Ali Ergin Demirhan Sendika.Org’a yazdı: Devrimci siyasetin tasfiyesi, Türkiye sosyalist hareketinin X, Y, Z örgütlerine daraltılamayacak genel bir sorunudur ve bu gerçeklik ile yüzleşilmeden, mevcut örgütsel yapıların doğrusal gelişimi içinde aranan her tür öncülük çabası başarısızlığa mahkumdur. Meselemiz seçimlere yönelik taktikler ise ittifaklar, birlikler tartışılabilir. Ancak, sistemle derdi olan ve ona karşı direnme eğilimi gösteren toplumsal kesimleri devrimci iktidar mücadelesine sevk etmek anlamına gelen devrimci öncülük başka bir şeydir ve devrimci siyasetin yeniden inşasını gerektirmektedir
Artık en temel gereksinimlerini dahi karşılamakta zorlanan, bu sistem içinde yarının bugünden daha iyi olabileceği umudunu yitiren, tepesinde sallanan sopaya rağmen dişini sıkıp bekleyecek hali de kalmayan on milyonların karşısında sihirbazlık numaraları deneniyor. Bu, yaygın anlatının aksine sadece Tayyip Erdoğan tarafından sergilenen bir gösteri değil. Düzen içi muhalefet öncelikle ekonomik, toplumsal, siyasal krizin esas kaynağı olarak Erdoğan’ı gösterip, krizin sistemsel boyutunun önüne bir perde çekiyor. Sonra da tek ekonomik ilke olarak neoliberal dogmaları ve tek siyasi iktidar stratejisi olarak seçime gitmeyi göstererek, Erdoğan’ın elindeki alternatifleri yok sayıyor ya da küçümsüyor. Oysa tersine döndürülemeyecek bir çözülme sürecine girdiği netleştikten sonra, 2021’i geniş seçmen kitlesine değil militan tabana yönelik hamleler yaparak değerlendiren Erdoğan olağan bir seçime değil çatışmalı bir sürece hazırlanıyor, risk alıyor, elindeki imkanları sonuna kadar kullanıyor. Seçime odaklanma çağrıları ise, tavşanın gözüne tutulan fener gibi, geniş muhalif kesimleri pasifize ediyor ve çok boyutlu çatışmalar karşısında savunmasız kılıyor. Düzen içi muhalefet hakikatin önüne perdeler çekip halkın gözüne fener tutarken Erdoğan da on milyonların derdine derman olmayan ama muhalefetteki iddialı rakiplerini boşa düşüren numaralar yapabiliyor.
20 Aralık 2021’de Erdoğan’ın açıklamalarının ardından doların düşmesi numarası, “Geçinemiyoruz!” diyen on milyonların sorunlarına çözüm olmadı. TL’deki hızlı değersizleşmeden çok önce ve esas olarak neoliberal yıkım nedeniyle baş gösteren “geçinememe” sorunu mevcut kur seviyesi korunabilse dahi ağırlaşarak sürecektir. Ücret dışı geçim olanakları ortadan kaldırılarak çıplak ücretle geçinmeye zorlanan Türkiye işçi sınıfının mücadelesi de ekonomik mücadele basitliğine sığmayacak, sistem karşıtı politik bir tutumu gerektirecektir.
Ancak kurtuluş yolunu, sınıfsal içeriğinden ve neoliberalizm eleştirisinden soyutlanmış, hatta neoliberalizm savunusu üzerine kurulu[1] bir Erdoğan karşıtlığına indirgeyen düzen içi muhalefet sayesinde, iktidar yeni bir başarı öyküsü yakaladı. Geniş kitlelerde değilse bile militan tabanında güven duygusunu tazeledi, çözülmeyi tersine çeviremese bile frenledi. Erdoğan’ın esas başarısı ise, sorunu basitçe bir “kötü yönetim” sorununa indirgeyip “Erdoğan konuşmasa dolar düşer” benzeri sığ söylemlere sarılan düzen içi muhalefeti boşa düşürmesidir. Bu, muhalefetin ayaklarının yere basması açısından hayırlı da bir tecrübedir.
