SEÇTİKLERİMİZ: Ortadoğu uzmanı Mustafa Peköz, Ankara’nın NATO, ABD ve AB ilişkilerinde darbe aldığını ve önümüzdeki günlerde sürpriz gelişmelerin yaşanabileceğini söyledi. Peköz, Ankara’nın artık ne Irak ne Suriye ne de Kürt politikasının kaldığını vurguladı.
Uluslararası alanda istediğini alamayan Ankara'nın açmazı büyüyor. NATO'da konum kaybı, Avrupa Birliği üyelik müzakerelerinin dondurulması, ekonomik yaptırımlar ve Suriye iç savaşındaki gelişmeler, Ankara’nın dış politikada yaşadığı tıkanıklığı gözler önüne seriyor. Çalışmalarını Fransa'da sürdüren siyaset bilimci ve Ortadoğu uzmanı Mustafa Peköz, Mezopotamya Ajansı'ndan Deniz Nazlım'ın sorularını yanıtladı.
Türkiye hükümetinin son zamanlarda diplomasi alanında oldukça zorlandığı görülüyor. Türkiye'nin en stratejik ortaklığı NATO artık Türkiye ile "stratejik bilgi paylaşmadığı", "güvenilir aktör olmadığı" yönünde değerlendirmeler var. Türkiye'nin NATO ile ilişkisinin şimdiki boyutu nedir ve uluslararası arenada Türkiye'ye etkisi nasıl?
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası alanda oluşan politik güç dengeleri nedeniyle Türkiye’nin jeo-stratejik konumu oldukça önemseniyordu. ABD stratejisyenleri tarafından geliştirip uygulanan ‘Yeşil Kuşak Projesi’nin merkez üssü Türkiye olarak belirlendi. Türkiye’de onlarca NATO üssü kuruldu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla başlayan jeo-politik ve jeo-stratejik ilişkiler, bölgesel öncelikleri de farklılaştı. NATO’nun stratejik yönelimleri de değişti. NATO önceliklerinde değişiklik yaparken daha küresel bir askeri güç olmayı hedefledi ve üyelerini de bunu göre konumlandırmaya başladı. Üye sayısı artarken Romanya, Polonya gibi devletler ön plana çıkmaya başladı. Şunu belirtmekten yarar var: uluslararası ve bölgesel dengelerin değişmesiyle NATO’nun Ankara politikası ve ittifak ilişkileri değişme sürecine girdi.
Bu süreçte Ankara'ya nasıl bir rol biçildi ve halen sürüyor mu?
Türkiye’nin NATO stratejisi dışına çıkmak istemesi ve özellikle NATO’nun Ortadoğu askeri stratejisi dışında bir güç olmak arzusu, Ankara’ya yönelik politik ve askeri yönelimlerin tartışılmasına yol açtı. Alman güvenlik uzmanı, Brüksel ve Berlin’in stratejik yönelimlerini iyi takip eden Dr. Bernd Liedtke’nin “Türkiye NATO içerisinde eskisi kadar güvenilir bir aktör değil, hatta izlenimim, stratejik bilgilerin Türkiye ile paylaşılmadığı” yönündeki değerlendirmesi, NATO’nun Ankara’ya bakış açısını çok net olarak ortaya koyuyor. Bu sıradan ve tahmini bir değerlendirme değildir. Ankara’nın Çin’den füze savunma sistemleri almak istediği dönemlerde NATO’nun bir Alman generali, Ankara’nın bu kararını ‘NATO’ya ihanet olarak’ değerlendirmişti. Aynı durum Rusya’da alınmak istenen S-400 füze savunma sistemleri için de geçerlidir. Ortaya çıkan mevcut tablo şudur: NATO, hem Ankara’yı güvenilir bir müttefik olarak görmüyor hem de stratejik askeri bilgileri Türk Genelkurmayı ile paylaşmıyor.
