ÇEVİRİ – Michael Sandel’ın New York Times’daki yazısını Birhan Edip çevirdi: “Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde, diğer ayrıcalıksız gruplara karşı önyargıyla karşılaştırıldığında, az eğitimli insanları aşağılama eğilimi daha çok göze çarpıyor ya da daha hızlı kabul görüyor.”
SiyasiHaber
Joe Biden’ın başkanlık seçimleriyle ilgili gizli bir silahı var: Demokrat partinin son 36 yıldır gösterdiği adaylar arasında, Amerika’nın en iyi ve en köklü sekiz üniversitesinin oluşturduğu Ivy League (Sarmaşık Ligi) okullarından mezun olmayan tek aday. (1)
Bu durum, Biden açısından politik bir güç. Donald Trump’un siyasi çekiminin en büyük kaynaklarından biri, meritokratik (2) elit kesime karşı hissedilen kinden faydalanmak. Trump seçilene kadarki süreçte, Demokrat Parti, bir dönem partinin temelini oluşturan işçi ve orta sınıf seçmenlerinden uzaklaşarak ve orta üst sınıfa daha çok yaklaşarak teknokratik liberal bir partiye dönüştü. 2016 yılında, üniversite diploması olmayan beyazların üçte ikisi Trump’a oy verirken, Hillary Clinton’ın seçmenlerinin yüzde 70’inden daha fazlası ileri derece eğitime sahip kişilerdi.
Selefleri gibi Ivy League diplomasına sahip olmamak, Demokrat Partinin geçtiğimiz yıllarda ilgisini çekmekte zorlandığı işçi sınıfıyla Biden’ın daha kolay bağ kurmasını sağlayabilir. Daha da önemlisi, Biden’ın adaylığının bu tarafı, bizlerin de çağdaş liberalizmi tanımlayan bu mertokratik siyasi projeyi tekrar değerlendirmemize sebep olmalı.
Bu projenin kalbinde iki fikir yatıyor: İlki, küresel teknoloji çağında yüksek öğrenim sahibi olmanın sosyal saygı, maddi başarı ve sosyal hareketlilikte ilerlemenin anahtarı olduğu. İkincisi ise, eğer herkes yükselmek için eşit şansa sahip olursa, en tepeye gelenler yeteneklerinin getirdiği mükâfatları hak eder düşüncesi.
Bu düşünce şekli çok tanıdık ve hatta Amerikan rüyasını tanımlayan bir biçime sahip. Ancak, görünen o ki, yalnızca son birkaç dönemdir siyasete hükmediyor. Yeteneğe dayalı bir başarı vadetmesine rağmen, karanlık bir tarafı da var.
Sosyal saygı ve değerli çalışmanın ön koşulunun üniversite diploması olduğu fikri etrafına politika kurmak, demokratik hayat üzerinde çürütücü bir etki yaratıyor. Bu durum diploması olmayanların toplumsal yaşama ve siyasete katkılarını değersizleştiriyor, toplumun az eğitimli üyelerine karşı bir önyargıyı besliyor, çoğu çalışan insanı, seçilmiş hükümetin dışında bırakıyor ve siyasi tepkiyi kızıştırıyor.
Trump’a kadar gelen on yıllara hükmeden ve temsil ettiği popülist isyana dair ana akım siyasi düşüncenin, özellikle Demokratlar arasında sıklıkla dillendirilen, temel argümanı şuydu: işgücüne düşük ücret ödenen ülkelere iş sağlayan bir küresel ekonomiyle karşı karşıyayız ve bu kalıcı bir durum. Merkezde duran siyasi soru ise şuydu; bu durumun nasıl değişeceğinden ziyade, mevcut durumun maaşlar üzerindeki yıkıcı etkisini hafifletmek ve elit profesyonellerden oluşan büyülü halkanın, dışındaki işçilerin iş bulma olasılıklarını kısmen gidermek için bu duruma nasıl adapte olunacak?
Cevap ise şu: İşçilerin de “küresel ekonomi içerisinde yarışıp kazanabilmeleri için” eğitim yeterlilik belgelerini geliştirmek. Böylelikle, eşitsizlikle mücadele etmenin yolu yüksek öğrenim aracılığıyla sosyal hareketlilikte ilerlemeyi teşvik etmek oluyor.
