A. Haluk Ünal yazdı: Başarabiliriz: inadına “yeni paradigma”
“Yola çıkarken öncülerinin bile beklemediği kadar cürmünden öte yer yakan, Akademisyenler bildirisi vb. çabalar dışında, siyasi çalışma ve eylem, katılan bireylerin kendilerini iyi hissetmesine neden olacak, kolaycı, küçük katarsislere indirgenmiş durumda. İşte, asıl tehlike tam da bu!”
Dev bir kepçenin, büyük bir toprak yığınını sürüklemesi gibi, Yeni İktidar Bloku(YİB) , Askeri vesayet ve AKP ittifakla toplumu önlerine katmış, bir yöne doğru sürüklüyor.
Büyük yığın, bu sürüklenişin edilgenliği içinde sürekli küçülüyor ve direncini kaybediyor.
Bunu yaparken artık herkesin malumu olan verili siyasi ve psikolojik iklimi de geliştiriyor.
Anayasanın askıya alındığı, yargının hükümete bağlandığı, güvenlik güçlerinin en küçük muhalefet eylemini orantısız bir şiddetle bastırdığı; şehirlerin top ve tanklarla yıkıldığı; yüzbinlerce insanın göçe zorlandığı; muhalif basının yok edildiği; genellikle topluma IŞİD diye sunulan, aslında derin, “yerli ve milli” merkezlerin organize bombalama eylemleriyle insanların sokakta yürümekten korkar hale getirildiği bir iklim bu.
Gıkını çıkartırsan hayatını söndürürüm, tehdidi.
Giderek yayılan linç provaları.
Karşılığında toplumun kılcallarına yayılan, çaresizlik, endişe, korku, öfke ve nefretle mayalanmış sinizm
Bir tarafta giderek küçülen yığın; HDP.
Kepçenin arkasında büyüyen yığın ise AKP, MHP ve CHP.
Yüzde ona karşı yüzde doksan.
İşin en kötü tarafı HDP’nin de paralize olup, siyaset üretemez hale gelmesi.
6 Kasım’da yayınladığım “Kusursuz Fırtına ve HDP” başlıklı yazıda HDP’nin kuruluş sürecinden başlayarak genel ve temel bir eleştirisini yapmış; eğer hızla fabrika ayarlarına dönülmez, “seni başkan yaptırmayacağız” stratejisiyle savrulduğumuz reaksiyoner, anti AKP güçlerin koç başı konumundan “ üçüncü yolcu aksiyoner siyaset” çizgisine dönülmezse projenin ciddi hasar göreceğini ileri sürmüştüm.
Ne yazık ki, öyle de oldu. Proje ciddi bir akamete uğradı.
Bunun sonucunda da Fırat’ın doğusuna itildi.
Batı’da bütün etkinliğini neredeyse yitirdi.
Bu arada Batı’da çok daha vahim bir şey daha gerçekleşti.
Kürt coğrafyasında süren savaş karşısında Fırat’ın Batısı, yeniden kahir ekseriyetle kör, sağır ve dilsiz oldu.
YİB, Cumhuriyet tarihinde milliyetçilikle dindarlığın ittifakını görülmedik ölçüde büyük bir rıza alanına ve desteğe dönüştürmeyi başardı.
Şu anda 2011’de AKP nin girdiği yeni osmanlıcı kulvarda birlikte ilerliyorlar.
İslamcı – Türkçü (milli görüş) , veya Türkçü – İslamcı (MHP) sentezleri Cumhuriyetin geleneğinde hep varolageldi.
Yeni bir olgu değil. Hep askerin kontrolundaydı; devlet için tehlike de arzetmezdi.
CHP ise zaten askeriyenin siyasi kanadı konumunu hep korudu. Siyasetini de hep askeriyeden ilhamla belirledi.
Dikkat edilecek olursa bu gün AKP ve Ergenekon ittifakı bütün bu yığınakların üzerine inşa edilmiş durumda.
