Ali Ekber DOĞAN yazdı – Dün, 16 Mayıs Cumartesi günü, dünyanın çeşitli ülkelerinden 3000’i aşkın aydın-akademisyen 25 dilde “Salgından ve Krizden Çıkış Deklarasyonu” ilan ettiler. Deklarasyon 31 ülkenin 36 gazetesinde yayımlandı. Ali Ekber DOĞAN sıcağı sıcağına Deklarasyonu değerlendirdi.
16 Mayıs Cumartesi günü 25 dilde 3000’i aşkın aydın-akademisyenin “İşi Demokratikleştir, Metasızlaştır, İyileştir” başlıklı çağrısı, 31 ülkenin 36 gazetesinde ilan edildi. Frankofon kadın akademisyenlerin ön ayak olduğu (orijinalinin Fransızca olduğunu tahmin ettiğim) ve sosyal liberalinden, Keynesçisine, Marksistine, “otoriter popülizme” karşı herkesi kapsamaya çalışan Deklarasyonun, imzacı yelpazesi gibi oldukça eklektik bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Bu yüzden olsa gerek, amiyane tabirle “Fransızca konuşan” bir metinle karşı karşıyayız.
Imzacı sayısı 4000’i aşan Deklarasyonun malul olduğu bu sorunlar, insanlığın kendisini ve pek çok canlı türünü neden bir türsel yokoluşun eşiğine getirdiğini de çok iyi yansıtıyor. Bunca aydının daha tutarlı ve umut yaratıcı bir zeminde bir araya gelememesi, durumu düzeltmenin hiç de kolay olmadığının göstergesi… Bu durumu aynı zamanda, 2011-2014 arasındaki son büyük isyan dalgasının sonuçsuz geri çekilişinden sonra, neofaşist/despotların küresel hakimiyetiyle sürdürülen neoliberal (a)normalin, dünya çapında siyasetin alanını darlaştırmasının ve muhalif geçinenleri de birbirinin sesine sağır bir atomizasyona itmesinin sonucu olarak görmek gerekiyor.
Bu yazıyı yazmamın nedeni, yalnızca metni masaya yatırıp, eleştirmek değil, bir durum muhasebesi yapmak. Zira, imzacılardan biri de benim. Niye imzaladım: şu koşullarda bile neoliberalizmde ısrar eden egemenlere karşı çoğul bir ses çıkarmak ve salgın, ekonomik kriz, iklim krizi, küresel otoriterleşmenin karanlığı insanlığın ufuklarını kapatırken, içerdiği “Yeşil Yeni Mutabakat”, “temel-mal ve hizmetlerin piyasa-ilişkileri dışına çıkartılması”, “tam istihdam” gibi önerilerle başlayan hakim ekonomi-politiğe alternatif tartışmalarının, uzun süredir neoliberal (a)normali aşmaya dönük “Evrensel Temel Gelir”, “Çalışma saatlerinin düşürülmesi”, “Mali oligarşinin zaptürapt altına alınması” gibi siyasa önerilerine doğru genişletilerek gündemleştirilmesine vesile olabilir diyerek metne imza attım. Tabii, bu tartışmalarla büyüyecek entelektüel-kültürel birikimin, önümüzdeki yıllarda yaşanması kuvvetle muhtemel sosyal patlamaların ekososyalist bir doğrultuya doğru kaydırılması için de bir altlık oluşturacağını da düşündüğümü ekleyeyim. Diğer bazı gerekçelerimi de deklarasyona dönük eleştirilerimin sonunda belirteceğim. Bunları yazdıktan sonra eleştirmen koltuğuna geçebilirim…
Doğru Başlayıp, Müphem Devam Eden ve Kafası Karışık Noktalanan Bir Metin
Salgın süresince temel mal-hizmet üretimi ve sağlık-bakım işleri çalışanlarının hayatın üretim ve yeniden üretiminde ne denli kilit önemde olduğunun anlaşıldığını söyleyerek başlayan deklarasyon, dünyanın dertlerine bu yeni bilgi üzerinden deva bulunabileceğini söylüyor. Bu iyi bir başlangıç noktası olmakla birlikte, bunun üzerine kurgulanmış gibi görünen metnin gizli öznesinin özel işletmeler (mülk sahipleri/hissedarlar) olması çarpıcı bir yamukluk yaratıyor. Söylenen özetle şudur: ‘emek süreçlerini işyeri/işletme yönetimine çalışanların katılımıyla demokratikleştirir, işi meta