Temel Karataş yazdı: Ben bu manşeti tanıyorum
Meşhur 90’lardı. Hem okullu hem gazeteciydim. Ancak olmuyordu, bu işi başaramıyordum, başaramıyorduk. Olamıyorduk. Tanımadığımız, adını bile duymadığımız birileri yanımızdan hızla geçip, birkaç gün sonra bize yukarıdan meşhur haberciler olarak el sallıyordu. Yaptıkları haberler gerçekten zorlu işlerdi. Bu istihbarat kaynağına bu kadar kısa sürede nasıl sahip oluyorlardı? Epey derinlerden alınan bu haber istihbaratları olağan mıydı? Neden onlar seçiliyordu? Bilmiyordum, bilemiyorduk. Gerekçesiz işten atılıyor, uzun süre işsiz kalıyorduk. Sonra bulduğumuz işler bir öncekini aratıyor, anlamsız bir serüvenin içinde buluyorduk kendimizi. Yıllar sonra bu isimlerin kimini başında haham takkesiyle, kimini de siyasi skandallarda TV’lerden izledik. Çoktan pes etmiş gazeteciler olarak, kimimiz yayınevinde editör kimimiz bankada kart pazarlayıcısı olarak izledik, anladık.
Çoğul konuştuğuma bakmayın. Bir avuç kadardık. Manşetlere, haberlere şaşkınlıkla bakıyor, gerçekte olanla sayfada olanın taban tabana zıtlığına şaşkınlıkla bakıyorduk. Yılmaz Odabaşı’nın Eylül Defterleri’ndeki anılarını bizzat izliyorduk. Muhabirin yazdığı haberler sayfada tam tersine dönüyor, yazarını utandırıyordu. Özellikle Doğu ve Güneydoğu illerindeki bölge temsilcileri sıkıntıdaydı. Merkeze geçtiği haber tanınmayacak halde, çarpıtılarak sayfaya konuyor, haberin sahibi ufacık şehirde en az birkaç gün insan içine çıkamayacak hale geliyordu.
Balık baştan kokmuştu
Olağan aklın almayacağı bir döngüde işliyordu plaza gazeteciliği. Gazetecilik hevesiyle bu kuruluşlarda çalışan okullu-alaylı büyük bir kesim olan biteni görmüyor, görse de umursamıyordu. Onlar mesleğin cazibesine kapılmış, bir gün bakanla bir gün başbakanla kahvaltılı toplantılarda olmadıkları kişiler gibi yaşıyor, bizim meslek hastalığı dediğimiz auraya kendilerini teslim ediveriyorlardı. Yaptıklarının, yazdıklarının farkında değillerdi, ki zaten yazdıkları da yaptıkları da kimsenin umurunda değildi. Birinin başında kendini devletin istediğini yapmaya adayan, bir diğerinde görmediği bir vakayı yetmiş milyona görmüş gibi anlatan vardı… Gazete yönetiyor, özgür basın türküsünü ağızlarından düşürmüyorlardı. Faili meçhuller, siyasi cinayetler, Kürt illerinde savaş olanca hızıyla sürerken, haber bültenleri yurt haberlerinde başbakan demeçlerini, dış haberlerde de maymunların ve koalaların doğumlarını duyuruyordu.
2000’li yılların başı iktidarın değişimiyle yeni bir düzeni beraberinde getirdi. Bu düzen, 90’larda meslekte istikrar gösterenlerin bir anlamda ödüllerini aldıklarını dönem oldu. Hiç talep etmedikleri, çoğunun aklına bile getirmedikleri sosyal haklar, mesai ücretleri gibi olumlu sayılabilecek gelişmeler yaşandı basında. Gerçi kimsenin maaş için çalıştığı yoktu ama, yapılan iyileştirmeler de fena sayılmazdı. Evet, gerçekten de basın başta olmak üzere medya sektöründe maişet için çalışanların sayısı yüzde 30’u anca buluyordu. Hobi mesleğiydi. Zengin mesleğiydi. Bir dergide editörlük yaparken adres soran stajyere yürüme yolunu tarif ederken “orası ters şerit ama” dediğinde önce idrak edemedim, sonra anladım otomobiliyle geldiğini. On yıldır bu işi yapıyordum, bir otomobil almayı hayal dahi edemezdim, ama stajyerlerimden üçü otomobilleriyle gelip gidiyorlardı. Üstelik okudukları alan da gazetecilikle ilgili değildi. Televole’ler birçok gence mesleği sevdirmişti!
Devir yine döndü
Ergenekon süreci devrin döndüğü dönem oldu. Saçına günde iki kez ünlü kuaförlerde fön çektirmeye ve pahalı sigaralar içmeye bütçe ayırabilen, Nişantaşı’ndan başka bir yerde oturmayı avamlık sayan (o vakit Cihangir pek moda değildi) çıtı pıtı ablalar ve ünlü dünyasından sevgili edinme yarışına giren yakışıklı abilerin bir kısmı, yerlerini başka bir “sınıfa” terk etmek zorunda kaldılar. Bambaşka bir dönem başladı. İktidarla ilişkili, destekçi ya da bizzat iktidar sermayeli kanallar, gazeteler pıtrak gibi çoğaldı. Cemaat-AKP ayrımının yapılmadığı o saadet döneminde operasyon gazeteciliği başka bir şekille yeniden coştu.
