Bugün Esenyurt, Batman, Mardin ve son olarak Dersim, Ovacık gibi şehir ve ilçelere kayyum atanması, iktidarın yerel seçim sonuçlarını hiçe sayarak demokrasiyi yok eden ve faşizmi kurumsallaştıran yüzünü bir kez daha ortaya koyuyor. Bu yüz, hiç de yabancı olmadığımız otoriter, demokrasi taklidi olan rejimi temelinden sarsan bir yeni saldırı dalgasını oluşturuyor. Otoriter eğilim mutlak olmaya, faşizm kurumsallaşmaya doğru yol alıyor. Bu durum, toplumun her kesimini etkileyen, bütün özgürlük ve demokrasi alanlarını daraltan bir yönetim anlayışının ürünü olarak var olmaya devam ediyor.
Böylesi bir yönetimle barış süreci yürütülebilir mi? Sürecin okumasını uluslararası güç dengeleri ve değişimi bağlamında iktidarın zorda kalması olarak görenler, Trump’ın seçilmesiyle Ortadoğu’da bir boşluğun doğacağı ve iktidarın Kürtlerle barışmak zorunda kalacağını düşünenler için manipülasyon alanı açık bir şekilde iktidar lehine işletilmektedir. Buradan yol alıp ABD ve İsrail müdahalesine dayanan, sonucunda AKP’nin ABD yanlısı çıkarları dışında bir çıkarı olduğu bir varsayımıyla yol alan teorik açılımlar yazılıp çizilmeye devam etmektedir.
Eğer kürdistan halkının özerklik doğrultusunda kazanımlar elde etmesiyle Türkiye’nin demokratikleşmesinin karşılıklı bir ilişki olduğu doğruysa bu sürecin demokratik bir zeminde kurulması kaçınılmaz bir zorunluluk oluşturur. Halbuki “yeni süreç” olarak karşımıza çıkan, demokratik bir zemin değil, olağanüstü hal ve hazırlıkları yapılmakta olan sınır ötesi saldırılar olmaktadır. Bu da iktidar blokunun mevcut durumuyla demokrasi arasında uzlaşmaz bir çelişkinin bulunduğunu göstermektedir. Bugün iktidar, sistemi demokratikleştirmeye çalıştığında, iktidarda kalmak üzerine kurduğu bütün bir yapı içe doğru çökecektir dolayısıyla AKP-MHP iktidarının çökmesi anlamına gelecektir.
Otoriterleşme eğilimi, 2002 yılından beri ilerletilen bir iktisadi programın yansımasıdır. AKP otoriter olduğu için faşizme yönelmiş değildir, ekonomi-politik açmazı buna zorlamaktadır. İktidarın etrafındaki sermaye yapısı tüm katmanlarıyla toplumun çoğunluk çıkarlarına aykırı bir şekilde kontrolsüz ve topyekün bir talan üzerinden birikmesi üzerine kuruludur. Şimşek ile birlikte bu program, hızlı sermaye birikimi yöntemi olarak artı-değer sömürüsü yanında
vergiler yoluyla da halkın soyulması suretiyle, IMF’nin dayattığı koşullardan da ağır şartlar altında devam etmektedir. Dünya üzerindeki ömrünü tamamlayan neoliberalizmin başka türlü iktidarı mümkün değildir, rıza yerine zora yönelmek zorundadır. Sermayenin de bu konuda desteği 22 yıldır hiç kaybolmadı. Ancak bu çaresiz yönelim kredilerle ve birikmiş toplumsal emeğin iktidar eliyle talanıyla ilerlemesi mümkün. 2008’den beri kredilerin azalması ile talan dışında bir birikim imkanı kalmayan sermayenin ve özel olarak “yandaş sermayenin” ayakta kalabilmesi için de AKP-MHP iktidarını desteklemek dışında da bir çıkarı yok.