Gülen cemaatine üye olduğu iddia edilen subaylar için de NATO Türkiye'ye "Türk subaylar terörist olamaz" cevabı verdi…
Ankara ile NATO ilişkilerinin önemli bir darbe almasının somut örneklerinden biri de bu meselesidir. NATO’da görevli, içinde generallerin de olduğu 200’ün üzerinde subayın Türkiye’ye iade etmeyen Brüksel komuta merkezinin yapmış olduğu açıklama bu bakımdan önemlidir: “15 yıldır değişik karargâhlarında görevli olan ve NATO’nun önemli sırlarına sahip deneyimli Türk subaylarının terörist olması mümkün değildir.” Bunun politik anlamı, NATO, Ankara’ya değil darbeci Gülen cemaatine güveniyor. NATO doğal olarak şöyle düşünüyor: 15 yıldır NATO’da görevli olan ve aynı zamanda NATO’nun çok önemli gizli bilgilerine sahip olan Türk subayların ‘terörist’ olması, NATO’nun güvenliği ciddi bir tehlike altında olduğu anlamına gelir. Bu nedenle söz konusu olan subayların Ankara’ya iade edilmesine karşı çıktı ve Almanya iltica etmelerine karar verildi.
ABD-Türkiye ilişkileri de Türkiye'nin uluslararası alanda sıkışmışlığını gösteren boyutuyla tartışılıyor. Örneğin, ABD Senato Dış İlişkiler Konseyi Türkiye sorumlusu Steven Cook’un “Türkiye müttefikimiz ama artık ortağımız sayılmaz” açıklaması. Yine Erdoğan'ın korumalarının ABD'de yargılanması ve ülkeye bizzat Erdoğan tarafından götürülmemesi konusu. Bu gelişmeler ne anlama geliyor, tartışıldığı kadar önemli sonuçları olabilir mi?
Senato Dış İlişkiler Konseyi Türkiye sorumlusu Steven Cook’un görüşü kişisel bir değerlendirme olmayıp, Amerika’nın değişen yönelimlerini ortaya koyuyor. Daha ciddi bir durum söz konusudur. ABD Senatosu Dış İlişkiler Komisyonu’nun en kıdemli üyesi Ben Cardin, Ankara’nın Rusya’dan S-400 satın almasını “Eğer bu satış ilerlerse, öyle görünüyor ki bu, Rusya-İran-Kuzey Kore yaptırımları yasasının 231'inci maddesinin olası ihlalini oluşturur” açıklaması son derece ciddi bir uyarıdır. Ankara’nın Kuzey Kore ile aynı kategoriye konulması ne anlama geliyor? Bu soruya Trump BM açılışında verdi: “Gerekirse Kuzey Kore’yi haritada sileriz.” Peki, Kuzey Kore ile aynı kategoride görülmesi muhtemel olan Ankara’ya ne denilecek? Mesele ciddidir. Söylenen sözler öylesine kafadan söylenmemiştir. Washington’un Ankara stratejisindeki değişimi ortaya koyuyor.
Böyle bir ortamda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın BM Genel Kurulu toplantısından sonra ABD Başkanı Donald Trump ile yaptığı görüşmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Görüşmede, Türkiye’de şişirildiği gibi ciddiye alınabilir bir sonuç ortaya çıkmadı denebilir. Görüşmenin tamamı 50 dakika sürdü. Bunun yarısı tercümelerle geçti, 10 dakikası bir bakıma karşılıklı ısınma ve geriye kalan 15 dakika. Bunun bir başka ifadesi, Ankara ile Washington arasında, Gülen’in iadesi, Erdoğan’ın korumalarının durumu, Zarrab ve Çağlayan davası, Erdoğan’ın iktidarını İran ve Kuzey Kore ile kıyaslanması gibi ciddi politik kararların bulunması gibi devasa sorunlar bulunuyor. Bunların hemen hiç biri konuşulmadı. Mesele zaman süreci değil. Üç saatlik bir görüşme yaparsınız ama somut hiçbir karar alamasınız. 15 dakika konuşursunuz çok önemli konularda çözümler üretirsiniz. Erdoğan-Trump görüşmesine bakıldığında, Erdoğan’ın gündeme getirmek istediği konuların hiçbiri konuşulmadı.
