SEÇTİKLERİMİZ – Gazete Duvar’dan İrfan Aktan’ın Umut-Sen Örgütlenme Koordinatörü Başaran Aksu ile yapmış olduğu röportaj. Başaran Aksu, iktidarın ekonomik krize karşı yaptığı tek hazırlığın emek güçlerini kontrol altına almak olduğunu söylüyor.
Türkiye’nin dört bir yanından küçük küçük işçi hareketlenmeleri görülüyor. Üçüncü havalimanı işçileri insani koşullarda çalışmak için kazan kaldırıyor. Bursa’dan İstanbul’a yürüyen Cargill işçileri, Gebze’de direnen Flormar işçileriyle buluşuyor. İflas eden şirketlerin kapı önüne konan işçilerinden çoğu artık ekmek götüremedikleri evlerinin yolunu tutuyor. Bu puslu atmosferde direnmeye yönelen işçiler ise karşılarında devletin zor aygıtlarını, iktidarın bütün adamlarını, patronların yerel işbirlikçilerini, dini cemaatleri ve nihayet kendi sendikalarını buluyor.
İşverenler kendilerini güvenceye almak için çeşitli mekanizmalara başvururken, işçilerin çalacak kapısı, kendilerini bir araya getirecek yapısı yok. Buna mukabil sol parti, örgüt ve hareketler de pek ortalıkta görünmüyor.
Bir arkadaşımızın tabiriyle Jack London’ın devrimci karakterleri gibi 20 yılı aşkın süredir memleketin dört bir yanındaki işçi örgütlenmesi faaliyetlerine kendisini adamış olan Umut-Sen Örgütlenme Koordinatörü Başaran Aksu’dan emeğin cephesinde olup bitenleri dinliyoruz.
Üçüncü havalimanı işçileri, patronlara karşı direnişe geçince iktidarın sert tepkisiyle, gözaltı ve tutuklamayla karşı karşıya kaldı. Artık işçiler patronlara tepki gösterince ilk tepkiyi iktidar gösteriyor. Patronlarla AKP iktidarı arasındaki ilişki nasıl yürüyor?
Kriz dönemlerinde patron-devlet ilişkisi daha fazla alenileşiyor ama bu ilişki aslında hep vardı. Biz sahada, işçiler cephesinden bakınca AKP ile tüm işveren kesimler arasında paydaşlık, ortaklık olduğunu, birlikte hareket ettiklerini zaten görüyorduk. TOBB, TÜSİAD gibi yapılarla iktidar arasında böyle bir paydaşlık var. Bu işbirliği iş yasalarının çıkartılmasına da yansıyor. Arabuluculuk Yasası, Kiralık İşçi Yasası, esnekleştirme, güvencesizleştirme, işçi davalarındaki zamanaşımı süresinin on yıldan beş yıla düşürülmesi ve aradaki beş yıllık farkın sermayeye aktarılması yakın zamanlı örnekler. AKP uygulamaları milliyetçi-muhafazakâr, yoksul kesimlerin düzen içinde tutulmasına yönelik bir işlev görürken, özellikle 2015 yılı itibariyle işler değişti. Nitekim Metal Fırtına dediğimiz, metal işçilerinin ayağa kalkmasından sonra AKP artık çok açık bir biçimde işveren lehine hareket etmeye başladı. Örneğin bu iktidar 5 bin Renault işçisinin DİSK’e bağlı Birleşik Metal İş Sendikası’ndan Türk Metal’e aktarılmasını, günlerce fabrikanın etrafını polisle kuşatarak sağladılar. Yine İzmit’te Posco-Assan’da Birleşik Metal İş çoğunluk sağlamasına rağmen polis, valilik, Çalışma Bakanlığı ve AKP hep beraber baskıyla yetkiyi vermediler ve burada Birleşik Metal’in kökünü kazmaya çalıştılar. Bu yaklaşım söylemlerine de yansıyor artık. Erdoğan daha önce işvereni öven birkaç söz söylerken, işçilerin hoşuna giden sözlerden de geri durmuyordu. Son iki-üç yıldır ise işçilere, onların kazanılmış haklarına saldıran ve bunu da açıkça ifade eden bir tutum izlediklerini söylemekten çekinmiyorlar.
Son yıllarda patronlar lehine ne tür yasal düzenlemeler yapıldı?