Ayakları yere basanlar… Yani Erdoğan’ın bir çözüm kapasitesi kalmadığı gibi bu sistem içinde de bir çözüm olmadığını pratik olarak gösterenler… Üniversiteler açılırken geceleri düzenledikleri park nöbetleri ile üniversitelilerin barınma sorununu siyaset gündemine sokan Yurtsuzlar ve Barınamayanlar… Üniversiteler açıldıktan sonra “geçinemiyoruz” forumları düzenleyen, tam da bu nedenle polis destekli örgütlü faşist saldırılara maruz kalan ve neoliberalizme karşı direniş ile faşizme karşı direnişi bir ve aynı süreç içinde örgütlemek gerektiğini gösteren üniversiteli gençlik örgütleri… 25 Kasım’da yine barikatları yıkan kadın ve LGBTİ+ hareketi… Kur krizinin patlaması ile “geçinemiyoruz” diye sokaklara dökülenler… İnsanca yaşamaya yetecek bir ücret için işyerlerinde ve havzalarda mücadele edenler… Faşist saldırılar karşısında meydanı boş bırakmayanlar… “Başka seçenek yok” diyerek temel hizmetlere zam yapmaya yeltenen muhalif belediyeleri “halkı değil iktidarı zorlayın” diyerek uyaranlar… Adalet için, doğa ve yaşam alanları için nöbetlerini sürdürenler… Yani “direniş fraksiyonu”, düzen içi muhalefetin bu başarısızlığını paylaşmamakta, hatta yer yer düzen içi muhalefeti de hakikati kabullenmeye ve sokağı kontrol altında tutma çabasıyla da olsa daha etkili bir muhalefet çizgisi izlemeye zorlamaktadır. Millet İttifakı’nın İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin tavır konusunda Saadet Partisi’ne değil kadın hareketine kulak vermek zorunda kalması, CHP’nin “geçinemiyoruz” eylemleri sonrası Mersin’den mitingler başlatması, Kılıçdaroğlu’nun Şenyaşarlar ziyareti örneklerinde görüldüğü gibi…
Peki düzen içi siyasi saflaşmanın dışında gelişen direniş eğilimleri, bir baskı unsuru olmanın ötesinde, kurucu bir iktidar hareketi olarak örgütlenemez mi? Düzen içi muhalefetten ayrı bir iktidar stratejisi ortaya konursa, “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” iktidarın işine gelecek bölücü bir rol oynamış olmaz mı?
En geniş birlik için sınıfsal bir bölücülük
Emek-sermaye çelişkisinin bütün hayatı kuşattığı ve kimlik temelli toplumsal ayrışmaların önüne geçmeye başladığı, neoliberal ideolojik hegemonyanın çözülüp sistem karşıtı sorgulamaların öne çıktığı, sermaye fraksiyonları arasında çıkar çatışmalarının yaşandığı, AKP’nin de bu temelde çözülmeler yaşadığı bir dönemdeyiz. Daha geniş bir bağlamda da neoliberalizme karşı mücadele ile faşizme karşı mücadelenin birbirinin koşulu haline geldiği bir dönemdeyiz.
İşte bu koşullarda işçi sınıfının öncülüğünde gelişecek bir anti-faşist direniş hareketi, bugünkü AKP karşıtı cephenin tamamını kapsamayacak, hatta direnişin önünde engel olması halinde muhalefete de muhalefet eden “bölücü” bir rol oynayacak ancak AKP iktidarını götürecek sürecin temel bir çizgisini oluşturacak ve AKP sonrası süreci yönetecek bir halk seferberliği yaratabilecektir. Çünkü ancak işçi sınıfı öncülüğündeki böylesi bir direniş hareketi, sınıfsal içeriği muğlak bir AKP karşıtlığını asli mesele olarak görmeyen geniş işçi sınıfı kesimlerini de anti-faşist mücadelenin diğer öznelerini de sistem karşısında aynı anda seferber edebilecektir. Böylece eşitlikçi yeni bir toplumsal düzeni arzulamakla Erdoğan iktidarının temellerinin atıldığı ama kendisini “orta sınıf” yapan kimi ayrıcalıklarını henüz yitirmediği “eski güzel günleri” özlemek arasında salınan küçük burjuvazi de düzen içi onarım projelerinin dayanağı olmaktan çıkıp direniş hareketine içerilebilir. Düzen içi sol da içeriden ikna çabalarıyla değil esas olarak böylesi bir “dış” müdahale ile sola çekilebilir.