Eğitimde başarıyla yükselmenin geleceği söylemi siyasi yelpaze içerisinde Hillary Clinton, Barack Obama, George W. Bush ve Bill Clinton gibi siyasiler tarafından birçok defa dile getirildi. Ancak, bu söylemin taraftarı olan siyasiler, sundukları meritokratik toplum içerisinde söylemin kendisinin yarattığı üstü kapalı şu hakaretin farkında değil: “Eğer üniversiteye gitmediysen ve yeni ekonomik düzeni geliştirmiyorsan, başarısızlığın senin suçun.”
Amerikalıların çoğunun (neredeyse üçte ikisinin) dört yıllık üniversite diploması olmadığını hatırlamak önemli. Meritokrasi destekçileri, işçilere dönüp işçilerin mevcut sorunlarının sebebi olarak aldıkları yetersiz eğitimi gösterdiklerinde başarı ve başarısızlık kavramlarını ahlaki olarak değerlendirmiş oluyor ve farkında olmadan yeterlilik belgesi sahibi olmayı teşvik ediyorlar. Bu durum, üniversite diploması olmayanlara karşı sinsi bir önyargı oluşturuyor.
Diploma önyargısı, meritokratik kibrin bir semptomu. 2016 yılına kadar gelen süreçte, çoğu işçi, iyi eğitimli elit sınıfın onlara lütuf gösterir gibi üstten baktığını düşünerek tedirgin olmaya çoktan başlamıştı. Bu şikayet tabii ki birdenbire oluşmadı. Yapılan anket çalışması, birçok işçi sınıfına mensup seçmenin hissettiğini destekler durumda: Irkçılığın ve cinsiyetçiliğin gözden düştüğü bir dönemde (yok olduğu değil), diploma yeterlilik ısrarı en son kabul edilebilecek önyargıdır.
Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde, diğer ayrıcalıksız gruplara karşı önyargıyla karşılaştırıldığında, az eğitimli insanları aşağılama eğilimi daha çok göze çarpıyor ya da daha hızlı kabul görüyor. ABD, Britanya, Hollanda ve Belçika’da gerçekleştirilen bir dizi anket kapsamında Toon Kuppens’in liderlik ettiği sosyal psikolog ekibi, üniversite diploması olan katılımcıların diğer ayrıcalıklı gruplarla kıyaslandığında az eğitimli insanlara karşı daha önyargılı olduğunu keşfettiler. Araştırmacılar, çeşitli gruplara mensup ayrımcılık mağdurlarına olan davranış biçimlerini incelediler. Avrupa’daki liste içerisinde Müslümanlar, yoksullar, aşırı kilolu insanlar, körler ve az eğitimliler yer alırken, ABD’de bu listeye Siyahiler ve işçi sınıfı da eklendi. Tüm bu gruplar içerisinde, en az sevilen kitle az eğitimliler oldu.
Üniversite mezunu elitlerin az eğitimli insanları küçümseyen bakış açılarını ortaya çıkarmak dışında, anket aynı zamanda elit kesimin bu önyargılarından utanmadığını da gösteriyor. Irkçılığı ve cinsiyetçiliği eleştiriyor ancak az eğitimli kesime karşı negatif tutumları konusunda pişmanlık duymayan bir tavır sergiliyorlar.
2000li yıllara kadar gelen süreçte, üniversite diploması olmayan vatandaşlar yalnızca küçümsenmiyor, aynı zamanda ABD ve Batı Avrupa’da seçim mevkilerinde fiilen yer almıyorlardı. ABD Kongresindeki Temsilciler Meclisi üyelerinin yüzde 95’i ve senatörlerin yüzde 100’ü üniversite mezunu. Diploma yeterliliğine sahip azınlık, diploması olmayan çoğunluğu yönetiyor.
Bu durum, her zaman böyle değildi. İyi eğitimli kitle, Kongre içerisinde her zaman orantısız bir şekilde temsil ediliyordu ancak 1960’lı yıllarda seçilmiş temsilcilerin dörtte birinin üniversite diploması yoktu. Son 5 yılda, Kongreye seçilen kitlenin ırk, etnik köken ve cinsiyet alanlarında çeşitliliği artarken, eğitim diploması ve sınıf alanlarında çeşitliliği azaldı.
Diploma sınıflandırmasının bir sonucu da işçi sınıfından gelen çok az insanın seçilmiş mevkilere ulaşabilmesi. ABD’de, iş gücünün neredeyse yarısı işçi sınıfı kategorisindeki ağır iş, hizmet sektörü ve büro işi olarak tanımlanan işlerde çalışıyor. Ancak, Kongre üyelerinin yalnızca yüzde 2’sinden daha azı seçilmeden önce buna benzer iş alanlarında çalışmış.