Öncelikle İş Kanunu’nda bir değişiklikle, asıl iş-yardımcı iş ayrımına giderek güvenlik, temizlik ve yemek hizmetlerinin taşeronlar üzerinden alınmasını sağladılar. Böylece işyerlerinin bölünmesi yasallaştırıldı. Ardından “asıl iş”te yüzde on taşeron hizmet verilmesini yasalaştıran Kiralık İşçi Yasası’nı çıkardılar. Bu yasa da AKP-MHP oylarıyla Meclis’ten geçti.
Bu düzenlemedeki maksat neydi?
Mafyöz örgütlenmelerin veya cemaatlere ait şirketlerin işyerlerinde konumlanmasını kolaylaştırarak emek gücününün denetimini sağlamak istiyorlar. Hem sendikaların hem de işyerlerinin etrafında yerel mafyöz ağalar var. Bunlar genelde organize sanayinin hakim olduğu havzalarda işçi simsarlığı yapıyor. Keza yerelde İslamcı cemaatler, ülkücü gruplar var. Bunlar işyerlerinde sendikalaşmayı engelleyip işçileri de aldıkları ücrete boyun eğmeye zorluyor. Bu ağalar üzerinden seyreltilmiş bir zorbalık uygulanıyor. Keza sarı sendika yapıları etrafında oluşturulmuş şirketler de taşeron hizmet görerek işçinin bu koşullara rıza göstermesini doğrudan veya dolaylı olarak sağlayan esas araçlar.
Arabuluculuk Yasası nasıl bir düzenlemeydi?
Bu çok kritik bir yasa. Çünkü TOBB bunu topluma müjde gibi sundu ve AKP’ye teşekkür etti. Hükümet bu düzenlemeyi şu söylemle pazarladı: “İş davaları yıllara yayılıyor ve kıdemini, ihbarını alamayan işçiler mağdur oluyor. Şimdi bu mağduriyeti arabuluculukla sonlandırıyoruz.” Buna göre işveren ve işten attığı kişi, mahkemenin atayacağı arabulucu üzerinden bir araya geliyor ve aralarında uzlaşma sağlanınca işçiye tazminatı ödeniyor. En azından yasa bu iddiayla pazarlandı.
Bu uygulama neden işçinin aleyhine olsun?
Çünkü pratikte iş öyle yürümüyor. İşçilerin büyük çoğunluğu az ücretle çalıştığı için borçlu ve nakit paraya hemen ihtiyaç duyuyor. O yüzden de üç-dört yılı bulan davaların sonucunu bekleyemeyip dava açma haklarından feragat ediyor, arabulucu üzerinden patronla uzlaşma yoluna gitmek zorunda kalıyorlar. Fakat arabuluculuk masasına giden işçinin 100 bin lira alacağı varsa, 10 bin lira alarak o masadan kalkıyor. Nitekim Bartın’daki madenciler, ortalama 100’er bin lira alacakları varken 15’er bin lirayla arabuluculuk masasından kalkmak zorunda kaldı. Aradaki 85 bin lira da patronun cebine indirilmiş oldu. Arabuluculuk Yasası’nın patron lehine bir tezgâh, soygun olduğu şimdiye kadarki tüm deneyimlerde tekrar tekrar ortaya çıktı. Keza eskiden on yıla yakın süre aynı yerde çalışan işçi, geriye dönük bütün mesai haklarını, ücret kesintilerini mahkeme yoluyla talep edebiliyordu. Yapılan yasal düzenlemeyle bu itirazın zaman aşımı süresi on yıldan beş yıla düşürüldü. 15 milyon SGK’lı olduğunu düşününce, milyonlarca işçinin beş yıllık birikimlerine, mesai alacaklarına devletin çöktüğünü ve bunu sermayeye aktardığını söyleyebiliriz. Yine işçilerin, kendi maaşlarından kesilerek oluşturulan İşsizlik Fonu’ndan yararlanabilmek için onlarca şartı yerine getirmesi gerekiyor. Belli bir prim sayısı ödemiş olmanız, son 120 gün kesintisiz sigortalı olmanız filan lazım.
Devletin krize karşı tek önlemi işçi örgütlenmesinin kontrolü
Devlet-patron işbirliği karşısında sendikalar nasıl bir pozisyon alıyor?