Erdoğan'ın Trump'a "Dostum" diye hitap etmesi dikkat çekti…
Uluslararası ilişkilerde ve diplomaside dostluk yoktur, devletlerin stratejik çıkarları vardır. Bu esasen psikolojik bir korkunun yansımasıdır ve devletlerin ilişkilerinde hiç ama hiçbir önemi yoktur. Donald dediğinde, Zarrab-Çağlayan hakkındaki karar değişti mi? Değişmedi. Korumalarına ilişkin tutuklanma kararı kalktı mı? Kalkmadı. Gülen’in iadesine dair tek bir adım atılmasına dönük bir işaret verildi mi? Verilmedi. Demek ki Donald demekle bu işler çözülmüyor ve Trump’ın da “Erdoğan ile dost oldum” demesi sadece bir gönül okşama ve aldatma hareketidir.
Peki, görüşme Türkiye’nin beklentilerine yanıt verdi mi?
Sadece bölgesel meseleler üzerine bir kaç nokta konuşuldu. Ankara’nın sıklıkla gündeme getirdiği PYD/DSG güçlerinin silahlandırılmasını durdurulması isteğine karşılık bir söylem dile getirildi mi? Getirilmedi. Tersine son iki günde Demokratik Suriye Güçlerine yüzlerce TIR silah gönderildi. Güney Kürdistan’daki referanduma karşı askeri tatbikatlara başlayan Ankara, Erdoğan’ın Amerika dönüşünde dilini önemli oranda değiştirmesi askeri tehditten hiç söz etmemesi, ABD’de yapılan görüşmelerle ilgili olduğu açıktır.
Donald olarak hitap etmenin bir önemi olmadığı, dostum demenin politik kararlara hiçbir yansımasının olmayacağı tersine kendisine çeki düzen vermesi uyarısı aldığı çok açıktır. Bu bakımdan Ankara ve Erdoğan, bir kez daha ABD’de eli boş döndü, temennilerini iletmek dışında bir sonuç çıkmadı. ABD, kendi politik kararlarını ve bölgesel politik stratejisini kesintisizce uyguluyor. Erdoğan, bu gerçeği bir kez daha gördü. Erdoğan, dosyayı açıp, söz konusu konuların ana başlıklarını dahi okuma fırsatına sahip olmadı. Olan tek şey “Ey Trump” yerine bu kez “Dostum Donald” kelimesinin geçmesi oldu.
ABD'de Reza Zarrab dosyası uzun süredir tartışılırken şimdi de eski Bakan Zafer Çağlayan dava dosyasına eklendi. Türkiye'den gelen "Kötü kokular alıyoruz" açıklamaları var. Davayı takip eden biri olarak, eski bir bakanın davaya eklenmesinin olası sonuçları ve politik karşılığı nedir?
Dikkat ederseniz Erdoğan, Washington’a giderken korumalarını götürmedi. Daha önce kovup tekrar getirttiği yeğenini yanına aldı. Korumaları hakkında tutuklama kararı çıkartan ABD, birkaç uygulamaya birden geçebilir. Birincisi, korumalar hakkında İnterpol’de arama kararı çıkartılması ciddi olarak tartışılıyor. İkincisi, korumaların ABD silahlarının kullanılmasına yasak getirildi.
Erdoğan’a ikinci darbe Zarrab davasının genişletilerek eski bakan Zafer Çağlayan, Halkbank eski Genel Müdürü Süleyman Aslan, bankanın uluslararası operasyonlardan sorum Genel Müdür Yardımcısı Levent Balkan ve Zarrab'ın çalışanı Abdullah Happani hakkında tutuklanma kararının verilmesidir. Zarrab merkezli başlayan operasyon, doğrudan Erdoğan’a ve iktidarına yönelik açık bir operasyondur. Uluslararası gelişmeler dikkatli okunduğunda Erdoğan iktidarı için uluslararası boyuttu olan bir dava süreci başlamış bulunuyor.
Bu iki önemli gelişmenin sonucuna dair bir öngörünüz var mı?
