MEHMET ALİ AYAN yazdı: “Bu ortak karşı çıkış, şimdiden, Beştepe’deki biat töreninin fiyakasını bozmuş, başbuğun otoritesine gölge düşürmüş, Rize’de çay toplamaya gider gibi koşa koşa oraya gitmek niyetinde olan kapıkullarını zor durumda bırakmış, “sünuf-u devlet” içindeki çatlakları biraz daha görünür kılmıştır.”
MEHMET ALİ AYAN
2 Eylül’de Beştepe Sarayı’nın kongre salonunda gerçekleştirilecek olan Adli Yıl Açılış Törenine katılmayı reddeden baro sayısı neredeyse saat saat arttı. Tören için Yargıtay Başkanlığı Türkiye’deki bütün barolara davet göndermişti. Bu daveti ilk olarak İzmir Barosu reddetti ve “Bize kalırsa, siz de o salona gitmeyin” diye karşılık verdi. İzmir Barosu’nun ardından diğerleri de Yargıtay’ın davetini geri çevirmeye başladı. Ret cevabı veren baro sayısı dün öğleyin 17 iken akşam saatlerinde, T24’ün TSİ 20:56’da girdiği habere göre, toplam 41 oldu.* Bunlar Türkiye’deki avukatların neredeyse yüzde 85-90’ını temsil ediyor ve sayının daha da artabileceği belirtiliyor. Saray’daki törene katılacağını bildiren Baro sayısı ise şimdilik sadece 3: Çorum, Elazığ ve Rize Baroları…
Türkiye Barolar Birliği (TBB) ise törene katılacağını açıkladı. TBB Başkanı Metin Feyzioğlu önceki yıllarda AKP iktidarına karşı zaman zaman sert eleştiriler yaptığı ve muhalif bir duruşa sahip göründüğü için bu göreve seçilmişti. Anayasa referandumu sırasında bile “Hayır” kampanyasına aktif bir şekilde destek oldu. Fakat çok geçmeden, aslında rol yaptığı, devletperest aile geleneğini sürdürdüğü ortaya çıktı, Doğu Perinçek usulü bir takla atıp “Cumhur İttifakı” adını alan faşist alaşıma dahil oldu.
Aile geleneğinden söz edince bilmeyenler için kısa bir özet yapmakta fayda var: Metin Feyzioğlu’nun dedesi ve onu yetiştiren kişi olan Turhan Feyzioğlu, 1950’lerin ikinci yarısında DP’ye muhalif, 1961 Anayasası’nda önemli pay sahibi, sonra da CHP’nin önde gelen yöneticilerinden biriydi. Demirel hükümetine karşı keskin çıkışlar yapsa da özünde gerici ve ırkçıydı. Siyasette merkezciliği, ki aslında modern sağcılık ve devletçilik demektir, marifet bellemişti. “Ortanın solu” açılımına karşı çıktığı için tasfiye oldu. 1967’de CHP’den istifa edip Güven Partisi’ni kurdu, 70’lerde bu küçük partiyle önce I. MC (Milliyetçi Cephe) hükümetine, sonra II. Ecevit hükümetine ortak ve Başbakan Yardımcısı oldu. Hem 12 Mart hem de 12 Eylül darbesini desteklemişti. Deniz’lerin idam cezası için TBMM’deki nihai oylamada da evet oyu vermişti.
O zamandan beri köprülerin altından çok sular aktığı, Türkiye’nin toplumsal güç dengeleri epey değiştiği için Metin Feyzioğlu’nun siyasi kariyer hevesi dedesininki kadar uzun sürmeyecek. TBB başkanlığını bir sıçrama tahtası olarak kullanma hesabı şimdiden bozuldu. Kendisini muhalif diye TBB başkanlığına seçen avukatlar ayağının altından halıyı çekiverdiler. Şimdi TBB Başkanı sıfatıyla Bab-ı Alî’ye varıp sultanın eteğini öpecek ama belli oldu ki artık kimsenin başkanı değildir, sadece kendisini temsil etmektedir ve TBB’nin ilk kongresinde “Abbas yolcu”dur. Ayrıca bu çaylak “Abbas Yolcu” hala muktedir görünen başka ve müstakbel bir diğerini de işaret etmektedir.
