tiyatro geleneğinin felsefi köklerine inerek onu parçalamaya başlayan Brecht, hayatının merkezine koyduğu diyalektik yöntem ile geleneksel dramın idealist ve metafizik kökenlerini açığa çıkarır.
Diyalektik tiyatro olarak da adlandırılabilecek olan Epik tiyatro kuramını geliştiren Brecht, Marx’ın Onbirinci Tezi’ni rehber edinerek tiyatroyu bir düşünme biçimi değil, değiştirme eylemi olarak ele aldı.
30’un üstünde tiyatro oyunu, 30 üstünde didaktik oyun, 1300’ün üstünde şiir ve şarkı, 3 roman, 150’den fazla nesir, çok sayıda makale ve hikayeyi ardında bırakan Brecht’in hayatı emperyalist paylaşım savaşları ve Nazi Almanyası’na karşı mücadelede sürgünlerle geçti.
Brecht, tiyatro kuramını geliştirdiği sürgün yıllarında epik tiyatroyu esasında faşizmin dünya çapında yükseldiği bir dönemde, estetik kaygıları bir kenara bırakarak politik bir tiyatronun hayata geçirilmesi olarak ele aldı. Amacı, bir taraftan diyalektiği merkeze alan Marksist bir kuram geliştirmek diğer taraftan Naziler’in toplum üzerinde propaganda ve ajitasyonunun zayıflatılmasıydı. Bu dönemde 27 adet tek perdelik oyun yazan Brecht, bu oyunlarını salonlarla sınırlandırmadı. Fabrikalarda işçilere, tarlalarda köylülere, okullarda öğrencilere sergileyebilmek amacıyla kaleme alınan oyunlar, “uzman tiyatrocular” tarafından değil deneyimsiz insanlar tarafından oynanıyordu.
Brecht, geleneksel tiyatronun “ne” sorusu etrafında yarattığı “katharsis”e karşı oyunun merkezine “nasıl ve ne zaman” sorusunu koydu. Amacı, seyircinin tiyatrodan arınarak çıkmasını engellemekti. Merkezsiz bir oyunu tercih etti. Brecht’in tiyatrosunun merkezinde bir karakter veya ideoloji yoktu. Bu durum, seyircinin kendisini merkezdeki karakterle özdeşleştirmesine ve onun ideolojisini benimsemesine bir itiraz taşıyordu.
Geleneksel tiyatroyu acımasız biçimde eleştiren Brecht, diyalektik yöntemi kullanarak bu tiyatronun felsefi kökenlerine indi ve açığa çıkardı.
Brecht’e göre geleneksel tiyatronun kökleri Aristoteles’in felsefesine uzanmaktaydı. Aristoteles’in dünyayı evrenin merkezine koyan görüşleri, geleneksel tiyatroya da sirayet etmiş ve karakter ile ideoloji merkeze konulmuştu. Merkezdeki karakter, egemen ideolojinin temsilcisi olarak seyircide “katharsis” yaratıyordu. Bu durum sadece tiyatroda değil, aynı zamanda bütün sanata egemen olmuştu.
Doğrudan Marksist bir tiyatro diyebileceğimiz Brecht tiyatrosu, esas olarak bu anlayışın inkarı üzerine kurulmuştu. Bu inkar, Marx’ın Hegel felsefesine yönelik inkarının estetikteki karşılığıydı. Dolayısıyla Brecht, Marx’ın felsefede ve ekonomi-politikte yaptığını sanatta yapmıştır denilebilir. Temel tartışmayı idelizm-materyalizm tartışması olarak gören Brecht, geleneksel tiyatroyla birlikte aslında Hegelci idealizme karşı savaş açıyordu. Her türlü değişimin temelinde “tin” olduğunu ifade eden Hegel’e göre bu değişim tin ile doğa arasındaki uzlaşmaz çatışmada yatıyordu. Marx ise bu anlayışı tüm felsefi kökleriyle birlikte yıkmış ve gerçeğin tam tersi, insan zihninin maddi dünyayı yansıttığını ortaya koymuştu. Brecht, kendi tiyatro kuramını Marx’ın ayak izlerini takip ederek oluşturmuştu..
Brecht, kapitalist toplumda sanatın ve sanatçının “tarafsız” olamayacağının farkındaydı. O, sanat kuramını “taraf” olarak, burjuvazinin karşısında işçi sınıfının ve ezilenlerin tarafında yer alarak oluşturmuştu. Konusu insan olan sanat, elbette onu yansıtmalıydı. Burjuvazinin yabancılaştırma ve gerçeklikten koparma çabasına karşı, gerçekleri halkın karşısına en çıplak haliyle koymak niyetindeydi.