Devlet yasa, polis, zor aygıtıyla olduğu kadar sarı sendikalar üzerinden de emek piyasası rejimini, emeğin denetimini sağlamaya çalışıyor. HDP’nin el konan belediyeleri dahil AKP-MHP denetimindeki belediyelerde, kamu kurumlarında, üniversitelerde çalışan bütün işçilerin Hak-İş’e üye olması “sağlandı.” Böylece 200 bin olan Hak-İş üye sayısı 650 bine çıkarıldı. İşçiler bu sendikaya aidat getiriyorlar, sendika da işçilerin haklarından ziyade hükümetin politikalarını, örneğin Afrin operasyonunu vs, desteklemek üzere etkinlikler yapıyor. Bunun ötesinde herhangi bir eğitim, örgütlenme harcamaları yok. Bunların başkanları da periyodik olarak AKP’den milletvekili oluyor. Benzer bir operasyonu Türk-İş’e yaptılar. Önce Hava-İş’i tasfiye edip el koydular. Petrol-İş’in yönetimine yine AKP temsilcisi gibi davranan isimler getirildi. 900 bin üyelik Türk-İş iktidarın kontrolüne geçerken, sol ittifak, Hava-İş ve Petrol-İş operasyonlarıyla dağıtılmış oldu. Türk Metal Sendikası da işçiyi değil iktidarı koruyan, kollayan bir faaliyet yürütüyor. Bu sendikanın üyesi de 100 binden 209 bine çıkartıldı. Sanayi işçisi, metal işçisi Türkiye’deki işçi sınıfı hareketinin omuriliği, beyni işlevi görür ve işçi sınıfının hareketini belirler. Dolayısıyla devlet gücü ve tekelci sermaye bunu kontrolüne almış durumda. Devlet ve sermayenin ekonomik krize karşı yaptığı tek hazırlık, işçi sınıfı örgütlenmesini kontrolü altına almak oldu. Biliyorsunuz 2012 yılından itibaren e-devlet diye bir sisteme geçildi. İşçiler o tarihten itibaren internet üzerinden sendikalara üye olabiliyor. Devlet bunu da işçinin aleyhine kullanıyor.
Nasıl yani?
Bir işçi e-devlet üzerinden solcu sendikalardan birine üye olunca, Çalışma Bakanlığı doğrudan bu bilgiyi sarı sendikaya, sarı sendika da bunu patrona iletiyor. Böylece işçinin baskı altına alınması, işten atılması veya muhalif sendikanın örgütlenmesinin engellenmesi söz konusu oluyor. Örgütlenme faaliyeti yaparken bununla çok sık karşılaşıyoruz. Mesela Bursa’da Birleşik Metal İş’in kırılması sürecinde, üye listelerinin Çalışma Bakanlığı üzerinden Türk-Metal’e ve oradan da patronlara aktarıldığını gördük. İşçiler e-devlet üzerinden sendika üyesi olmak zorundayken patronlar Türkiye İşverenler Sendikası’na veya TÜSİAD’a e-devlet üzerinden üye olmuyor.
Dini cemaatlerin esas işlevi emeğin denetimi
Yerellerdeki dini cemaatlerin işçilerle nasıl bir münasebeti var?
Depo işçilerinin örgütlenmesi sırasında, 15-18 yıldır çalıştığı halde sigorta primi yatmamış, o işten alınıp öbürüne gönderilmiş yüzlerce işçi hikâyesi dinledik. Cuma namazları sırasında orada hangi cemaat etkinse gelip vaaz veriyor. İşçilere rızklarına razı olmaları, şükretmeleri, itiraz etmemeleri salık veriliyor. İşvereni eğer hakkını yemişse, bunu Allah’a havale etmesi gerektiği, öbür dünyada bu hakkını geri alacağı söyleniyor. Beyaz yakalıların da işveren lehine konumlandırıldığını düşününce, mavi yakalı işçinin işyeri hiyerarşisini, taşeron şirketin hiyerarşisini, onu kuşatan mafya veya cemaat ağını kırabilmesi neredeyse imkânsız. Ayrıca mafyaların mahallelerde kurdukları dernekler, kulüpler var. Bunlar üzerinden de bir baskı uygulanıyor. Soma’da bunu “dayı başları” yapıyordu. Onlar da yerel kuvvetleri olan mafyöz ağalardı. Bunlar, itiraz eden işçiyi hemen köşeye çekip tehdit ediyor. Telkin, tehdit ve nihayet ikna!