İşçi sınıfının öncülüğü, direnişin hem “Erdoğan diktatörlüğünü” alt edebilmesinin hem de egemen siyasi saflaşmaya kurban gitmemesinin temel bir koşuludur. Sosyalist hareket içinde yürütülecek öncülük tartışması da ancak bu koşulu gözeterek, ayakları havada ve kendinden menkul bir politik iddia olmaktan çıkar.
Direniş fraksiyonu ve öncülük
Buradan itibaren “Direniş fraksiyonu”[2] yazısıyla başlayan öncülük tartışmasına geçebiliriz. Türkiye sosyalist hareketinde, sınıf mücadelesini ikincilleştiren ve anti-faşist mücadelenin gerekliliğini yadsıyan eğilimlerin yanı sıra günün siyasal çatışmasının dayattığı gerçeklikten ve sokaktaki gerçek hareketten doğup hem sistemin diyalektik karşıtı hem de sol yapıların fiili eleştirisi olarak alttan alta gelişen bir başka eğilimin var olduğunu savunmuş ve bunu da “direniş fraksiyonu” diye adlandırmıştık. Sistem karşıtı direniş eğilimlerinin günün politik çatışmasında devrimci bir alternatifin mümkün olduğunu gösterdiğini ancak mümkün olanın gerçekçi ve güvenilir bir adres olarak somutlaşması için direniş eğilimlerini sistem karşıtı içeriğiyle kavrayan bir politik programın oluşturulması, ona doğrudan eyleme ve özsavunmaya dayalı bir eylem çizgisi kazandırılması ve böylesi bir eylem çizgisinin ve kapsayıcılığın gerektirdiği çoklu görevlere uygun bir örgütsel yapının kurulması gerektiğini vurgulamıştık. Sosyalist hareketin dar örgütsel sınırlarında değil toplumsal muhalefetin en geniş yelpazesinde gelişen bir dinamizm olduğunu söylediğimiz direniş fraksiyonunun, sosyalist hareketi de yeniden şekillendireceğini öne sürmüştük.
Direniş fraksiyonu kavramsallaştırması ile kendiliğindencilik mi yüceltiliyordu? Devrimci öncünün rolü mü reddediliyordu? Kendi yenilgisini kabul edenler, savaşı sürdürenleri görmezden mi geliyordu? Bir öncülük imkanından söz ediliyordu ama nasıl olacaktı bu? Bu da bir tür birlik çağrısı mıydı? Yoksa değil miydi? Benzer sorular etrafında kaleme alınan polemik yazılarıyla[3] “öncülük” meselesini etraflıca ve samimiyetle ele almak için bir fırsat doğdu. Fırsatı değerlendirelim.
Önemli bir bölümü özeleştirel yaklaşımı sahiplenerek tartışmayı ilerletmeye odaklanan yazıları tek tek yanıtlamaya çalışmak yerine, daha çok itirazlara ve işaret edilen boşluklara dair bazı uçlar çıkarıp tartışmayı öyle ilerletelim.