En vahimi de yaratılan atmosfer, oluşturulan vitrinin etkisiyle, demokrat ve sol muhalefette tanık olduğumuz yorgunluk ve yılgınlık, zımnen bu yüzde doksanın kazanılamaz olduğunu da ima eden bir ruh haline tekabül ediyor.
Yola çıkarken öncülerinin bile beklemediği kadar cürmünden öte yer yakan, Akademisyenler bildirisi vb. çabalar dışında, siyasi çalışma ve eylem, katılan bireylerin kendilerini iyi hissetmesine neden olacak, kolaycı, küçük katarsislere indirgenmiş durumda.
İşte, asıl tehlike tam da bu!
Çoğalabileceğine inanmayan, çoğalma imkanlarını aramayan, kendi üzerine kapanan bir muhalefet.
Bu tartışmada en büyük zorluk elbette 2014 baharından bu güne devletin olağanüstü şiddeti ve tehdidiyle yüzyüze kalmış, tek tek hiç birimizi insan olarak, özgürlük aktivisti olarak utandırmaksızın, onurlu ve erdemli bir duruşu koruyan insanlırın oluşturduğu genç bir partiye eleştirel yaklaşmak.
Ancak 2016 yılında benim gibi – epeyce çoğuz- ömrünün 40 yılını politik bir insan olarak geçirmiş kimse onurlu yenilgilerle yetinemez.
Üstelik Rojava’da geçirdiğim aylar içinde temize çektim ki, cephede, savaşın gözünde bile eleştiri ve özeleştiriyi siyasetin temel ilkesi yapmak mümkün.
Asıl konumuza dönersek, başarı için nelerden yoksunuz en önemlilerini sıralamaya çalışalım.
Birincisi ortada HDK/HDP ye ait siyasi bir strateji yok.
Daha doğrusu iki majör siyasi stratejinin, YİB ve KÖH’nin savaşı arasında sürükleniyoruz.
KÖH’ün stratejisinin doğruluğunu yanlışlığını ölçecek, tartışabilecek verilere, gözleme sahip değilim.
Ama Fıratın batısında silahlı bir halk ayaklanmasının ne maddi, ne kültürel, ne de manevi koşulları mevcut olmadığı malum.
Bu noktada Batı’da HDP’ye oy vermiş %13 (ile Demirtaş’a sempati beyan etmiş %28) örgütsüz, dağınık ve kafası karışık.
Üstelik Fırat’ın batısında hem kendi potansiyel kitlemizi, hem diğer partilerin kitlesini dikey ve yatay kesen önemli fay hatları mevcut.
Din, güvenlik, milliyetçilik, terör vb önemli temaların bir kısmı iktidar bloku için birleştirici olurken, aynı temalar HDP kitlesi için bölücü olabiliyor.
Yazı boyunca verili tabloyu kabaca özetledim; eğer Kamuran Yüksek’in geçenlerde paylaştığı bilgi de sağlam kaynaklara dayanıyorsa; iktidar gerçekten 250 bin kişilik paramiliter bir güç eğitiyorsa; yakın bir zaman içinde parantez kapanacak, otoriter bir rejimden değil, klasik anlamıyla faşist bir devletten söz ediyor olacağız. (Klasik faşizm din ilişkisi üzerinde özel olarak durulması gereken bir konu. Bunun Hıristiyan versiyonunu iyi bilsek de İslami versiyonunu çalışmak şart.)
HDP başarıyla tasarlanmış Cumhurbaşkanlığı kampanyasında, daha önce de değişik vesilelerle yazdığım gibi, Demirtaş’ın şahsında, Rojava’daki gibi “üçüncü yolcu” aksiyoner bir siyasetin markası olarak çıktı toplumun karşısına.
7 Haziran seçimleri dahil sonrasında beklenen de, “Yeni Yaşam”ın açılımını içeren pozitif bir kampanya idi.
Nasıl bir sağlık, eğitim, konut, ekonomi, anayasa teklif ettiğimizi tolumun kılcallarına anlatabilen bir iletişim.