Peki işçilerin bu tür baskılara karşı kendini koruma mekanizmaları, örgütlenmeleri ne düzeyde?
Ortalama bir işçi kendisini toplumsal bir sınıfın mensubu ve dolayısıyla bir güç olarak değil, yalnız bir birey olarak görüyor. Yıllardır etraflarını sarmış olan bu ağlar karşısında yapabileceği hiçbir şey olmadığını düşünüyor. Dini cemaatlere çoğunlukla laiklik-gericilik ekseninden bakıyoruz ama cemaatlerin esas işlevi emeğin denetimi sürecinde ortaya çıkıyor. Milliyetçi-muhafazakâr ideoloji, işçilerin denetimini devletin temel dayanağı olarak görüyor. Keza örneğin Türk Metal İş Sendikası’nda çalışan iki bin işçi de kendisini işçinin çıkarlarını korumanın ötesinde bir duyguyla konumlandırıyor. İşçi de bunca kuşatılmışlık içinde giderek kendisini devletin bekasının sürdürücüsü olarak görmeye başlıyor.
Peki buna rağmen nasıl oldu da metal işçileri büyük bir direniş sergiledi?
Çünkü her şeye rağmen işçinin zihninde bir birikim oluyor ve bir noktada patlak veriyor. Nitekim Metal Fırtına direnişinde 30 bin işçi Türk Metal İş’ten istifa etti ve ancak o zaman işçiler fabrikalarda sendikacılara meydan dayağı atabildi. Düzce’de bin kişilik bir fabrikada mesela, sendika işverenle görüşme masasında işçiyi satmıştı. İşçiler orada dört tane sendika yöneticisini döverek hastanelik etti. İşçilerin direnişi beş gün sürdü, polis fabrikayı kuşattı ama Düzce gibi bir yerde tek bir işçiyi bile atamadılar. Çünkü işçiler birbirine kenetlendi orada.
Peki bunca emek sömürüsüne, baskıya rağmen neden büyük direnişlere çok sık tanık olmuyoruz?
Bu tür örnekleri artırmak çok zor. Çünkü bu havzalarla uğraşan bir sol muhalefet yok. 309 organize sanayi bölgesi var. Devlet buraları sadece polisle, yargıyla yönetemez. O yüzden işçinin etrafında çeşitli ideolojik, kültürel, sosyal aygıtları dizerek, onu kuşatarak denetim kurmaya çalışıyor. İşçilerin yüzde onu, sarı sendikalar üzerinden doğrudan AKP’ye bağlanmış durumda zaten.
Sol şu an için krizle mücadele edemez
Peki DİSK’e bağlı sendikaların etkinliği yok mu?
HDP belediyelerine zaten el kondu, CHP belediyelerinde ise örgütlü sendikalar var. Ama onlar da sendikacılık değil, CHP’nin dediğini yapıyor. Kaldı ki DİSK de zaten AKP-MHP’nin kurduğu tezgâhı, vahşet dengesini bozma konusunda pek istekli davranmıyor.
birartibir.org sitesindeki bir yazınızda “Sol ekonomik krizle mücadele edebilir mi?” diye soruyor ve kendi sorunuzu şöyle yanıtlıyorsunuz: “Edemez. Şu an için edemez. Çünkü sahici hiçbir hazırlığımız yok…” Neden yok?
İktidarından devlet aygıtlarına, cemaat ağlarından mafyöz ağalarına kadar işçi sınıfını kuşatmış olan güçlerin yoğunluğuna bakınca karamsar olmamak elde değil. Sol da her ne kadar bir sınıf söylemine sahip olsa da işçi sınıfıyla yeteri kadar ilgili değil. Biz solcular olarak uzun yıllardır proleter hakikatle, işyerleriyle ilintili meseleleri temel mesele haline getiremiyoruz. Daha ziyade demokrasi söylemi etrafında hareket noktalarına odaklanıyoruz. Devletin bazen açtığı bazen kapattığı “demokratik alan” sınırının dışına çıkamıyor, uyum gösteriyoruz. Ne yazık ki bu kıskacı dağıtmak üzere sebatla, inatla, adanmışlıkla çalışma anlayışından uzağız. Böyle bir manzara karşısında sol da emek örgütleri de krizle mücadele edemez.