İtirazlar esas olarak yazıda direniş eğilimlerinin idealize edildiği, politik öncünün rolünün ise küçümsendiği ya da yadsındığı iddiası üzerine kurulu. Bu itiraz yer yer, politik öncülük iddiasındaki sosyalist örgütlerin tartışma ve çabalarının yok sayıldığı iddiasıyla iç içe geçiyor. Etkili toplumsal mücadeleleri direniş fraksiyonunun örgütlediğinin savunulması, onun da sol yapıların fiili eleştirisi olarak anılması bu eleştirilerin dayanak noktası.[4] Bazı yazarlar da düzen içi siyasi saflaşma karşısında devrimci bir alternatifin gereklilik ve imkanlarının vurgulanmasını olumlu karşıladıklarını belirterek; parçalı direnişlerin bir programa, eylem çizgisine ve örgüt yapısına kavuşturulması gerektiğinden, yani en nihayetinden bir birlikten söz edenlerin neden benzer tespitler üzerine geliştirilen mücadele zeminlerinin ve birlik çabalarının dışında kaldığını sorguluyor.[5]
Her ne kadar başlığında “polemik” sözcüğü yer alsa da M. Ender Öndeş’in fazlasıyla şefkatli ama bir o kadar da zorlayıcı “Ali, Ayşe ve biraz polemik” başlıklı yazısında ise, “Direniş fraksiyonu”nda aslında bir öncülük imkânının tartışıldığı belirtilerek zor sorunun altı çiziliyor: Peki nasıl? Öndeş, “direniş fraksiyonunun bir programa, eylem çizgisine ve örgüt yapısına kavuşturulması” şeklinde tarif edilen görevin “bütün bu güçlerin bir çalıştayda toparlanması; sonra atölyeler kurup alan sorun ve çözümlerinin tartışılması; sonra bir sonuç bildirisi…” gibi, daha önce denenmiş uç uca bitiştirme çabalarıyla mümkün olmadığını hatırlatıyor. Farklı mecralara dağılmış potansiyel direnişçiler açısından hiçbir sözlü ya da yazılı davetin gerçek bir hareketin çağrı gücüne sahip olmadığını vurgulayan Öndeş’in, öncülük meselesine dair şu cümleleri özellikle dikkat çekiyor: “’Öncülük, sizin başkalarından devşirdiğiniz bir şey değil, kendinizden yarattığınız bir şeydir’ derken kastettiğimiz şey, öncünün kendini var etmesiyle ilgili. Belki bazılarımıza tuhaf gelecek ama burada ‘Öncü Savaşı’ kavramına geri dönmeyi deneyebiliriz. Evet, biliyorum, bu kavram, Mahir’de gerilla savaşının bir aşaması olarak şekillenmiştir ve elbette içeriği silahlı mücadeleye dayanır. Bunlar bilinen şeyler. Ancak, bir an için kavramı, kullanılan alet edevat biçimlerinden sıyırarak da düşünürsek, daha geniş bir çerçevede öncünün kendini kendi gücüyle inşası olarak yeniden algılayabiliriz. Kendini inşa etmek, önce kendini örgütleyip bir yol yaratmak, adım atmaktır.”
Tüm bu eleştiri ve katkıları birlikte düşünerek, önce bazı şüphe ya da yanlış anlamaları giderelim, sonra tartışmaya devam edelim.
Açık ve örtük itirazlar esas olarak, “direniş fraksiyonu” ile öncülüğün ve mevcut sosyalist örgütlerin güncel mücadelelerdeki rolünün reddedildiği, kendiliğindenciliğin yüceltildiği iddiası üzerine kurulu. Oysa “direniş fraksiyonu” ile ne öncüden ve örgütçüden yoksun bir kendiliğindenlik kastediliyor ne mevcut sosyalist örgütlerin bütünüyle dışında bir şey tarif ediliyor ne de öncünün gerekliliği yadsınıyor. Ancak mevcut sosyalist örgütlerin toplama-çıkarma işlemlerine tâbi tutulması ve karizmatik temsiliyetler yaratması ile çözülemeyecek bir öncülük sorunundan söz ediliyor. Seçimlere yönelik taktik ittifaklar kurmak, toplumsal mücadelelerin içinde bir biçimde var olmak, öncülüğe niyet etmek, sisteme meydan okumak, sistemin şiddetine maruz kalmak ve bedel ödemekle bugün sistemle derdi olan ve ona karşı direnme eğilimi gösteren toplumsal kesimleri devrimci iktidar mücadelesine sevk edebilecek bir politik rol oynayabilmek arasında fark var. Sosyalist hareket bu durumu sorun etmeyerek, işçi sınıfının bugünkü gerçekliğine dar gelen kabuklarını parçalama ve kendini kapitalizmi yıkan gerçek hareket içinde yeniden inşa gerekliliğini yadsıyarak günün öncülük rolünü oynayamaz.