olmaktan çıkarırsak daha fazla istihdam yaratılacak, üretim süreçlerinde de doğayla uyumlu tasarım değişiklikleri mümkün olabilecektir”. Özel mülkiyetin sınırlandırılmasına dair kapsamlı öneriler geliştirmeden, “işin metasızlaştırılması” önerisi çok anlamlı gözükmüyor. Sermayenin işçiyi -belli ücret karşılığında- işyerinde özel mülkiyete tabi üretim araçlarıyla bir araya getirdiği her durumda çalışmanın ürünleri metalara dönüşür. Ücretli çalışanın ortaya çıkmasına vesile olduğu karşılığı ödenmemiş değerin tahakkümüne maruz kalması anlamında meta-fetişizmi de buradan çıkar. Emeğin veya işin metalaşması günümüz kapitalizminin özgül bir ürünü değil, başından beri bu sistemin yapısına mündemiç bir realitedir. Bahsedilen metalaşmadan kurtuluş ancak işçinin işgücünü pazarda satışa çıkarmasının koşullarının ortadan kalkmasına bağlıdır.
Deklarasyonda, Marksist değer yasasını yamultarak formüle edilen “işi meta olmaktan çıkarmak” önerisinin gerçekleşmesi için Keynesçiliği anıştıran ancak onun bile çok gerisine düşen önlemlerse şunlardır: 1) Belirli sektörleri “serbest piyasa” yasalarından korumak ve 2) Tüm insanların işe ve işin getirdiği insanlık onuruna erişimini sağlamakiçin istihdam garantisi yaratmak. Bu iki önlemden birincisinin 2. Dünya Savaşı sonrasındaki Keynesçi-Fordist uzlaşma sayesinde gerçekleştiğini, ikincisininse bugünkü artan teknoloji yoğun üretim koşullarında çalışma saatlerini kısaltmadan mümkün olmadığını görmek gerekir. Evrensel temel ücret ve çalışma saatlerinin ciddi biçimde düşürülmesi gibi on yıllardır gündemde olan, mücadelesi verilmiş önerileri gündeme getirmeden önerilen, istihdam garantisinin ‘şu anda sosyal, ekonomik ve çevresel sorunlara karşı verdiğimiz mücadelede kolektif kabiliyetlerimizi ne olçüde artıracağı’ ciddi anlamda su götürür. Finans oligarşisininin metalaşmadaki rolü görülmeden ve bu sermaye fraksiyonunu kontrol etmeye dair birşey söylemeden Keynesçiliğin birkaç boyutunu gündeme getirmenin de çok cılız kalacağını belirtmek isterim.
Çıkış önerileri bu şekilde “ortaya konduktan sonra, son iki paragrafta; bugüne kadar işyeri demokrasisi deneyimlerinin hep nakıs kaldığına dair metne düşülen Marksizan kayıtlar ve onlara verilen utangaç yanıtlarla ilginç bir görüntü ortaya çıkmıştır. Eleştirileri koyulaştırarak verecek olursam:
Mevcut kapitalist sistemde emek, gezegen ve sermaye arasında bir denge bulunmaya çalışıldığında, kaybedenin hep emek ve gezegen olduğundan emin olacak kadar deneyimimiz var. Cambridge Üniversitesi’nden Cullen, Allwood ve Borgstein'ın araştırmalarının (Envir. Sc. & Tech. 2011 45, 1711-1718) gösterdiği gibi: üretim süreçlerindeki uygulanabilir değişiklikler, global enerji tüketimini %73’e kadar azaltabilir. Ancak bu değişiklikler, şirketlerin kısa vadede daha fazla emek ve maliyet gerektiren kararlar almasını gerektiriyor. Bu tür değişikliklerin getirdiği zorluklara rağmen, birçok sosyal girişim ve kooperatif, hibrit hedefler (ekonomik, sosyal ve çevresel) belirlemenin ve demokratik yönetişim mekanizmaları ile yönetilmenin mümkün olduğuyla ilgili umut veren çalışmalar yapmakta. Fakat kârlılığı tüm kararların merkezine oturtan, kâr maksimizasyonunun tek odak noktası olduğu anlayışla yönetilmeye devam eden şirketlerin -enerji maliyetlerinin de hızla düştüğünü göz önüne alındığında- gerçekten bu gibi değişiklikleri yapacaklarına inanıyor musunuz?
