KORKUT AKIN yazdı: “Bafra, en çok insan öldürülen yerlerdendi, faşistlerin egemen olması için her şey yapılıyordu elden gelen. Bafralılar, tütün üreticileri, öğretmenler direniyorlardı canla başla. En sevdiği çorbayı bile daha bir kaşık daldırmadan bırakıp koşuyordu Recep Kaygusuz.”
KORKUT AKIN
Hüzün bazen öyle belirleyicidir ki, her şeyi unutturur insana. Yalnızken düşer aklınıza, kurtulamazsınız onun kara, yapışkan ve ezen ağırlığından. Ne kadar güçlü olursanız olun, ne kadar dost, yardımsever, barış yanlısı ve umutlu olun, o ezici ağırlık okunur gözlerinizden.
Baldırıçıplaklar, bir dönemi -ki hayatlarının en güzel, en canlı, en umut yüklü, ama bir o kadar da acı, hüzün yüklü, karamsar yıllarıdır- bir arada yaşayanlardır. Şöyle bir dönüp baktığınızda, o döneme, yine de mutludurlar, anarlarken, boşuna bakarsınız gözlerine, coşku ve aşk hâlâ sönmemiş, ışıl ışıldır.
Sözlü tarih budur!
70’li yıllar, bir yandan umudun, bağlı olarak toplumsal muhalefetin yükseldiği; bir yandan da acıların katmerlendiği, ‘devlet eliyle öldürülenlerin’ giderek arttığı, ölü sayısı üzerine kumar oynanan yıllardır. Bu süreç, sadece bu gün yaşayanların değil, kuşaklar sonra yaşayacak olanların da bilmesi gereken, karanlıkta kalmaması gereken dönemdir. Nasıl olmuş da olmuş, niye olmuş, nasıl yönlendirilmiş… kasap çengeli örneği soru işaretleri sıralanır peş peşe; biri yanıtlanmadan soru yumağı altında kalıverir insan.
Taşrada yaşananlar daha bir farklıdır büyük kentlerde yaşananlardan. Herkes birbirini tanır, bilir, ilişkisi vardır az ya da çok, buna da bağlı olarak utanır, üzülür, kaygılanır… tabii, insanlıktan nasibini almışsa. Biraz daha da zordur; insanlar sizi muhakkak görür, bilir, haber alır bir şekilde, legalsinizdir yani.
Avukat Recep Kaygusuz, faşist kurşunların aramızdan aldığı arkadaşının adını vermiş oğluna… Oğlunu da yitirince o amansız hastalıktan… ikisinin birden anısını yaşatmak amaçlı Mete Vural Kaygusuz imzasıyla yayımlamış anılarını… Kızılırmak Ovasında, taşı eksen biter denilebilecek verimli topraklarda, insanların çektiği yoksunluk ve yoksullukları anlatıyor. Kolay değil, çok çalışmak ama az kazanmak.
Samsun’u bilir misiniz?
İki avukat arkadaştılar (hâlâ da birlikte çalışıyorlar, ayıramadı onca baskı onları). Gözü kara, tuttuğunu koparan, devrimcilerin vefalı dostu, faşistlerin yalanlarını yüzlerine vuran, buna bağlı olarak savcıların özellikle mahkemede korkulu rüyası iki avukat. Hem arkadaş hem danışman hem yoldaş hem de öğretmendiler, hâlâ da öyle. Kitapta “patron” ve “ortak” olarak geçen bu iki arkadaşın söylediklerine güvenmeyen var mıydı o yıllarda? Ya inanmayan? Mümkünü yok, bir kişi bile bulamazsınız…
Sadece Samsun merkezde değil, tüm ilçelerine yetişirlerdi, komşu illere de… Karadeniz bölgesindeki devletle ilgili tüm sorunlarda gençler de, öğretmenler de, işçiler de, mahalleli de yanlarında bulurdu ikisini de. İkisi de korkusuzca savunurlardı gerçekleri ve insanları. Tütün üreticilerinin örgütlendiği derneğin tiyatrosunda da emekleri var.
Antifaşist mücadele…
Bafra, en çok insan öldürülen yerlerdendi, faşistlerin egemen olması için her şey yapılıyordu elden gelen. Bafralılar, tütün üreticileri, öğretmenler direniyorlardı canla başla. En sevdiği çorbayı bile daha bir kaşık daldırmadan bırakıp koşuyordu Recep Kaygusuz. Aradan geçen bunca yıldan sonra, gidip sorsanız herkes anlatacaktır, şimdi bile. Kuşaktan kuşağa aktarılacak bir destandır bu, Alaçamlı İsmail (yeni ameliyat oldu, geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz) ile…
“Bütün (esas mı oldu sonradan?) gücümüzle sınıfa gideceğiz” diyen Kurtuluş grubunun etkin militanı olarak çalışan Avukat Kaygusuz, antifaşist mücadelenin öne geçtiğini, çalışmaların engellediğini, projelerini hayata geçiremediklerini anlatıyor.
Burada durup bir soluklanmak gerek… Çünkü geçmişin değerlendirmesi var ki, hemen hiçbir grup kendi içinde sözlü tarih çalışması yapmış olsa bile, bu denli çarpıcı anlat(a)mıyor yaşananları. Bir yerde, “şeflik” çıkıyor öne, bir yanda “bizim takım en iyisiydi” mantığı. Kabul edin artık: Yenildik. Bırakın yeni insanlar gelsin, yeni düşünceler doğsun, yeni görüşler tartışılsın, yenilensin her şey.
Duyarlılık ve sekterlik…
Belki tek tek herkes duyarlı, titiz ve başarı için çalışıyordu… Sekter grupçu (hizipçi) tutum(lar) engelliyordu (hala da engelliyor) her şeyi.
DİSK Bölge Temsilcisinin bile görevden alınmasının temelinde yatan neydi? Yanıtı bugün bile verilemez. Cenazede bile yaşanan sol içi şiddetin bir anlamı var mıydı? Kim savunabilir böyle bir şeyi bu gün? Bugün de arzu edilen “birlik” o zaman niye son anda yapılamadı? Devrimci Eylem Birliği (DEB) oluşturulamayınca “çatlayan testi iple sarılarak” mı korundu bütünlük?
…bilmem, bu soruların hepsi var “Baldırıçıplaklar”da olanca çıplaklığıyla. Okuyup görmek gerek. Okuyup o zamandan bu zamana geçen bunca yılda nelerin değişmediğini (değiştiğini de kuşkusuz) görmek gerek.
Kitap 12 Eylül ile bitiyor… Peki, sonra ne oldu? Neler yaşandı? Nelerle yüzleşebilindi? Kimlerle…
Baldırıçıplaklar –On Gün Ayakta, Mete Vural Kaygusuz, Anılar, Yaşananlar, Kendi Yayınları, Eylül 2017, 368 s.
İsteme adresi: bornovakitapcisi.com