Erdoğan’ın korumaları hem de eski bakan Çağlayan hakkında tutuklanma kararı çıkarılması esasen hedefindeki kişinin Cumhurbaşkanı olduğunu gösteriyor. Uluslararası ilişkiler ve hukuku gereği Erdoğan hakkında tutuklama kararı verilmesinin oldukça zor olması nedeniyle çevresindeki kişiler hakkında tutuklama kararı verilerek, Erdoğan için çember daraltılmakta hareket alanı oldukça kısıtlanmaktadır. Erdoğan’ın BM’de yaptığı konuşmada küresel devletlerden temsilcilerinden dinleyenlerin sayısı birkaç kişiyi geçmiyordu. Bunun politik bir mesaj olarak verildiği çok açıktır.
Almanya bir yandan seçimlere giderken, bir yandan da Türkiye ile ilişkiler derinleşiyor. Almanya'nın, Türkiye'ye yönelik olası ekonomik yaptırımları olabilir mi? Almanya tarafından yapılan açıklamalar göründüğü kadar ciddi mi yoksa seçimlere odaklı danışıklı dövüş hali mi var?
Berlin ile Ankara arasındaki ilişkiler tahmin edilenden çok daha derin ve stratejiktir. Birinci Dünya Savaşı’ndan beri bu ilişki kesintisizce devam etti. Berlin ilk kez Ankara ile ilişkilerini gözden geçirdi ve açık tutum aldı. Berlin’in Erdoğan merkezli Ankara siyasetinin değişiminin en önemli yansıması ekonomik kararların devreye konulmasıdır. Ankara askeri ve politik olarak ABD’nin yörüngesinde olsa da, Almanya’nın çok açık bir ekonomik hegemonyası var. NATO’nun kararıyla darbeci Gülen cemaatine bağlı olan subay ve diplomatların Almanya’ya iltica etmesiyle başlayan gerilim ilişkileri çok yönü etkiledi. Almanya ilk kez esnek ve sabırlı politikayı bıraktı ve ciddi bir saldırıya girdi.
Almanya’nın yaptırım hedefinde neler var?
İki nokta var. Birincisi Ankara’nın ekonomik olarak kuşatılması ve zayıflatılması, ikincisi AB sürecinin askıya alınması. Bu politika önümüzdeki ay toplanacak olan AB Başkanlar Konseyi zirvesinde netleştirilecek. Ankara ile üyelik müzakerelerinin durdurulması, askıya alınması, gümrük anlaşmasının yenilenmemesi, ekonomik ambargonun sınırlarının belirlenmesi gibi birçok yaptırım devreye girebilir. İlginçtir, Türkiye’ye yönelik ekonomik ambargonun ilk adımı ABD-AB şirketlerin ortak kararıyla askeri alanda görülmeye başlandı. Türk ordusuna askeri yedek parça ve teçhizat tedarik eden şirketlerin örtülü ambargoya başladıklarına dair veriler görülmeye başlandı. Bunun bir başka anlamı, ekonomik ablukanın küresel bir düzeyde uygulanabileceğidir.
Yakın süreçte Ankara için "üyelik müzakerelerinin askıya alınması" gündemi en önemli yaptırım olarak değerlendiriliyor.
Sorun şu; üyeliğin tamamen durdurulması mı? Yoksa bir süreliğine askıya alınması veya sürecin ciddi oranda yavaşlatılması kapıların tamamen kapanmaması mı? Sanırım ikinci şık ağırlıklı olarak ön plana çıkacaktır. Özellikle Gümrük Birliğindeki değişiklikleri durdurulması, ekonomik ilişkilerin sınırlandırılması ve politik sürecin hissedilir düzeyde yavaşlatılması olarak sıralamak mümkün. AB ekonomik ve politik merkezi olan Almanya istediği taktirde kendi önerilerini geçirtir. Ama hemen her üyenin kabul ettiği ortak Ankara kararı çıkar.
Irak Federe Kürdistan Bölgesi’nde "bağımsızlık referandumu" yapılacak. Türkiye çok sert tepkiler veriyor, hatta sınırda askeri tatbikat düzenlendi, askeri müdahale gibi konular gündeme getirildi. Referandum süreci Türkiye'yi neden zorluyor, bölgede Türkiye hareket alanına etkisi ne olacak?