Kendimizi daha fazla kandırmayalım. Verecekleri kararların somut sonuçları olmadıkça, sermaye sahiplerinin ve şirketlerin çoğu, ne emekleriyle şirketleri var eden insanların onurunu umursayacaklar ne de yaklaşan çevresel felaketle mücadele edecekler. Bunların gerçekleşmesini umutsuzca beklemektense, dünyadaki yaşamın sürdürülebilirliğini sağlamanın başka bir yolu var: şirketleri demokratikleştirmek, işi meta olmaktan çıkarmak ve insanı ve emeğini sadece bir “kaynak”tan ibaret görmekten vazgeçmek.
Bu denli birbiriyle çelişen anlayışlar ne diye aynı metne dahil olmuşlar sorusunun yanıtını, sosyal muhalefet güçlerinin fikri dağınıklığına ve anti-kapitalist sistem karşıtlarının bu toplam üzerinde etkilerinin sınırlılığına bağlamak gerekir. Özellikle Marksistlerin bu tür eklektik mahfillerden kopup, bütünlüklü ve tutarlı bir manifestoyla çıkış yapma konusundaki eski özgüvenlerinden yoksun oluşları ve bunu doğuran uzun dönemli hegemonya krizini gözardı edemeyiz. Bu nedenlerle, finans oligarşisinin her krizde kapitalist formasyonun sine qua non’u diye tekrar dayattığı neoliberal yağma ve yıkımla, onun andaki otoriter lümpen burjuva siyasi yürütücülerine (Trump-Modi-Tayyip-Bolsanaro’lara karşı) olan herkesi aynı potada toplama çabasının ürünü eklektik bir deklarasyon çıkmıştır.
Son iki yıldır sol siyasetin gündeminde bulunan Yeşil Yeni Mutabakat çağrısıysa metinde sınırlı biçimde ve ekolojik temelli değil de iş ve işletme temelinde demokratikleşmenin dolaylı ürünü biçiminde kurgulanmıştır. Metni sığlaştıran bu non-ekolojist yaklaşım yeni tip bir Keynesçiliği çağrıştırsa da kamu kaynakları ve olanaklarının aktarılacağı bütüncül bir siyasa olarak Keynesçiliğin 20. Yüzyıldaki biçiminden de çok uzaktır. Özellikle finans spekülasyonlarını engellemeye yönelik Bretton-Woods sistemi, güçlü kamu girişimciliği, artan oranlı (ilerici) vergilendirme, tam istihdam, iç pazarı genişletmek için güçlü sendikalar ve toplu sözleşme sistemleri, gelişkin sosyal güvenlik sistemlerine dayanan sosyal devlet gibi unsurlardan oluşan Keynesçi model, yukarıda andığımız on yıllardır tartışılan talep-önerilerle desteklense, ortaya yeni bir sosyal adaletçi ve ekolojist düzen talebi çıkabilir, aydınların bu deklarasyonu da daha umutvar bir çıkış olabilirdi. Tekrar etmek gerekirse, tam istihdam yerine çalışma saatlerinin ücretleri düşürmeden yarı yarıya azaltılması, insanca geçimi sağlayacak bir gelir güvencesinin ücretli çalışmaya endekslenmekten çıkartılması, bunun için herkese yurttaşlık geliri verilmesi, doğal müştereklerin metalaştırılmasına son verilip, özel ellerdekilerin yeniden müşterekleştirilmesi, temel mal-hizmetler ve sağlık-sosyal bakım alanında kamunun alanını genişletirken, onların yeni müşterekleşme zeminleri biçiminde kurgulanması, bu tür mal-hizmet üretim süreçlerinde çalışan ve hizmetten yararlananların yer alacağı konseylerle özyönetimci mekanizmanın kurulması gibi önlemlerin yanında o önlemlerin daima gözeteceği doğal çevrimleri onarmaya yönelik ekolojist önlemlerin de bu yeni mutabakatın köşe taşları olarak düşünülmesi gerekir.