Ama solun tarihinde çok sayıda kriz dönemlerinde işçi sınıfı öncülüğü deneyimleri var…
1989 baharında, cuntaya karşı da sol, sosyalist kesimlerde bir canlılık vardı. Örgütlü Kürt hareketinin ayağa kalkışı söz konusuydu ve o atmosfer herkesi etkiliyordu. O zaman İstanbul İşçi Sendikaları Platformu oluştu ve sahadaki eylemlerin öncüleri o platformun temsilciliğini de yapıyordu. 89 baharını iki yıl boyunca bu önderler yönetti. Şimdi ise böyle bir durumumuz yok. DİSK böyle bir konumda değil. Ortada küçük küçük bağımsız sendikaların anlamlı ama sınırlı girişimleri var. Onlar da mücadelelerini ayrı ayrı, öbek öbek yürütüyor. Bunları yan yana getirmek lazım. Ne yazık ki solun ideolojik keşmekeşi, önyargılar, rekabetçilik yüzünden bu da pek mümkün görünmüyor.
İşçiler doğru yer ve zamanda kaldırılan bayrağı takip eder
Bu engellerin aşılma imkânları yok mu?
Önümüzdeki dönemde herkes özeleştirel bir yaklaşımla çare aramaya koyulursa, yol alınabilir. Ulusalcılar “mevzubahis vatansa, emeğin hikâyesi teferruattır” diyor. Liberaller de demokrasi, barış gibi meselelere kadar solla beraber ama emeğin gündemiyle ilgilenmiyorlar. Ulusalcıların ve liberallerin iktidarla aynı yerden işçilere, sendikalara seslendiği bir noktada, geniş bir muhalefet örmek mümkün mü? Geçmiş deneyimler bunu yapabileceğimizi söylüyor. 15-16 Haziran 1970’te, Singer işgalinde, Kavel’de olmuş, 89 baharında, 1991 madenci yürüyüşünde olmuş. Yakın zamanda metal direnişinde de işçilerin ayağa kalktığını gördük. Metal İşverenleri Sendikası tekrar bir Metal Fırtına kopar korkusuyla daha önce sıfır zamla masadan kalkarken, geçen yıl yüzde 26 artışla tarihinin en yüksek zammını vermek zorunda kaldı. Aşağıdan gelecek tepkiden korkuyorlar. Eğer iyi niyetli çalışmalar yan yana durursa, aşağıdan gelecek tepkilere yön verme olanağı olur. İşçiler doğru yer ve zamanda kaldırılan bayrağı takip eder.
Öncü olabilecek güçlerin zayıflığına, devlet, sarı sendikalar ve yerel ağların kuşatmasına rağmen, yaşanan ağır ekonomik kriz işçi sınıfında radikal bir hareketlenmeyi tetikleyebilir mi?
Önümüzdeki birkaç aylık zaman diliminde bu pek mümkün görünmüyor. Çünkü işçiler hep kötü şartlarda yaşadıkları için, daha da kara günlerde idare edebilmek üzere ufak da olsa birikimler yapıyor. Şimdi o birikimlerini kullanarak birkaç ay daha hayatlarını sürdürebilirler. Öte yandan işverenlerin de kriz için yeni programlar hazırladığını, kaç işçi çıkartıp kaçını tutacağına ilişkin hesaplar yapmaya başladığını çeşitli yerlerden öğreniyoruz. Şu aşamada atılacak işçilerin de hemen direnişe kalkışmayacağını, ilk kıvılcımı bekleyeceğini tahmin ediyorum. İşçilerin tepkileri ortaya çıkacak ama iktidarın yerel seçimlere kadar bu tepkileri minimum düzeyde tutmak üzere baskı uygulayacağı açık.
Esas tepki esnaftan gelebilir
Yüzlerce şirketlerin iflasa çıktığını, konkordato istediğini görüyoruz. Keza çok sayıda fabrika yangını haberi geliyor. Bu fabrikalar niye yanıyor?