Musa dağa gitmeli
Direniş fraksiyonu, günün toplumsal politik mücadeleleri içinde gerçek ve güçlü bir eğilim olarak vardır ancak direniş fraksiyonuna bakarak gerekli ve mümkün olduğunu söylediğimiz devrimci alternatif, halihazırda mevcut değildir. Bu, basitçe Türkiye sosyalist hareketinin mevcut örgütlü yapılarının kitlelere yaptığı çağrıların ya da sosyalist örgütler arası birlik çabalarının eseri de olmayacaktır. Sorun, çağrı yapanların ya da birlik girişimlerinde bulunanların beceriksizliği ya da samimiyetsizliği değil yapısal bir sorundur. Mevcut haliyle Türkiye sosyalist hareketi, Türkiye işçi sınıfını temsil etme, harekete geçirme ve politik iktidar mücadelesine sevk etme yeteneğinden önemli ölçüde yoksundur.
İşçi sınıfı muazzam bir genişleme yaşar ve daha önce sınıf mücadelesinin konusu olmayan toplumsal çelişkiler proleterleşirken, sosyalist hareketin yeni işçi sınıfı katmanları ve toplumsal mücadeleler ile örgütsel ve programatik bağları aynı biçimde gelişmemiştir. Tersine, ağır yenilgilerin yol açtığı gerilemeler ve gericileşmeler ile bu bağlar daha da zayıflamıştır. Sosyalist hareket ile işçi sınıfı arasında büyük bir açı oluşmuştur. Politik bilinci uzun yıllardır İslamcı ve milliyetçi sağ başta olmak üzere burjuva ideolojilerin etkisi altında şekillenen geniş işçi sınıfı kesimlerinin gündelik hayat içinde edindiği kendiliğinden sınıf bilinci, sınıfsal çelişkiler öne çıksa bile, sınıfın örgütlü pratik bir bağa gerek duymaksızın otomatik olarak sosyalist örgütlerin propagandasına açık hale geldiği anlamına gelmemektedir. Çünkü mevcut sosyalist aidiyet(ler) de günün sınıf mücadeleleri içinde kazanılan bir aidiyet değildir, geçmiş mücadelelerden miras kalan kimliklere daralmıştır. Bu nedenle de “sosyalist hareketin kendi kültürel imgeleri üzerinden yürüdüğümüzde sınıfsal çelişkilerin gerçek ahlaki öfkesini taşıyanlarla rastlaşmak, onlarla birleşmek ve onları örgütlemek çok mümkün olmamaktadır. Yapılması gereken, hayatın ve mücadelenin içinde o aidiyeti yeniden inşa etmektir. Sosyalist aidiyeti empoze etmek yerine kavganın içinden o aidiyeti inşa etmek gereklidir.”[6]
Ezcümle dağ Musa’ya gelmeyecektir, Musa dağa gitmelidir.
Bu, ne siyasi çatışmaya sırt çevirmek ne de öncülük iddiasını geri plana atmaktır. Dağ, Musa’nın öncülük imkânını açığa çıkaracağı siyasi mücadele ve örgütlenme alanıdır. İşçi sınıfının ileri unsurları ile organik bağların kurulması ve öncülük iddiasında olanların “ordusuz komutanlar” pozisyonundan kurtulması da ancak kitlelerin içinde yürütülecek nitelikli örgütlenme çalışmaları ile mümkündür.
Devrimci siyasetin tasfiyesine karşı
Eğer kastımız sosyalist kimliği burjuva siyaset düzleminde temsil etmenin ötesinde proletaryanın iktidarını kurmayı hedefleyen devrimci bir sosyalist siyaset ise, bu basitçe bir propaganda faaliyetine indirgenemez. İşçi sınıfının bağımsız çıkarları doğrultusundaki kitlesel örgütlenme ve seferberlikler üzerinde yükselir. Esas çağrısını da düzen tarafından imkânsız olduğu propaganda edilen şeylerin aslında mümkün olduğunu gösteren, hayatın olağan akışını değiştiren devrimci eylemiyle yapar. Mevcut burjuva devlet aygıtını yıkmayı ve işçi sınıfının iktidarını kurmayı hedefler. Bu nedenle de işçi sınıfını siyasetin taraftarı değil asli öznesi kılacak alternatif iktidar organları kurar, faşizmin / devletin şiddeti karşısında özsavunmasını örgütler.