Şunu çok açık olarak belirtmek gerekir: Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bugünkü politik koşullar içerisinde bu hakkın kullanılması için almış olduğu referandum kararı meşrudur. Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içinde yaşayan halkların self-determination yani “ayrılma hakkının” referanduma sunulmasına hangi gerekçeyle olursa olsun karşı çıkmak, bölgesel devletlerin mevcut statükosunun savunulması dışında bir politik anlam ifade etmez.
Referandum, bölgesel dengeleri değiştirmenin ilk adımı olarak değerlendirmek abartı olmaz. Bölgesel devletlerin kaygısı ve hatta korkusu bu gerçeğin artık kabul edilmeye başlanmasıdır. Bu nedenle referandum kararına Tahran, Ankara, Bağdat ve Şam’daki iktidar güçlerinin şiddetle karşı çıkması tesadüf bir durum değildir. Küresel güçlerin referandumu erteleme talepleri tamamen taktiksel olup bugünkü politik dengelerin bir sonucudur ve tersine stratejik olarak Güney Kürdistan’ın ayrı bir devlet haline getirilmesi küresel güçlerin Ortadoğu’daki stratejik yönelimlerinden birisidir.
Türkiye, küresel güçlerin politikalarından ayrı bir yerde mi konumlanıyor?
Türk devletinin belki de tek kırmızıçizgisi, Kürtlerin bölgede devlet düzeyinde bir güç olmasını engelleme üzerine kurulmuştur. Yıllardır Güney Kürdistan Bölge Yönetimi üzerinde kurduğu politik ve ekonomik baskılarla bu süreci devam ettirmek istedi. Ancak bölgedeki politik gelişmeler, Ankara’yı çok ciddi oranda tedirgin eden referandumun ertelenmesi söz konusu olmayacaktır ve Kürtler için yeni bir dönemin önü açılmış olacaktır. Kerkük’ü Kürt sınırlarına dâhil eden Barzani’nin “Türkiye ve İran’ın engellemelerine izin vermeyeceğini açıklaması ve gerektiğinde savaşırız” uyarısı karşısında herhangi bir adım atamayacağını gösteriyor. Ankara’nın Güney Kürdistan Bölge Yönetiminin referandum kararına yönelik çok zayıfta olsa, herhangi bir askeri hamlesine karşı ABD’nin doğrudan müdahale edeceği biliniyor.
Askeri müdahale şansı yok denilebilir mi?
Ankara, bugünkü politik koşullar nedeniyle Erbil’e karşı bir askeri savaş pozisyonu almaz. Daha çok sınır kapılarında uygulayacağı ekonomik ambargo ile sonuç almaya çalışacaktır. Bu durum Güney Kürdistan Bölgesi kadar Ankara için de ciddi riskler taşıyacaktır. Ayıca vurgulamak gerekir ki, BM’nin resmi düzeyde vereceği bir güvenceyle ertelenmesi son ana kadar olasılık olarak mümkündür.
İlginç olan bir başka devletin sınırları içerisinde ortaya çıkan politik bir durum neden Ankara için “ulusal güvenlik meselesi” olsun? Hangi gerekçeyle böylesi bir karar alınıyor. Çok açıktır ki, Ankara, kendisini var eden politik stratejine hiç güvenmiyor ve Kürt coğrafyasına yönelik politik stratejisi bu bölgede yaşayanlar için güven verici olmadı. Kürtler ile kendi arasında bir aidiyet duygusu yaratamadığı gibi Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesinde görüldüğü üzere bütünüyle kopan bir ruhsal şekillenme oluşmuş. Bu nedenle Kürt coğrafyasının bir gün kopacağına dair sürekli bir kuşku ve kaygı taşıyor.
Kritik Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplandı. Referanduma dair "Gayri meşru ve kabul edilemez", "İkili ve uluslararası anlaşmalardan doğan hakları saklı tutuyoruz" kararı alındı. Nasıl değerlendirdiniz?