Şurası bir gerçek: Boykotçu baroların ve avukatların muhalefeti yekpare, hattâ birleşik bile değildir. Sadece neyi istemedikleri hususunda hemfikirdirler. Söz gelimi, adli yılın açılışı dolayısıyla, Anıtkabre gitmeyi öneren de var, İzmir’de alternatif tören düzenlemeyi öneren de. Hiçbirini benimsemeyip başka öneri yapanlar da çıkacaktır. Belki ortak bir eylem konusunda anlaşamayabilirler de. Fakat anayasa referandumu sırasındaki “Hayır!” blokunu andıran bu ortak karşı çıkış, şimdiden, Beştepe’deki biat töreninin fiyakasını bozmuş, başbuğun otoritesine gölge düşürmüş, Rize’de çay toplamaya gider gibi koşa koşa oraya gitmek niyetinde olan kapıkullarını zor durumda bırakmış, “sünuf-u devlet” içindeki çatlakları biraz daha görünür kılmıştır. Dolayısıyla HDP’nin son seçimlerdeki taktiğinin bir kez daha doğrulanması anlamına da gelmektedir. Kısa günün kârı budur ve az değildir.
Öte yandan barolardan gelen bu toplu itirazın, söz gelimi akademisyenlerin bildirisindeki gibi, asgari bir ön hazırlık ve çağrı ile de başlamadığı anlaşılıyor. Her ne kadar İstanbul Barosu’nun cevabındaki “…yürütmenin mekanlarında adli yıl açma ve giderek bunu ‘teamül’ noktasına taşıma fikrine ortak olmak istemiyoruz” cümlesi BAK bildirisini çağrıştırsa da… İlk olarak İzmir Barosu tek başına tavır almış, buna kısa sürede 6 baro daha katılmıştı. Diğerlerinin önce biraz tereddüt ve belki kendi aralarında istişare ettikleri, birbirlerini de gözettikleri belli oluyor. Fakat sonra, sayı artmaya başlayınca tereddütlerini daha kolay aşmış olmalılar ki, açıklamalar peş peşe geldi. “Türkiye Barolar Birliği Başkanı ile çoğunluk baro başkanları kendilerine yapılan daveti kabul ettiklerini belirtmişlerdir“ diyen Yargıtay Başkanı’nı da aynı gün yalancı çıkarmış oldular.
Bu gözlem doğruysa bize iki ipucu veriyor. İlki şu: Toplumun bütün kesimlerinde, hali vakti nispeten yerinde ve statü sahibi olanlar da dahil, muazzam bir muhalefet potansiyeli birikmiştir; akacak kanal bulur bulmaz gürül gürül harekete geçmeye hazırdır. İkincisi, bu potansiyel, birbirine benzemeyen, birbiriyle kolayca uyum sağlayamayan unsur ve/veya bileşenlere de sahiptir; öncelikle anlaştığı noktalar üzerinden değil karşı çıktıkları üzerinde ortaklık kurabilmektedir.
Her ikisi de, ama özellikle ikincisi yeni değil. Gezi direnişi de böyleydi, 16 Nisan’daki “Hayır!” bloku da, son seçimlerdeki seçmen ortaklaşması da… Üstelik dünyada da durum pek farklı sayılmaz. Tunus’ta Ben Ali’yi, Mısır’da Mübarek’i, Cezayir’de Buteflika’yı ve Sudan’da El-Beşir’i alaşağı eden halk hareketleri de aşağı yukarı benzer bileşimler sahipti. Denebilirse “zamanın ruhu” böyle.
Muhalefetin bu yapısı, büyük kitlesel patlama ya da kalkışmalara rağmen, onun kayda değer bir kazanım sağlayamadan sönmesine, parçalanıp yenilmesine ya da bir başka gerici seçeneğin peşine düşmesine sebep olabilir. Gene de komünistlerin, “yeterince devrimci değil” diye, toplumsal hareketlere burun kıvırma ve onlardan uzak durma hakkı yoktur. Devrimci propaganda ve örgütlenme tabii ki esastır, olmazsa olmaz. Ama kitlelerin esas olarak eylem içinde ve kendi deneyleriyle öğrendiğini de akıldan çıkarmamak gerek. Bunlar birbirini besler ve güçlendirir. Dolayısıyla marifet, öncelikle muhalif potansiyelin harekete geçmesine ve birlikte yürümesine imkan verecek taktikleri geliştirmek, eylemde de onu desteklemek ve içinde yer almaktır; günün birinde devrim olacaksa eğer ancak bu yollardan geçilerek oraya varılacaktır. Aksi halde ise bizi bekleyen, mevcut durumun aynen devam etmesi değil, “beterin beteri” ile karşılaşmaktır.
*Bu yazı ilk olarak 18 Ağustos’ta AvrupaForum.org’da yayımlandı. O tarihte 41 olan boykotçu baro sayısı daha sonra 51’e yükseldi. -SiyasiHaber