Barış sürecinin ihtiyaç duyduğu ortam ise sermayenin ihtiyaçları ile taban tabana zıttır ve otoriter rejime karşı durmayı zorunlu kılmaktadır. Barıştan söz ediliyorsa, 22 yıldır AKP’nin ilerlediği istikametten vazgeçeceği bir sürecin inşa edilmesi gerektiği anlaşılır. Muhalefetteki kimi unsurlar, Bahçeli’nin “İmralı tecridinin son bulması ve Abdullah Öcalan’ın umut hakkı” üzerinden yaptığı açıklamaya güvenmektedir. Bahçeli’nin bu sözleri, varlık sebebi savaşın devam etmesine bağlı bir parti tarafından söylendiğinde, faşizmin kurumsallaşmasını hazırlamak anlamına gelir.
Başlangıçtan beri gelen bir tokalaşma fotoğrafı ile zaten faşizme karşı mücadele etmesi gerekenlerin ortak bir görüntü için çabalaması “uzatılan el geri cevrilmez” metaforuna yaslanılması, zemini belirsiz bir sürece ve paralize olmuş bir muhalefeti de iktidar dizilimine dahil ediyor.
Barışın toplumsallaşması söylemi altında topu topluma atan seçilmiş siyasi temsilcilerin idrak etmesi gereken belki de Barışın siyasallaşması gerekliliğine dair ihtiyacı hatırlamaktan geçmektedir. Faşizm ile barış olmayacağı iktidarın ihtiyacının ise bizzat eli uzatanlar tarafından seslendirildiği şekilde “Eğer enflasyon canavarına kesif bir darbe indirilirse, Türkiye siyasi ve ekonomik istikrarın zirvesine çıkarsa, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kez daha seçilmesi doğal ve doğru bir tercih değil midir?” diyerek asıl ihtiyaçlarının ortaya çıkarıldığı, anayasal değişikliklere ve politik ihtiyaçlarını açıkça söylediği söylem sonrasında da ortaya çıkmıştır.
Normalde işlemesi gereken sıra; silahların susması (ateşkes), müzakere ve anlaşma oluşması, uzlaşma ve yüzleşme komisyonları kurulması, entegrasyon sürecinin planlanması ve nihayetinde anayasaya dayalı bir yeni düzenin inşası olması gerekirken sondan başlayan ve tamamıyla AKP-MHP bloğunun daha uzun süre iktidarda kalmasını önceleyen bir süreç isteğidir.
Faşizm ile Demokrasi Arasında Barış
Faşizm ve demokrasi arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Birinin varlığıyla diğerinin yokluğu karşılıklı bir ilişki içindedir. Bu iki kavramın birlikte var olabileceği anlayışı terk edilmedikçe onurlu bir barış ihtimalinin olduğunu söylemek barış dışında her şeye hizmet edebilir. İktidarın her alanda baskısını hissettirdiği bu ortamda, muhalefet güçlerinin demokrasi için kararlı ve sürekli bir direniş hattı örmekten başka çare varmış gibi yapmak da başka bir teslimiyet göstergesi oluşturur.
Faşizmin sadece yerel yönetim gaspları ile sınırlı kalmadığını, toplumsal çürümeyi beslediğini ve bireylerin kendi iradelerini devlete teslim etmesini zorlayan bir yapıyı inşa ettiği ortadadır. Gramsci’nin sözüyle, “Eski düzen ölürken yenisi doğamaz; bu interregnumda (ara) çok çeşitli morbid semptomlar ortaya çıkar” bugün daha anlaşılır. Faşizmin
kurumsallaştığı bu ortamda, toplum çürürken ve bireylerin özgürlükleri adım adım yok edilirken, toplumun en ince damarlarında eski dönemlere ait bütün hastalıklar ayan beyan geziniyor. Çetelerin hükmettiği mahalleler, bütün bir köyün gizlediği istismarlar ve yeni doğmuş bebeklerin bile yaşam hakkının çalındığı komple pisliğe bulanmış bir talan sistemi her geçen gün mutlaklığını ilan etmeye daha yakın bir hale geliyor.
Geleceğimiz toptan anti-faşist mücadele kabiliyetlerimize bağlı iken mücadelemizin öncelikleri ve yol hattını da bu anlayış üzerinden kararlılıkla şekillendirmek, siyasi temsilcilerin ve aygıtların da bu hattı örgütlemesi gerekir. Bir bütün olarak siyasal teşhir ve faşizmi kitlelerden yalıtma üzerine çalışmadıkça barış mücadelesinde yol alınamaz. Bugün
faşizmin her alandaki baskılarını teşhir etmek, halka dayatılan korporatizmin çözüm olmadığını anlatabilmek ama daha önemlisi bunun eylemini örgütleyebilmek ve nihayetinde iktidarın değişmesini hedeflemek gibi sorumluluklarla yüz yüze olan bir siyaset tarzı geliştirilmek zorundadır.