Ne var ki bugünün “sosyalist siyaset”i ile “devrimci siyaset” arasında da bir açı bulunmaktadır. Mücadelenin evrimci, erken bir aşamasında bulunduğumuz için mi? Hayır. Neredeyse bir genel kabul olarak sistemsel krizin ve devrimci sınıfın/sınıfların varlığından, yani devrimin güncelliğinden söz ettiğimiz yerde bu açının başka, öznel bir nedeni vardır. O da ne sadece işçi sınıfından kopuklukla ne de sadece iktidar mücadelesinden kaçışla açıklanabilir. Her iki sorunu da içinde barındıran temel bir neden vardır: Devrimci siyasetin tasfiyesi.
Devrimci siyaset, 12 Eylül faşizminden reel sosyalizmin çöküşüne, 1990’lardan 19 Aralık Hapishaneler Katliamı’na, Gezi Direnişi’nin yenilgisinden 2014-2015 sonrası kontrgerilla koalisyonunun birbirini takip eden olağanüstü haller (savaş, terör, OHAL, hukuksuz Tek Adam rejimi, pandemi) yönetimine uzanan bütün bu süreçlerde alınan yenilgilerle tasfiye edilmiştir. Devrimci siyasi geleneklerin takipçileri yenilgilerin tortusu altında düzen-içileşmiş ya da marjinalleşmiştir. İmha operasyonlarını da içeren ağır saldırıların yol açtığı şey yenilgidir. Tasfiye ise esas olarak yenilenlerin, yenilgileriyle hesaplaşmak yerine yenilgilerini reddetmesi ve de yenilgilerin sonuçlarını akılcılaştırması ile yaşanmıştır. Devlet iktidarına karşı gelmenin imkansızlığı fikri genelleşmiş, sosyalist siyasetin temsil alanına sıkışmış bir ideolojik-kimlik siyasetine dönüşmesi olağanlaştırılmış, sosyalist hareketin işçi sınıfı hareketi olmadan da var olabileceği savunulur hale gelmiştir. Sorunu en keskin tabirlerle ifade etmek ve düzen dışı siyaset araçlarını kullanmak da kimseyi bu tablonun bir parçası olmaktan kurtarmaya yetmemektedir.
Lafı daha fazla dolandırmadan söylersek, devrimci siyasetin tasfiyesi, Türkiye sosyalist hareketinin X, Y, Z örgütlerine daraltılamayacak genel bir sorunudur ve bu gerçeklik ile yüzleşilmeden, mevcut örgütsel yapıların doğrusal gelişimi içinde aranan her tür öncülük çabası başarısızlığa mahkumdur. Meselemiz seçimlere yönelik taktikler ise ittifaklar, birlikler tartışılabilir. Ancak, sistemle derdi olan ve ona karşı direnme eğilimi gösteren toplumsal kesimleri devrimci iktidar mücadelesine sevk etmek anlamına gelen devrimci öncülük başka bir şeydir ve devrimci siyasetin yeniden inşasını gerektirmektedir.
Öncülük iddiasında olan, bu görev doğrultusunda önce kendisini yeniden inşa etmelidir. Öğrenmek ve öğretmek için, harekete geçmek ve harekete geçirmek için, örgütlenmek ve örgütlemek için “direniş fraksiyonu”na gitmeli, sadece bir seçmenler değil aynı zamanda direnişçiler toplumu olan Türkiye toplumunun direniş örgütlerini kurmalı, devrimci öncüyü de kendi kendini kanatmayı, kendi mevcut varlığından vazgeçmeyi göze alarak yeniden inşa etmelidir.
Öncülük iddiasında olan, devrimci bir yol açabilmeli, o yolda adım atmalıdır. Mücadeleye çağırmalı ama önden buyurmalıdır. Çağrısını kendi kendini propaganda ederek ya da bilinenleri tekrarlayarak değil, hayatın “olağan” akışını değiştiren ve imkânsız olduğu sanılanın mümkün olduğunu gösteren devrimci eylemiyle yapmalıdır.
Bir yerlerden başlamalı
Nedir günün devrimci eylemi? Direniş fraksiyonuna nasıl bir eylem çizgisi kazandırabiliriz?
