Bilge liderin uzattığı elle, adını “barış” koymaya henüz kimsenin dilinin varmadığı bir “süreç” yaşanıyor. Malum, barışın büyülü halesine kapılmanın maliyeti çok ağır oldu. Söylem seçkinleri, belki de bundandır, bu kez çok daha temkinli bir görüntü sergiliyorlar. Uzun süren bir bekleyişten sonra Kürt meselesi ana akım kamusal mecralarda yeniden konuşulurken, siyasi Kürt figürler dışlandıkları siyasal alana yeniden giriş yaptılar. Öte yandan, uzatılan elin arkasında yatan devlet aklına dair muhtelif senaryolar dolaşıma girmekte: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ömür boyu başkan kalabilmesi ve başkanlık rejiminin anayasal tahkimi için, mevcut siyasi rejim Orta Doğu’da ve Suriye’de çok sıkıştığı için, devlet Kürt siyaseti karşısında geçmişte hiç olmadığı kadar üstünlük sağladığı için; çözüm karşıtı olan ultra milliyetçiler eliyle çözüm başarıya ulaşacağı için; ABD-İsrail ittifakının yayılmacı ve bölücü projesine karşı ön almak için… Olası bir sürecin öteki muhatabı olan Kürt hareketinin manevra kabiliyeti ise “alet olmak” ve “aldatılmak“ ile sınırlandırılıyor. Siyasi Kürt figürlerin böylesi bir sürece temkinli de olsa iyimser bakmasını anlamdıramıyorlar. Kimi alternatif kamusal mecralar dışında, Kürt meselesinin esasını oluşturan eşitsizliğin çözümüne dair bir anlatıya ise neredeyse hiç rastlamıyoruz.
O halde ne yapmalıyız ve meseleye nereden bakmalıyız? Bu buğulu siyasi atmosferde yapılacak en hayırlı şey devletin saklı aklını ve gizli hesabını deşifre etmek veya geleceği öngörmek yerine, çatışma çözümü ve barışın inşası noktasındaki dünya deneyimlerini göz önünde bulundurarak, 2013-2015 dönemi müzakere geçmişini hatırlamalıyız. Güney Afrika’dan Güney Amerika’ya uzanan dünya deneyimlerine baktığımızda gördüğümüz bilanço şöyle özetlenebilir: 1. Devlet, çeşitli şartlar onu bu şekilde tutum almaya zorladığı için, müzakere süreçlerini başlatır. 2. Başlatılan müzakere süreçleri ilk denemede çoğunlukla başarısız olur. Başarısızlığın sebepleri muhtelif olmakla birlikte şu başlıklarda toparlanabilir:
- Müzakereler şeffaf yürütülmediği, yeterince toplumsallaşmadığı ve özellikle kadınlar sürece dahil edilmedikleri için.
- Aracı mekanizmalar hukuki bir güvenceye kavuşturulmadığı için.
- Tıkanma durumlarında taraflar arasında hakemlik yapacak uluslararası gözlemci heyetler devreye sokulmadığı için.
- Başlattığı süreci yine devlet sonlandırmaktadır.
- Sürecin sonlandırılması sonrasında çıkan çatışmalar çok daha sert ve kanlı olmaktadır.
- Baskı ve şiddet dolu aradan sonra devlet yeni bir süreç başlatmaktadır.
Türkiye’de 2013-2015 müzakere süreci yukardaki özetlediğim dünyada yaşanan çatışma ve çözüm süreçlerinden pek farklılaşmadığını görüyoruz. O halde uzun ve yıkıcı bir aradan sonra bir süreç ihtimalinin yeniden belirmesi ve özellikle böylesi bir sürecin sağcı militarist bir rejim tarafından başlatılması şaşırtıcı gelmiyor.