“Aklın Kötümserliği, İradenin İyimserliği”
Siyasal-toplumsal olanı ve iktidarı mercek altına yerleştirerek irdelemeye başladığımızda ister istemez Gramsci’nin altını kalınca çizdiği alana giriş yaparız ve alıntılarımız da kendiliğinden oradan gelir.
“Her çöküş, entelektüel ve ahlaki bozukluğu da beraberinde getirir. En kötü dehşetler karşısında dahi umutsuzluğa kapılmayan ve her türden aptallığa meyli olmayan, ayık, sabırlı insanları yaratmak zorunludur. Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği.” (Gramsci)
Bu süreci aklın kötümserliği ve iradenin iyimserliği rehberliğinde inşa edebilecek bir siyasetin gerekliliği ilk tokalaşma anından beri ortada. Her türden aptallığa meyli olmayan, ayık, sabırlı insanların ön plana çıkması gereken bir süreç ne hikmetse Bahçeli’lere, Ufuk Uras’lara, Cengiz Çandar’lara bırakılmaktadır. Siyaset alanın uzmanları/profesyonelleri
bilinçli olarak bu konularda kurucu ve öncü olmaktan ya geri durmaktadır ya da gereken hızda müdahaleler yapmamaktadır.
Siyasi olan herşey toplumsallaşabilir; önemli olan, iktidar ilişkilerini görünür kılmak ve onların üzerine çözümler ya da çelişkilerin örgütlenmesini sağlayabilmektir. Siyasallaşma, iktidarın kendi gündemini egemen kılmak için sahnelediği oyuna katılmak yerine, muhalefetin meşruiyetini ve gücünü artıracak şekilde bu oyuna müdahale etmeyi gerektirir. İktidar bugün bir çıkmazda ise bu çıkmazı daha da zorlayıp çözümü zorunlu kılmak veya bu iktidarın faşizme yönelme hamlesi ise bu hamleyi boşa çıkarmak doğrultusunda öncülük etmektir.
Demokratik siyaset unsurları bu ikisini de yapmadan, verili durumu idare ederek gündeme ayak uydurmaktadır. Bu da mevzuyu nasıl ele aldıkları konusunda hala bir kafa karışıklığı olduğunu göstermektedir. Böylesi bir anda ne kötümser bir akıldan ne de iyimser bir iradeden bahsedebiliriz.
Demokratik siyaset aygıtları öncelikle bu kafa karışıklığını gidermelidir. Barışın toplumsallaşması söylemi ile buradan çıkış yolu bulunamaz. Barış mücadelesinin toplumsal uzamları bu talebi siyasal zemine taşıyabilecek kadar mücadele etmiş ve Bahçeli’ye bile tecritten, Abdullah Öcalan’ın umut hakkından bahsettirebilmiştir. Bundan sonrasına “teşekkür
etmekle” yetinecek bir siyaset kurulamaz.
Bir şeyin siyasallaşması, toplumsal mücadelenin sonucunda artık yasal, kültürel, ekonomik ve sosyal anlamda atılacak adımların somutlanması ve var olan araçların bunun için zorlaması demektir. Siyasal kurumlar bu adımları atmıyorsa bundan otomatikman toplumsal mücadele yeterince üst yapıyı zorlamıyor sonucu çıkarılamaz. Toplumsal mücadeleye de bu anlamda öncülük edecek üst yapıyı açacak anahtarı oluşturmak da siyasallaşmanın gereğidir. Bahçeli’nin bunu dediği yerde yeterince toplumsallaşmış anlamı dışında birşey çıkmaz. AKP-MHP’nin bunun gereğini nasıl yapmak zorunda kalacağı da artık Meclistekilerin siyaset alanında iktidar ile temas yakınlığında bulunanların görevidir. Bunu da toplum yapacaksa, siz ne diye oradasınız demezler mi?