Mesela, milyonların geçinemez hale geldiği yerde bütün gereksinimlerin metalaştırılmasına karşı mal ve hizmetlere parasız ulaşmanın da mümkün olduğu gösterilebilir. Halk toplu taşıma araçlarına para ödemeden binebilir; elektrik, su, doğalgaz kullanmak için fatura ödemek şart değildir, barınma ihtiyacı olanlar boş binaları kullanabilir, aç karınlar market raflarındaki ya da lüks lokantalardaki gıdaya erişebilir, ekmek bulamayanlar fırınları ve pastaneleri ziyaret edebilir, yoksullar zenginlerin kapısını çalabilir, sefalete itilenler gecenin sessizliğini bozabilir, geceleri aydınlatabilir, yolları kesebilir.
Mesela, sendikal hakların ve toplu sözleşme düzeneğinin hükmünü yitirmesi karşısında da işçilerin patronlara kendi taleplerini dayatabileceği, kendi işyerlerinde söz, yetki, karar sahibi olabileceği gösterilebilir. Patron işçinin örgütlü gücüyle ummadığı yerde ve ummadığı biçimde karşılaşabilir, işçi çalışmak istemezse “yasal grev” ilan edilmeden de iş durabilir ya da bir kent olmuştur işçi artık ve kentin genelinde hayat durabilir.
Mesela, kadın düşmanlığı, göçmen düşmanlığı, LGBTİ+ düşmanlığı vb. gibi faşizmin gündelik hayata yayılmış şiddetine karşı örgütlü özsavunma hareketleri gelişebilir.
Mesela toplantı ve gösteri özgürlüğünün izinli izole mitingler ya da az sayıda kadronun polis barikatlarıyla kuşatıldığı açık çağrılı eylemlerle sınırlı olmadığı, meydanların ve sokakların özgür ve etkili eylemlere açık olduğu gösterilebilir.
Mesela, faşizmin şiddet aygıtlarının karşı konulmaz, halkın da savunmasız olmadığı gösterilebilir. Parti binasının, üniversite kampüsünün, semt meydanının öyle kolay basılamayacağı; halkın gündelik sorunları ekseninde örgütlenen meşru kitlesel eylemliliklerin de özsavunma anlayışıyla örgütlenebileceği ve şiddet aygıtlarını sınırlayabileceği gösterilebilir.
Bunlar esasen gündelik hayatın içindeki çelişkilerden türeyip devrimci bir iktidar mücadelesine uzanan çatışmanın unsurları. Daha önce yapıldı. Çelişkilerin bu kadar keskinleştiği, öznenin bu kadar zenginleştiği, politikleşmenin bu kadar dolayımsızlaştığı bir dönemde çok daha iyisi yapılır.
İhtiyacı duyulan ama bir türlü kurulamayan birlik de ancak bu yeniden inşa yolunda gerektiğinde kendinden vazgeçip yan yana yürümeyi kabul eden, sadece sosyalist hareket içindeki canlı unsurları değil var olan sosyalist harekete mensup olmayan sosyalist ve örgütçü unsurları da içeren bütün bir direniş fraksiyonunun birliği olarak kurulabilir.