MGK kararlarında anlaşıldığı üzere devlet, referandumun 40 yıldır savaşıp da çözemediği Kürt sorununu çok daha ciddi olarak etkileyeceğini ve iç politik dengelerin tahmin edilenden çok daha karmaşık hale geleceğini görüyor. Bu bakımdan Kürt politikasında başından beri yanlış bir strateji izleyen Ankara referandum kararının tahmin edilenden çok daha ciddi sorunlarla karşı karşıya kalacağını çok net görüyor. MGK toplantısında “milli güvenliğini doğrudan tehdit” olarak gördüğü referandumu engellemeye yönelik somut bir adım atamayacağı çok daha belirginleşmiş bulunuyor. Bu bakımdan Kürtlerin tehdit edilmesiyle bir sonuç edilemeyeceğini, Ankara’nın yapacağı daha yapıcı ve geliştirici ortak çözümler önermesi gerektiğini görmesi gerekir.
MGK kararında ilk kez “Irak'ın; Araplar, Kürtler, Türkmenler, Ezidiler, Keldaniler, Süryaniler ve diğer toplumsal gruplardan oluşan çoğulcu yapısından” bahsetmesi dikkati çekicidir. Peki, MGK açıklamasında sayılan sosyal grupların tamamının Türkiye’de de yaşadıkları dikkate alınırsa, bu etnik grupları kabul eden çoğulcu bir değişim sürecine girilecek mi? Irak için bu durumu gören ve bir çözüm olarak öneren devlet, kendi topraklarında neden önermez? Bu soruya doğru yanıt verilirse, Türkiye’nin meseleleri çoğulcu demokratik bir yapı içerisinde çok daha sorunsuz çözülebilir.
Bu gelişmelerin dışında Federe Kürdistan Bölgesinde Türkiye aleyhine bir gelişme daha yaşandı; 2'si üst düzey MİT elemanı olmak üzere 20 devlet görevlisi PKK tarafından alıkonuldu. Ardından YNK Ankara Temsilcisi sınır dışı edildi, kimi kaynaklara göre Türkiye, KDP yönetimine MİT elemanlarını almak için baskı yapıyor, araya bölge devletlerini sokuyor. Yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKP iktidarı, uluslararası ve bölgesel kuşatmanın iç politikadaki yansımalarını kırmak ve iç dinamiklerini canlı tutmak için PKK’ye yönelik çok yönlü hamlelere yöneldi. İçişleri Bakanı’nın “Terörü Mart’ta bitireceğiz, PKK’nin adını kimse duymayacak” gibi büyük laflardan sonra bölgedeki çatışmalar arttı. Devletin bütün askeri gücünü kullanarak PKK’yi tasfiyesi ederek bölgede askeri bir hakimiyet kurmak istedi. Ortaya çıkan tablo bunun böyle olmadığını, devletin askeri güçlerinin kamuoyuna yansıtıldığının aksine ciddiye alınabilir bir gelişme kaydedemediğini ve hatta ciddi kayıplar verdiğini gösteriyor. Ayrıca Darbeci Gülen cemaatiyle mücadeleyi de gerekçe göstererek KHK ile Cumhurbaşkanlığının hakimiyet alanını genişletilmesine karar verildi. Bunun en somutlaşmış hali MİT’in Cumhurbaşkanlığına bağlanması bir kısım eleştirilere yol açtı.
Başarısız olan MİT operasyonunun bu eleştirilerle bir ilişkisi var mı?
Hem bu eleştirilerin boşa çıkartılması hem de askeri operasyonlardaki başarısızlığın perdelenmesi için Kandil’de kaldığı iddia edilen PKK yöneticilerine ve özellikle Cemil Bayık’a yönelik bir operasyon yapılması kararı alındı. Böylesi bir operasyon uluslararası güçler tarafından Öcalan’ın Türkiye’ye getirtilmesi kadar hatta politik dengeler bakımından çok daha büyük bir etki yaratacaktı. Cemil Bayık’ın kaçırılıp Ankara’ya getirilmesi, tıpkı Obama’nın Bin Ladin operasyonunu izlemesi gibi Erdoğan Cumhurbaşkanlığında canlı olarak izleyecekti. Böylesi bir hamle aynı zamanda iç politikadaki rakiplerini çok ciddi oranda zayıflatacak ve hatta tasfiyesinin önemli bir gerekçesi haline getirilecekti.