Son rakamlara göre yanan fabrika sayısı 80 civarındaydı. Fabrika yangınları, bakanlıklar eliyle işverenlere sigorta şirketleri üzerinden para aktarma yollarından biri olabilir. Bu yangın davalarını çok yakından takip etmek lazım. Öte yandan konkordato ve iflaslar yaygınlaşıyor ama AKP, bankaları baskılayarak bu tür iflas ilanlarını ertelemeye çalışıyor. Fakat özellikle inşaatta 400’e yakın firmanın iflas ettiği bilgisi, bunun önüne geçemediklerini gösteriyor. Bugün (20 Eylül) üçüncü havalimanından görüştüğüm bir mühendis, yüze yakın taşeron firmanın iflas ederek sahadan çekildiğini söylüyordu. Daha bugün Yeşil Kundura konkordato istediği için işçiler kapının önüne çıkıp “devlet neredesin, reis neredesin” diyerek eyleme başladılar. Bu tarz manzaralar yaygınlaşacak ama ben açıkçası esas tepkinin esnaftan gelmesini bekliyorum.
Neden?
Çünkü iktidarın krizin etkisini tabana yayacağına ilişkin beyanatları, şimdiye kadar koltuğunun altında taşıdığı bu sınıf katmanlarının bir kısmını bırakacağı ve onlara yüklenmeye başlayacağı anlamına geliyor. Bu da AKP tabanında ciddi kırılmalara yol açar. AKP artık hem işçi-emekçileri, hem esnafı hem de sermayenin orta ve üst kesimlerini aynı anda razı etme olanağına sahip değil. İktidar bir tercih yapmak, belli kesimlerden vazgeçmek zorunda.
Peki sol, bu sınıf katmanlarının emek mücadelesine dahil olması için yeterli örgütlülüğe sahip değilse, AKP’nin vazgeçeceği bu kesimler nereye gidecek?
Selahattin Demirtaş’ın söylemi, tıpkı Ahmet Kaya veya Yılmaz Güney gibi sağcı kesimlerde de yankılanabiliyordu. Ama şu anda ne yazık ki böyle bir muhalefet dili, dinamiği yok. Dolayısıyla AKP’nin vazgeçeceği sınıf katmanlarının bir kez daha sağdaki başka merkezlerde toplanma olasılığı yüksek. Devlet de sermaye grupları da muhakkak bunun hazırlıklarını yürütmüştür. Çünkü bu kesimin sola kaçmasını istemezler. Emekçilerin milliyetçi-muhafazakâr ideolojiler etrafında, inleye inleye hayatına devam etmesi devlet açısından önemlidir. Aksi halde devletin bütün gayrinizami güçleriyle karşı karşıya kalırsın. Nitekim her yerde resmi veya gayriresmi bu güçlerle karşı karşıya kalıyoruz. Devlet, solun demokrasi denen arzunun ötesine geçmemesini istiyor. Kortejler oluşturun, miting yapın, hatta yer yer cam-çerçeve de indirin ama emekçi kesimlere bulaşmayın istiyor. Hatta “size sendikalarda pozisyonlar, uzmanlıklar da veririz” diyorlar. Bana da öyle iki-üç sendikadan teklif gelince şaşırdım. Satın almaya çalışıyorlar.
Az önce “devlet, solun demokrasi denen arzunun ötesine geçmemesini istiyor” dediniz. Antidemokratik uygulamaların had safhada olduğu bir ülkede solun temel gündemi neden bu olmasın?
Elbette demokrasi, politik özgürlük mücadelesi verilmeden bir sınıf kavgası verilemez. Ama sınıf kavgasını ihmal etmenin ötesinde bir yaklaşım var solda. Bu da orta sınıfların duyguları ve çıkarları etrafında hareket eden bir politik çizgide yüründüğü anlamına geliyor. Orta sınıflara yönelik bir politik ideoloji ise kesinlikle üst sınıfların ideolojisi tarafından içerilir. Bu nedenle Erdoğan, örneğin Gezi’dekilere tepki gösterirken solcuları rahatlıkla “elit” olarak yaftalayabiliyor. 1980’lerden itibaren ne yazık ki solun sınıfsal, kültürel konumuyla ideolojik konumu arasında bir tezatlık oluştu. Aleviler ve Kürt mahallelerini bir kenara bıraktığınızda solun emekçi, yoksul mahallelerinde varlık gösteremediğini görüyoruz. Dahası sol, bu yokluğunu varlığa dönüştürme konusunda da herhangi bir hamleye yönelmiyor.
Şovenizme saplanmadan bir sınıf hareketi örgütlemek mümkün
Bunda devletin sol üzerindeki yoğun baskısının belirleyici etkisi yok mu?