Dipnotlar:
[1] Yazının ana konusu olmadığı için genişçe ele alamadığımız bu soruna, Ferda Koç, “Neoliberalizmin cesedine ne yapmamalı” başlıklı yazısında odaklanmıştı. https://sendika.org/2021/12/neoliberalizmin-cesedine-ne-yapmamali-641201/
[2] Direniş fraksiyonu https://sendika.org/2021/09/direnis-fraksiyonu-630629/
[3] Sendika.Org için kaleme alınan ya da diğer sosyalist yayınlarda yayımlanıp da Sendika.Org tarafından alıntılanan ilgili bütün yazılar “Kriz, sınıf ve sosyalist strateji tartışmaları” başlıklı dosyada toplandı https://sendika.org/2021/11/kriz-sinif-ve-sosyalist-strateji-tartismalari-635972/. Geniş bir okuma yapmak isteyen okurun dosyadaki bütün yazıları gözden geçirmesini öneririz. “Direniş fraksiyonu” yazısındaki tartışmaya atıfta bulunarak yürütülen tartışmalar için ise M. Ender Öndeş’in “Ali, Ayşe ve biraz polemik” https://sendika.org/2021/10/ali-ayse-ve-biraz-polemik-633505/, Ayşe Düzkan’ın “bir kere daha öncülük üzerine” https://sendika.org/2021/10/bir-kere-daha-onculuk-uzerine-634542/, Oğuzhan Kayserilioğlu’nun “Yol ayrımına doğru” https://sendika.org/2021/10/yol-ayrimina-dogru-633095/, H. Selim Açan’ın “Bu işte bir terslik yok mu?” https://sendika.org/2021/10/bu-iste-bir-terslik-yok-mu-633729/ ve “Şu malum mesele: Öncülük” https://sendika.org/2021/11/su-malum-mesele-onculuk-636838/, Özgür Gelecek’in “Kör olasın demiyorum” https://sendika.org/2021/10/kor-olasin-demiyorum-ozgur-gelecek-634513/, Proleter Devrimci Duruş’un “Öncülük mü artçılık mı?” https://proleterdevrimcidurus2.org/2021/12/06/onculuk-mu-artcilik-mi/, Uraz Aydın ve Önder Akgül’ün “İnşa ve müdahale: Sosyalist strateji tartışması için notlar” https://sendika.org/2021/10/insa-ve-mudahale-sosyalist-strateji-tartismasi-icin-notlar-uraz-aydin-onder-akgul-imdat-freni-635338/, Nabi Kımran’ın “Kavranacak halka: Köprü başı tutmak” https://sendika.org/2021/11/kavranacak-halka-kopru-basi-tutmak-637277/, İsmail Güldere ve Hasan Sezgin’in “Sosyalist strateji tartışmaları ve birleşik devrimden kaçış” https://sendika.org/2021/11/sosyalist-strateji-tartismalari-ve-birlesik-devrimden-kacis-ismail-guldere-hasan-gezgin-umut-gazetesi-637354/, Can Çukurova’nın “Üçüncü yol versus üçüncü ittifak” https://sendika.org/2021/11/ucuncu-yol-versus-ucuncu-ittifak-can-cukurova-umut-gazetesi-637896/ Hüseyin Ateş’in “Bir ihtiyaç olarak devrimci önderlik” https://sendika.org/2021/12/bir-ihtiyac-olarak-devrimci-onderlik-huseyin-ates-el-yazmalari-639949/, Eylem Akçay ve Baran Gürsel’in “Sosyalist strateji, restorasyon ve sınıf siyaseti: Bugünle geleceğin ilişkisi nasıl kurulacak?” https://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com/2021/11/sosyalist-strateji-restorasyon-ve-snf.html?spref=tw ve Sinan Mert’in “Akışın hızına uyum sağlamak” https://www.karsimahalle.org/2021/09/14/akisin-hizina-uyum-saglamak başlıklı yazılarına bakılabilir.
[4] Özgür Gelecek’teki “Kör olasın demiyorum”, Umut Gazetesi’ndeki İsmail Güldere ve Hasan Sezgin imzalı “Sosyalist strateji tartışmaları ve birleşik devrimden kaçış”, Proleter Devrimci Duruş’taki “Öncülük mü artçılık mı?” yazıları bu itirazın yer yer ağır ithamlar eşliğinde dile getirildiği belirgin örnekleri. (PDD’deki yazıda yakın geçmişe dair kimi sorunlu tutum alışlar ve politik değerlendirmeler, adresi yanlış yakıştırmalarla tartışmaya konu edilmiş. Yazarın da dediği gibi “Arşivler ortada!”)
[5] H. Selim Açan’ın “Bu işte bir terslik yok mu?” ve Hüseyin Ateş’in “Bir ihtiyaç olarak devrimci önderlik” başlıklı yazıları.
[6] Metin Özuğurlu: “Sosyalist aidiyeti empoze etmek yerine kavganın içinden o aidiyeti yeniden inşa emek gerekli” https://sendika.org/2021/11/metin-ozugurlu-sosyalist-aidiyeti-empoze-etmek-yerine-kavganin-icinden-o-aidiyeti-insa-etmek-gerekli-638136/