Peki ya Nedir Bu Yeşil Yeni Mutabakat?
Yeşil Yeni Mutabakat (YYM) sistem içinde sorunları çözecek bir yeşil kapitalizm değil, varolduğu sürece doğanın ve insan teklerinin düşmanı sermaye egemenliğini ortadan kaldırmaya dönük anti-kapitalist bir kurtuluş yolunda, ekolojik yıkımı durdurmaya dönük geçiş talepleri olarak düşünülmelidir. YYM 21 Temmuz 2018’de İngiltere’de deklare edildiğinde, şu önlemleri içeriyordu:
- Enerji verimliliği ve mikro-jenerasyon için devlet tarafından 'her binayı bir güç istasyonu'na dönüştürecek yatırım ve teşvikler;
- Kırsal ve kentsel altyapının yeniden inşası ve bu esnada düşük karbonlu binlerce yeşil işin yaratılması;
- Norveç'te kurulduğu gibi, devletin yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğine yaptığı harcamalar için kaynak yaratmak amacıyla petrol ve gaz şirketlerinin karları üzerinden ekstra vergiler alınması;
- Yeşil yatırımları teşvik için, İngiltere'nin finansal sistemindeki değişiklikler -İngiltere Merkez Bankası'nın faiz oranının düşürülmesi de dahil olmak üzere- finansal teşviklerin geliştirilmesi;
- Büyük finansal kurumlar -'mega bankalar'-ın daha küçük birimlere ve yeşil bankacılığa bölünmesi;
- Uluslararası finans sistemi yeniden düzenlenereki: finans sektörünün ekonominin geri kalanına hakim olmasına son vermek. Sermaye kontrollerinin yeniden uygulanmasını içerecek bu önlemlerden bir başkası da türev ürünler gibi egzotik finansal ürünlerin resmi denetiminin arttırılmasıdır;
- Finansal raporlama talep ederek ve vergi cennetleri üzerinde baskı yaparak kurumlar vergisi kaçakçılığının önlenmesi.
Bu öneriler daha sonra İşçi Partisi’nin sosyalist kanadından Jeremy Corbyn’in 2019 seçim kampanyası sırasında, ulaşım, sağlık, altyapı, sosyal konut, enerji gibi bazı sektörlerde kamulaştırma önlemleriyle beslenerek savunuldu. Benzer bir YYM programı, Şubat 2019’da ABD’de Demokrat Parti içindeki demokratik sosyalist senatörlerin senatoya sundukları önlemler paketinin adı oldu. Elektrikli araba, yüksek hızlı trenlerin teşvikinin yanında istihdamın ve asgari ücretin arttırılması, herkes için sağlık gibi eklemelerle gündeme gelen öneri, senatoda reddedildi. Buna karşın, YYM o tarihten itibaren Bernie Sanders’in başını çektiği “demokratik sosyalistler” ve “ABD’nin Gezicileri” diyebileceğimiz Occupy hareketinin Y Kuşağı içinde ekolojik yıkım sürecine ve derinleşen sosyal adaletsizliklere karşı yaygın biçimde savunulan bir üst söze/mottoya dönüştü. Dünyanın Dostları, Sunrise Hareketi, 360.org, Greenpeace gibi çevrelerin yanında, Batı Avrupa’da 2019’da işgal ve blokaj eylemleriyle ortaya çıkan doğrudan eylemci ekoloji hareketi Yokoluş İsyanı da YYM’yi, “İklimi değil, sistemi değiştir!” sloganı temelinde bir çözüm programı olarak benimsiyor. Eksik, muğlak ve sistem içi yanları olsa da YYM’nin Türkiye’deki ekolojist hareketler ve genelde de sosyal muhalefet güçleri arasında tartışılmasının zamanı gelmiştir. Bu yazı buna katkıda bulunabilirse kendisini başarılı adledecektir.
* Ali Ekber DOĞAN – Dr., Univeristät Siegen, KHK“li Muhriç Sosyal Bilimci