Böyle bir strateji, hem CHP’nin ve diğer “sol”un onlarca yıllık reaksiyoner çizgisine, hem de AKP ye oy verenler içinde ciddi endişe geliştirenlere ciddi bir siyasi alternatif sunmak anlamına gelecekti.
Bu, hala büyük bir ihtiyaç. Sadece ve sadece Türk/Kürt barışını temin üzerine kurulu hiç bir çalışma, içinde bulunduğumuz açmazı değiştiremez bence. Ya da AKP böyle durdurulamaz.
İkincisi, HDK/HDP’nin fikri bir agorası yok.
Siyasi hareketlerin fikri agoraları, öncelikle yayıncılık esasında oluşur.
Dergiler, gazeteler, enstitüler, forumlar, paneller, tartışma toplantıları…
Özellikle adem-i merkeziyetçi, çoğulcu bir kongre siyaseti hedeflemişseniz, Kürdistan’da biriktirdiğiniz potansiyel ve deneyimle, çok uzun yıllar sonra buluşacağınız Batılı kardeşlerin kaynaşması, alışveriş içine girmesi için bu olmazsa olmazdır. Yani örgütlenmenin abc’sidir.
Oysa hareketin öncüleri, sanki kimseye öğretmek istemiyor, kimseden de öğrenmek istemiyor gibi görünüyor şu ana kadar.
Halbu ki Batı’da mevcut sol yapılardan uzak, muhalif, demokrat, bir çok alanda uzmanlaşmış, münevverleşmiş onbinlerce insan söz konusu. Bu, kapitalizmin ve küreselleşmenin marifeti.
Yeni paradigmanın asıl esprisi de bu kitleyle/kadroyla HÖK’ü kaynaştırmak ve yeni bir füzyon yaratmak.
Geleneksel Türk Devlet iktidarına alternatif bir hegemanyo ancak bu biçimde mümkün.
Dolayısıyla, kongre siyaset stratejilerinin, myk’larda, parlemento gruplarında değil, çevreden merkeze geniş katılımcı toplantılarda belirlenmesi, paradigmanın doğası gereğidir.
Seçilmiş milletvekillerinin en önemli rollerinden birisi de bu çalışmanın organizasyonunda etkin bir arayüz olmalarıdır.
Üçüncüsü, demokratik, adem-i merkeziyetçi bir işleyiş yok.
Projenin temeli olan HDK hızla işlevsizleşip; sadece seçim partisi olacak HDP, klasik bir parti gibi belirdiğinde proje ruhundan çok şey kaybetti, bunu yazmıştım.
Ama hadi buna biz batılılar projeyi anlamadığımız için izin verdik, içimizde kalmış ukdelere yenildik ve “var öyle bir parti” diye bağıracağımız parti, avdet etti sandık.
Peki KÖH kadrolarına ne oldu? “Yeni Paradigmayı” sizlerde mi anlamamıştınız yeterince?
Özellikle de BDP’yi kapatıp, bütün cesametiyle Bakur’un KÖH kadroları HDP’ye katıldığında, oluşacak bozulmayı neden göremediniz?
Böylesine merkeziyetçi, siyaseten şeffaflıktan uzak, böylesine bürokratik bir yapı, yeni paradigmanın ruhuyla taban tabana zıt değil mi sizce de?
Sanırım, Parlemento koridorlarında, il, ilçe binalarında herkesin birbirine “başkanım başkanım” diyerek dolaştığı bir hayat olamaz, hevallere borçlu olduğumuz.
Ağzımızla kuş tutsak, Türk sendikacılığının ve burjuva parlemantarizminin bu eril hastalığından kurtulmadan “yeni paradigma” filan inşa edilemez.
Özellikle KÖH bileşeninden gelen hevallere soruyorum; Rojava’da herkes “heval”ken burada nasıl herkes “başkan” oldu?
Bu listeyi çoğaltmak mümkün. Ancak bu üç noktada geniş, kapsamlı bir çalışma, tartışma ve alternatif yaklaşım üretilmedikçe diğer yokluk ve yoksunlukların aşılması da imkansız gibi görünüyor.