Ancak başarısızlıkla sonuçlandı, hükümetten Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ilk açıklamayı yaptı. Operasyonun tersine nasıl bir etkisi olacak?
Kamuoyuna yansıyan bilgilere göre tersine PKK, MİT elemanlarına yönelik bir operasyon yapmış. MİT’in üst düzey iki elamanı ve 18 kişilik tim, PKK tarafından tutuklandığı uluslararası basına yansıdığı gibi Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu da bu durumu teyit etti. Çavuşoğlu’nun satır aralarında söyledikleri, üst düzey 2 MİT yöneticisi hakkında kamuoyuna bilgi sunulmaması için PKK ile henüz doğrudan değil ama dolaylı iletişim kurdukları anlaşılıyor. Söz konusu iki kişinin vereceği bilgiler hiç şüphesiz ki son derece önemlidir ve Türkiye bakımından içte ve dışta ciddi sorunlara yol açabilir. Bu bakımdan 2 MİT elemanı üzerinde sürpriz pazarlıkların olması mümkündür.
Ankara’nın politik ve askeri karizmasının bütünüyle sıfırlandığı bu operasyonun kamuoyuna yansımaması, Barzani, İran ve hatta ABD devreye konuldu. MİT’in tepe noktasında görevli olan 2 MİT yöneticisinin bırakılması için çok yoğun bir çaba gösteriliyor.
Türkiye'nin uluslararası alanda böylesi kuşatılmışlığının ana sebebi ve başlangıç noktası olarak, Suriye politikası gösteriliyor. Kürt kazanımları karşısında bir politika oluşturulmuştu ve bundan da halen vazgeçmedi. Türkiye mevcut politikasıyla bu sıkışmışlıktan kurtulabilir mi?
Türkiye’nin artık ne bir Irak ne bir Suriye ve hatta ne de bir Kürt politikası kaldı. Bölgede uygulayıp güç olmak istedikleri bütün bölgesel, askeri, politik stratejisi çöktü. Ankara, kendisini denklemin içinde bulmak istese de bu şansı kalmadı. Bölgenin iki galip gücü var: PYD merkezli Demokratik Suriye Güçleri ve Esad. Bütün politik pazarlıkları bu iki güç belirleyecektir.
İdlib son savaş olarak görülüyor, Türkiye de dahil olmak istiyor?
Ankara’nın burada oynayacağı ciddi bir rol söz konusu değildir. Musul, Halep, Rakka ve Dêra Zor’da devre dışı kalan, İdlib’de devrede olma şansına sahip değildir. Astana görüşmelerinde İdlib çatışmasızlık bölgesi olarak ilan edilmesine rağmen bunun uygulanma alanı bulunmuyor. Bu bölgede 30 binin üzerinde İslamcı militan bulunuyor ve bunların ezici bir çoğunluğu başka ülkelerden gelenlerden oluşuyor. Esad ordusu İdlib çevresindeki bölgelere yönelik operasyon yapıyor. Sanırım QSD’de Efrin üzerinde bu operasyona dahil olacaktır. İslamcı militanların önündeki seçenekler ya teslim olacaklardır ya çatışarak öleceklerdir ya da Türkiye tarafına geçeceklerdir. Ankara’nın izlediği politikalar, onun en önemli açmazı haline geldi. Bu nedenle Ankara’nın kendisine özgü bir İdlib politikası yok. Rusya’nın çizdiği sınırlar içinde dans etmeye çalışıyor. İdlib, operasyonu doğrudan veya dolaylı olarak QSD ile Esad güçlerinin ortak hareketiyle kısa sürede sonuç alacak tarzda başlayacak gibi görünüyor.
Peki, İdlib sonrası…
İdlib sonrası bu iki güç politik pazarlıklar için masada buluşacaklardır. İdlib operasyonu bu sürecin başlangıcı olabilir.