Bu bağlamda, gelecekte olabilecek bir sürecin esasından çok ilk olarak güncel tartışmaların usulünü konuşmak gerekir. Her şeyden evvel müzakere süreçleri iki tarafı olduğundan tarafların ve kamusal seçkinlerinin birbirlerini simgesel olarak tanıması gerekir. Sadece güçlü olanın/Erdoğan rejiminin siyasi rasyonalitesine ve beklentisine göre analiz yapmak ezilenin iradesini ve beklentisini görmezden gelmek anlamına gelir. Her iki tarafın da taktiksel ve stratejik hamleleri söz konusudur. Bu karşılıklı ilişki asimetrik olsa da sürecin asıl seyrini belirleyen bu dinamiktir: Devlet az vererek/kısmen tanıyarak ötekini nötralize etmek ve sisteme entegre etmek isterken, ezilenler meşruiyet alanlarını genişletmek, tanınmak ve nihayet hukuki bir statü kazanmak için müzakere sürecine dahil olurlar. Bu bağlamda devletin baskıcı politikadan müzakereye sürecine dönmesi, ezilenlere (demokratik) siyaset yapma kapısını aralayarak onları simgesel olarak güçlendirir.
İleriki safhalarda tartışmamız gereken kadim teorik soru ise şudur: Esası demokratikleşme olan yapısal bir meseleyi anti-demokratik bir rejim çözebilir mi? Kürt meselesinin çözümü ancak mevcut siyasi ve idari rejimin demokratikleşmesi ile mümkün ise eğer, statüko dönüşmeden/ya da en azından mevcut hükümet değişmeden böylesi zor bir yapısal bir mesele çözülür mü?
O halde mesele, şimdilik, muktedir olanın sinsi oyunlarını ifşa etmek/gizli niyetini boşa çıkarmak ise, barış talebini Devlet’in elinden alıp tabanda yaygınlaştırmak, boşa çıkarmanın en güvenli ve etkili yöntemidir. Yani, gizli emelleri veya taktiksel hamleleri boş çıkarmak ancak barış talebini toplumsallaştırma ile yani barışın herkesin çıkarına hizmet eden ortak bir talep haline getirilmesi ile mümkündür. Barış sadece Kürtlerin değil Türklerin talebi haline gelirse, Kürtler kadar Türkler de barışı talep eder duruma gelirse o zaman “gizli niyetler” ve “sinsi oyunlar” amacına ulaşamaz. Zira Kürt meselesi olarak ifade edilen mesele nihayet bir Türk meselesi veya Türklerin Türkiyelileşmesi meselesidir. (Yeri geldiği için Türklerin Türkiyeleşmesine dair 2013 yazında T24’te yayımlanan yazımın linkini buraya bırakıyorum). Sosyolojik olarak ifade edersek, bu mesele esası itibariyle, maddi ve simgesel anlamda, bir eşitsizlik meselesidir. Kanun önünde eşit yurttaşlık vaadi, gerçekte deneyimlenen eşitsizliği telafi etmekten ziyade, üstünü örterek süregelen kurumsal inkarın temel aracıdır. Biraz alengirli bir ifade olacak ama, Kürtler eşit olmadan Türkler özgür olamaz diyebiliriz.
Elbette, eşitsizlik egemen kimliğe belirli maddi ve simgesel avantajlar ve duygusal tatmin imkânı verir, bu konfordan gönüllü bir vazgeçişi beklemek naif gelebilir. Ne var ki konforun maliyeti, (üstünlüğün sağladığı) hazdan ve (ucuz emeğin sağladığı) maddi avantajdan çok daha ağır olabiliyor. Nitekim Türkiye’de devletin bir türlü demokratikleşememesinin, kurumsal bozulmanın ve derinleşen ekonomik eşitsizliğin asıl müsebbiplerden bir tanesi de bu meselenin çözümsüz bırakılmasıdır. Çözümsüzlük, egemen kimliğe dayanan rejimi tahkim etmeye yararken, onu sürekli huzursuz ve istikrarsız kılan da bu çatışma düzenidir. Bu düzen sadece ezilenleri dışlayarak, ötekileştirerek travmatize etmez, aksine egemen kimliğin de ahlakını bozarak onu insanlıktan çıkarır. Yani, çatışma ortamı, keyfilik, siyasi otoriterlik, hukukun siyasallaşması, ahlaki çürüme ve yükselen bireysel ve organize suç oranları ve çeteleşme olarak egemen kimliğe geri döner ve böylece onu da rehin alır. Bu bakımından, demokratik muhalefet barışı tabanda yaygınlaştırarak, onun herkesin talebine dönüştürülmesine mesai harcamalı, inisiyatifi iktidar seçkinlerinin insafına bırakmak bir yana dursun, daha aktif ve cesur bir yerden konumlanmalıdırlar.