Eski dönemin ayıklananları da kendilerine küçük kanallar, internet gazeteleri kurmaya, kuramayanlar da bu alanlarda yazıp çizmeye başladılar. Ancak seslerini yalnızca kendileri duyabiliyordu. Zaten bunların bir kısmı da “Türkiye’nin bağırsak temizliği” operasyonu kapsamında balyoz yediler. Cezaevlerine atıldılar, iftiralara uğradılar. Aralarında çok sayıda “operatör” gazeteci de olmasına rağmen, kimilerinin uğradığı haksızlığa gösterilen tepkiden onlar da nemalandılar. Gazetecilik suç değildir, şiarıyla başlatılan kampanyalar suçlu gazetecileri de akladı. Oysa gazetecilik bal gibi suçtu bu ülkede. 90’ları bilenler, gazeteciliğin nasıl suça dönüştüğünü, gazeteci-polis, gazeteci-istihbaratçı ilişkilerini görebiliyordu. Nitekim bunlardan biri gözaltına alındığı karakolda devlet ajanı olduğunu itiraf ederek serbest kaldı! Küçük bir kısmı da yılmayarak demokrasi ve laiklik mücadelesine devam ettiler! Bu kesimin önünde, yaptığı haberlerle göze batan cesur bir gazeteci vardı. İzinden giderek ondan iş öğrenen bir kesim daha sonra yine ana akım medyada sahneye çıkacak, ortamı koklayıp nabza göre mühendisçe şerbet verecek ancak hocaları bir daha bu kanal ve gazetelerde görünmeyecekti. Çünkü nabza şerbet gazetecilik değildi onun yaptığı ve öğrettiği. Çıraklar alacağını almış, okulu terk etmişlerdi.
Çok şey değişti, medya değişmedi
Türkiye bu… Bilen bilir. Devir yine döndü, bambaşka bir dönem geldi. Bu saadet medyasının cemaat kısmı malum nedenlerle tepelendi. Eskilerin bir kısmı yeniden kıymete bindi, sahipli olanlar ekran ve sayfalara geri döndü. Muhalefetleri hayli yumuşamış, kullanışlı hale gelmişti. Çok şey yazıyor hiçbir şey yazmıyorlardı. Çok şey anlatıyor, hiçbir şey anlatmıyorlardı. 90’ların gazeteciliği yine baş vermişti. Ve 15 Temmuz darbesi, ‘huylu huyundan vazgeçmez’i, hatta ‘can çıkar huy çıkmaz’ı bir kez daha doğruladı. Özgür basın, gözün gördüğünü bile çarpıtıyor, telaş ve paniğiyle derindeki kiri ele veriyordu. Bu kir de bir gün ortaya çıkacak. Birileri çıkıp “devlet istedi biz yaptık” diyecek, belgesellerde demeçler verecek, “o günlerin canlı şahidi” olarak son demlerinde bir kez daha meşhur olacak, aziz millete sırıtacaklar! Özgür basın türküsü söyleyecekler. Özgür basını gerçek gazetecilerin yaratabileceğini hiç bilemeyecekler. Gazeteciliğin olmadığı bir ülkede basının özgürlüğünden bahsetmenin abesliğinden hiç söz etmeyecekler. Oysa biz bu manşetleri iyi tanıyoruz, yarın da tanıyacağız… Çünkü gazeteci, kirli manşeti 20 yıl uzaktan bile tanır!
ÖZGEÇMİŞ
TEMEL KARATAŞ, 1977’de Elazığ’da doğdu. 1982’de İstanbul’la tanıştı. Vefa Lisesi’nden sonra İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. Üniversite yıllarında yazı işçiliğine başladı. Çeşitli gazete ve dergilerde çalıştı. İletişim ajansları ve yayıncılık şirketlerinde editörlük, yazarlık, iletişim danışmanlığı ve yöneticilik yaptı. Öyküleri, Varlık, Hece Öykü, E Kültür-Sanat-Edebiyat, Kül Öykü, Evrensel Kültür ve Ada gibi dergilerde yayınlanan Karataş, “Yol Ağrısı” (Varlık Yayınları, 2004) adlı ilk kitabıyla 2004 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü aldı. Yazarın ikinci öykü kitabı Ufka Bakan Gemiler (Babil Yayınları, İstanbul) Eylül 2008’de yayımlandı. Temel Karataş, üçüncü kitabı Poyrazın İşçileri (Granada Yayınları, 2012) ile Orhan Kemal Öykü Ödülü ikinciliğine değer bulundu. Ağrı Eşiği adlı son kitabı ise NotaBene’den yayınlandı.