Bazı kesimler, iyi eğitimli üniversite mezunları tarafından yönetiliyor olmanın pişman olunacak bir şey değil, hoş karşılanacak bir durum olduğunu ileri sürüyor. Tabii ki hepimiz apandisit ameliyatımızı iyi eğitimli doktorların yapmasını isteriz. Yüksek eğitime sahip liderler, bizlere en kusursuz kamu politikalarını ve en mantıklı siyasi söylemleri verebilecek donanıma sahip değiller mi?
Tam olarak değil. Kongredeki siyasi söylemlerin müşkül durumuna şöyle bir göz atmak bile bizi durdurmalı… Doğru yönetmek, yalnızca teknokratik deneyim değil, aynı zamanda kamu yararının üzerinde durabilme ve hayatın tüm alanlarındaki vatandaşlarla özdeşleşebilme kabiliyetini gösteren sivil erdem sahibi olmayı gerektiriyor. Ancak tarih, siyasi sağduyu kapasitesi ve elit üniversitelere kabul olabilme becerisi arasında çok az korelasyon olduğunu gösteriyor. “En iyi ve en parlak” olanların toplumu az eğitimli vatandaşlardan daha iyi yönetebileceği düşüncesi meritokratik güç zehirlenmesinden doğan bir masal.
Eğer yükselişin hitabeti ve teknokratik erdemin saltanatı bizi yanlış yola sürüklediyse, ahlaki ve siyasi arzunun şartlarını yeniden nasıl biçimlendirebiliriz? İnsanları meritokratik bir yarışa hazırlamaya odaklanmak yerine, diploması olmayan ancak yaptıkları işlerle, yetiştirdikleri ailelerle ve topluluklara sundukları hizmetlerle topluma önemli katkıları bulunan insanların hayatını daha iyi bir hale getirmeye çalışmamız gerekiyor. Bunu yapabilmek için emeğin ve yapılan işlerin itibarını yenilemek ve bu kavramları siyasetin merkezine koymak gerekiyor.
Aynı zamanda, başarının anlamını tekrar değerlendirmek ve meritokratik güç zehirlenmemizi sorgulamamız gerekiyor. Toplumun ödüllendirdiği becerilere sahip olmak için biz mi uğraştık yoksa bu durum yalnızca bir şans mıydı?
Hayatın içerisinde şansın rolünü takdir etmek, tevazu kavramını ortaya çıkarabilir. Buradayız, Tanrının yardımıyla, kaza eseri ya da kaderin gizemi sayesinde dünyaya geldik. Bu tevazu ruhu, şu an ihtiyacımız olan sivil erdemin ta kendisi. Bizi ayıran hırçın başarı etiğinden geriye döndürecek bir başlangıç noktası şu olabilir: Liyakat baskısından sıyrılarak, daha az kindar ve daha çok bonkör bir toplum hayatına doğru giden bir tavır.
- Prof. Dr. Michael J. Sandel: Harvard Üniversitesi Siyaset Felsefesi Profesörü
- Çeviri: Birhan Edip
- Orijinal Kaynak: Michael Sandel: Disdain for the Less Educated Is the Last Acceptable Prejudice https://www.nytimes.com/2020/09/02/opinion/education-prejudice.html?smtyp=cur&smid=tw-nytopinion
- 1. Ivy League (Sarmaşık Ligi): ABD’nin Kuzeydoğu bölgesindeki Harvard, Yale, Princeton, Cornell, Columbia, Brown, Dartmouth ve University of Pennsylvania adlı sekiz vakıf üniversitesinin oluşturduğu dayanışma ligine verilen addır. Aslında bir spor ligi olarak kurulmuş, ancak zamanla daha geniş bir anlama kavuşmuştur. Günümüzde Sarmaşık Ligi, akademik mükemmellik, öğrenci kabulünde seçicilik ve elitizm ile bağdaştırılmaktadır. Bugüne dek görev yapan 45 Amerika Birleşik Devletleri Başkanının 16’sı Sarmaşık Ligi üniversiteleri mezundur.
- 2. Meritokrasi: Yönetim gücünün, eğitim durumuna, yeteneğine, kişilerin bireysel üstünlüğü olan kişilere devredildiği yönetim biçimidir. Eğitime ve yeteneğe dayalı liyakat sistemdir.