Evet ama bu zorlukları aşmaya yönelik bir mücadele yok. Bizim geleneğimizde devlet karşısında savaşmak, çarpışmak, gözaltına alınmak, ölmek, öldürülmek, zindanda direnmek var. Sol hareketler 1980’lerden sonra da bu tür bedellerden sakınmadı ve devlet karşısında asla teslim olmadı. Ama bu değerin kendisi bir siyasal güç inşa etmeye yetmez. Ayrıca zaten solun iktidar olmaya dönük bir stratejisi de yok. Oysa Mahir Çayan’lar, İbrahim Kaypakkaya’lar politik bir strateji çerçevesinde iktidarı almayı hedefliyordu. Ama 80 sonrasından itibaren bu doğrultuda bütün kadrolarını seferber eden, buna yoğunlaşan bir sol yok. Aynı süreçte Hamas, toplumsal alanda kurduğu ilişkiler, dayanışma ağları, politik faaliyetler üzerinden Filistin siyasetini belirler noktaya geldi. Türkiye’de şovenizme, ırkçılığa düşmeden, egemen ideolojiye sırnaşmadan da bir sınıf hareketi örgütlemek mümkün. Ama bu olanak kullanılmıyor.
Neden?
Bu, sorun sınıfsal konumlanışla ilgili. Öyle bir noktaya gelindi ki, 2002-2007 yılları arası sanki demokratik bir refah dönemiymiş ve o pozisyona dönülse herkes memnun kalacak gibi. Ne yazık ki sol içinde bu yaklaşım zayıf değil. Oysa bizim emekçi karakterli bir siyasal muhalefeti inşa etmemiz lazım. Solda, mücadele için hayatını verenlerin saygın örnekleri sayısızdır. Ama bir kadrosunu 10-15 yıl boyunca Antep’teki, Çorum’daki bir havzada, cihadist örgütlenmeler üzerinden kurulan işçi simsarlığı ağlarını dağıtmak, orada bedeller ve hikayeler üretmek üzere gönderen bir sol pratik yok. O yüzden karşı devrimcilerin hakimiyetini kurduğu bu cendere her dönem kendisini yeniden üretebiliyor. Çünkü muhalefeti, alternatifi yok. Bu, ülke siyasetinde de böyle. Nitekim AKP-MHP’nin itibarını tamamen yitirmesiyle oluşacak boşluğun yine ırkçı, milliyetçi bir siyasetle doldurulacağını öngörmek mümkün.
Siz örgütlenme faaliyetleriniz sırasında ne tür baskılarla karşılaşıyorsunuz?
Baskıyla, tehditle, saldırıyla çok sık karşılaşıyoruz. Soma’da linç edildik, belimiz kırıldı. İşyerleri önlerinde sıklıkla gözaltına alınıyoruz. Gebze’de mafyalar tehdit ediyor, silah gösteriyor. Çerkezköy’de şirketin adamları saldırıyor veya araçla takip ediyor. Sürekli kendi varlığını hissettiren bir yapı var karşımızda. 30 Eylül’de, Kadıköy’de solun ve işçilerin kriz döneminde ne yapabileceğini tartışacağı bir forum yapacağız. İşçiler ve en mücadeleci dokuz-on sendikanın yöneticileri orada olacak. Buradan da muradımız, 1989’un başlarından itibaren İstanbul İşçi Sendikaları Platformu nasıl bir önderlik misyonu üstlendiyse, şimdi de bu sendikaların ve işçi oluşumlarının yan yana gelerek bir merkez inşa etmeleri için çaba sarf edeceğiz. Böylesi bir merkez oluştuğu anda solun da sürece müdahale etme imkânı ortaya çıkabilir. Kriz olacak ve işçiler otomatik olarak AKP iktidarını yıkacak gibi bir beklentinin yanlış olduğunu bilmemiz lazım. Çünkü böylesi bir sistemde AKP gitse bile yerine onun bir başka versiyonu gelir. Solun ortaya çıkmasının bütün imkânları ve potansiyeli var. Sol açısından Voltran’ı oluşturma zamanı. Yeter ki küçük küçük çalışmalar, mücadeleler bir araya getirilsin. Yeter ki sol doğru bir tarzla, dille, üslupla insanlarla ilişki kursun. Dayanışmacı bir korumacılık ve kuşatıcılık içinde olan bir işçi muhalefeti merkezi şekillenirse, sol kendi krizini de çözebilir.