Sanatta tarafsızlığın taraf olmak anlamına geldiğini ifade eden Brecht, “Tiyatro için Küçük Organon” eserinde şunları söylüyordu:
“Kimse kendisini insanların üzerinde göremeyeceğinden, birbiriyle savaşmakta olan sınıfların üzerinde de göremez. Toplum savaşan sınıflara bölünmüş kaldıkça, ortak bir sözcüye sahip olamaz. Bu durumda sanat için tarafsızlık, yalnızca egemen taraftan yana olmak anlamını taşıyacaktır.”
Brecht’e göre tiyatro, kendisini gerçeğin apaçık biçimde ortaya konulmasına ve bizzat kapitalizmin değişmesine adanmalıydı. Emekçiler için kapılarını sonuna kadar açması gereken tiyatro, halkın yaşamına gözlerini kapayamazdı. Tiyatronun amacı, kitlelerin büyük sorunlarını akıcı ve yararlı biçimde ele almak olmalıydı.
Yine aynı eserinde, tiyatronun ele alması gerekenleri şöyle açıklıyordu:
“Bizim gereksindiğimiz tiyatro, belli olayların gerçekleştiği ve insan ilişkilerinden oluşma, belli tarihsel bir alanın izin verdiği duyguları, bakış açılarını ve itkilerini sunmakla yetinmeyip, alanın değişime uğratılmasında rol oynayan düşüncelerle duyuları kullanan ve üreten tiyatrodur.”
Brecht tiyatrosunda Ekim Devrimi’nin de etkisi çok büyük olmuştu. Tiyatronun devrimdeki rolünü gören, iç savaş yıllarında dahi cephelerde ve köylerde işçi kitlelerinin nasıl tiyatrolara akın ettiğini gören Brecht için bu “dünyayı değiştirme eyleminin” tiyatrodaki karşılığının bir kanıtıydı. Devrim bütün sanat dünyasını kökten etkilemiş, sanatçıların bilinçlerinde sıçramalar gerçekleştirmişti. Brecht aynı zamanda devrimin bu özelliğini de kuramının arkasında bir yığınak haline getirmişti.
Brecht’e göre tiyatro tüm toplumsal ilişkilerin görünür duruma geldiği bir yer olmalıydı. Tiyatro insana bulunduğu koşulları hatırlatmakla kalmamalı, onu değiştirebileceğini de göstermeliydi. Brecht, bunu tarihselleştirme olarak ele alıyordu. Toplumdaki tüm çelişki ve problemlerin kaynağını ortaya koymakla birlikte, bu çelişkilerin ortaya çıkmasına sebep olan tarihsel gerçekliği de beraberinde gösteriyor, izleyenlere değiştirme eylemini anlatıyordu.
Brecht için tiyatro, aynı zamanda eğlendirmeliydi. Daha doğrusu, eğlendirirken öğretmeliydi. O, sanat ve öğrenmenin birbirinden ayrılamayacağına inanıyordu.
Brecht, sanat kuramını geliştirirken, sosyalizmin aktüel problemleriylede ilgileniyordu. Sovyetler Birliği’nde yaşananların Marx ve Lenin’in düşünceleriyle bağdaşmadığına, bir tür bürokrasinin geliştiğine yönelik fikirler öne süren Brecht, Finlandiya’nın işgaline de karşı çıkıyordu. Moskova Mahkemelerini eleştiren Brecht, sosyalizmin tek bir ülkeye sıkıştırılamayacağını da ifade ediyordu. Günlüklerinde, SSCB’nin Finlandiya, Polonya ve Ukrayna’ya yönelik politikalarının sosyalizmin yararı olarak açıklanmasına karşı çıkıyor ve oportünizm olarak nitelendiriyordu.
Sanatla ve aktüel politikayla çok yakından ilgilenen Brecht, eski güzel günlere yönelik öykünmeye karşı işe yeni kötü günlerle başlanması ve bu kötü günlerin değiştirilmesine odaklanılması gerektiğini ifade ediyordu.
Epik tiyatronun, “gestus”un, tarihselleştirmenin, yabancılaştırma etkisinin ve birçok kuramın öncüsü ve yaratıcısı olan Brecht, hayatı boyunca Marksizm-Leninizm’i rehber edindi ve sahici bir sosyalizmin hayata geçirilmesi için mücadele etti. Faşizme karşı oyunlar yazdı, halka gerçekleri anlatmaya çalıştı. O, tereddütsüz bir komünist olarak sınıf mücadelesini sanatta yürüttü.
Bugün gerçekliği bulanıklaştıran, onu söyleme indirgeyen, “proletaryanın ve sınıf savaşının bittiğini”, tarihin sona erdiğini vaaz veren postmodern kapitalist saldırıya ve tüm dünyada yükselen faşizme karşı Brecht, Brecht tiyatrosu ve Brecht’in mücadelesi bize Onbirinci Tezi yeniden hatırlatıyor.
Brecht, “sınıfsız bir dünya” için bizi mücadeleye çağırıyor!