Tarihsel deneyim iktidarın faşizm ve savaş dışında ihtimali olmadığını gözler önüne sererken, demokratik siyaset içerisinde iktidarın bir çözüm sürecine girebileceğine dair tüm söylemlerin aslında iktidara hizmet ettiğini söylemeden, topyekün bir siyasal teşhir ve tecrit politikasıyla ele almadan barış mücadelesi örgütlenemez. Toplumun kayyumlara karşı direnmesini, tecrite karşı kitlesel itirazlarını dile getirmesini beklerken, meclisin rutin yasama
süreçlerine devam etmesi ile veya siyasal faaliyetin bunu bir kampanyaya dönüştürmediği bir hal ile ilerleme olamaz. İktidarın kurmaya çalıştığı gündemin öncelikle muhalefeti bölüp, mümkünse bir kısmını yanına alarak yeni bir iktidar dönemi yaratma çabası olduğunu görmeden bu oyunun ne oynamak ne de “barış süreci” doğrultusunda dönüştürmek mümkün olabilir.
Faşizmi kurumsallaştıracak, muhalefeti korporatizmin bir parçasına dönüştürecek bir sürece karşı iki noktayı çok net bir şekilde kristalize etmek ve politikanın merkezine almak gerekiyor. Birincisi iktidar yenilmeden barış gelmeyecek, ikincisi bu yenilgiyi tüm muhalefet güçlerinin birleşmeden gerçekleşmesinin imkansız olması. Tüm muhalefet güçlerinin birleşmesi iktidarın mutlak olarak yenilmesi anlamı taşıması gerekir. Mücadelenin bu düzeyde siyasallaşması sağlanmadan barışı sürecinin oluşması da beklenemez.
Faşizm sürecinde bir barışın nasıl olacağını merak eden Bahçeli’nin çağrısındaki teslimiyet sözlerine bakabilir. Bu çizgiye teslim olmamak için elbette ki, barış mücadelesinin kitleselleşmesi gereklidir. Ancak barış mücadelesinin kazanılması ise, muhalefetin parçalanmadan, kendi iç çelişkileri altında atalete sürüklenmeden faşizmin yenilmesinden geçer. Politika yapan kurumlar için bu bir tercih noktası olarak algılanıyorsa toplumda bugüne kadar birikmiş barış politikasının yeniden tanımlanması gerekir. Belki de siyasilerin barışın toplumsallaşmasından kastı da bu yeni tanımlamanın toplumsallaşmasıdır. Bunun arkasına da dolayımsız bir dizilme ve kendiliğinden kitleselleşme de beklenemez.
Erken Seçim Etrafında Birleşik Mücadele
Barış mücadelesini kazanmak ve faşizmin yenilmesini sağlamak için yerel seçimlerde geriletilen iktidara zayıf yanlarından yüklenmeye devam etmek, en önemlisi de alternatif bir iktidarın olabileceğini topluma anlatmak gerekir. Tüm demokrasi güçlerini kapsayan açık bir cephe kurulması, barış talebinin bugünkü siyasal ifadesi olacaktır. Muhalefet güçleri henüz bu programı oluşturacak durumda değil, fakat ortak bir direniş umudunu hissettirebilmiştir.
Bu ortak mücadelenin taleplerini net bir şekilde ortaya koymak ve demokratik araçların bu talepleri sahiplenmesini sağlamak gerekmektedir. İktidarı değiştirme mücadelesinin önünde ise muhalefetteki bazı unsurların ikircikli tutumları dışında büyük bir engel görünmemektedir. Toplum, yerel seçimlerde AKP-MHP iktidarını istemediğini açıkça ifade etmiştir. Bundan sonraki süreç, siyasi öncülerin bu talebe nasıl karşılık vereceklerine bağlı olarak
şekillenecektir.
İktidar blokunun azraili gibi görünen bugünkü erken seçim talebi, aynı zamanda barış imkanlarını oluşturma talebidir. Faşizmi gerileterek ve onun mutlaklaşmasına çelme takarak bu süreç çoktan başlamış durumdadır; şimdi onu “aklın kötümserliği ve iradenin iyimserliği” ile ilerletmek gerekmektedir.