ZEYNEP SİDAR MERCAN Yazdı: “Devletin kuruluşunda ve politik hattında yer alan sömürge hukukunu logos yerine pathos’a sıkıştırma eğiliminin son tahlilde devlet lehine gelişeceği verilerle ortadadır. Kadın mücadelesini bir hakikat olarak inşa etme iddiası gereği de terk edilmesi gereken retoriği politikleştirmek en başta biz kadınlara düşmekte.”
ZEYNEP SİDAR MERCAN
“Partiye yönelik bazı suçlamalar var… Bunların içerisinde partinin halka karşı zorbalık yaptığı, zor kullandığı biçiminde bir şey var. Eğer halktan işçiler, köylüler, aydınlar, gençler ve diğer yurtseverler anlaşılıyorsa bu doğru değildir; ama çeşitli feodal güçler, gericiler, ajanlar falan anlaşılıyorsa doğrudur. Bunlara karşı hareket, kendisini korumak için zor uygulamıştır. (…) Yani parti kendisini halkın içinden çıkmış kabul ediyor. Ve onun kavgasını veriyor. Bu işçi sınıfının örgütü, işçi sınıfı temeline dayandığı halde kitlesel temel olarak kendisine genşi halk kitlelerini, emekçi kitleleri almış. Gene emekçi kitlelerine dayanan, ondan güç alan bir siyasi organizasyonun onlara karşı baskıcı, onlara karşı zorbacı olması kendi kendisini tüketmesidir.(…)”
PKK ana davası, Mazlum Doğan’ın savunmasından
http://www.saradistribution.com/mazlum_dogan_savunma.htm
Türklük ve İslam, Osmanlı döneminden bugüne birbirini dışlamayan, iç içe geçmiş bir ilişki ve işlevsel değişkenlik kurarak süregelen Türk vatandaşlığının temel kurucusu iki unsurudur. Tarihsel ve politik işlevselliği açısından adı anılan etnik ve dini kimlikleştirme süreci Türkiye Cumhuriyeti devletinin güncel ve taktiksel ihtiyaçları doğrultusunda biri diğerinin önüne veya gerisine düşerek kullanılagelmiştir. Devlet tarafından makbul vatandaşlığın ana ölçütü biçiminde sunulan “Sünni-Türk/Türk-Sünni ”lik, bir “biz”in içine giriş şartı olarak dayatılmıştır cumhuriyet tarihi boyunca.
eritilemeyen kürtlük
12 Eylül askeri darbesi sonrasına rastlayan yıllarda hayatımıza giren ve yaklaşık 15 yıl kadar ekranları işgal eden “Anadolu’dan Görünüm” isimli özel harp taktiğinin ürünü programın büyük bir bölümü devlet aklını içeren, Bakur merkezli kurgusal haberlerle doluydu. Tek kanal olmanın avantajını da kullanarak hazırlanan program 90’ların ikinci yarısında hayatımızdan çıktı. Bakur’un “Anadolulaştırılması”nı da imleyen adıyla pek çoğumuzun hafızasında terör kavramını Kürtlükle özdeşleştiren bir programdı. Türklüğe dahil olamayan, olmayan, olmak istemeyen herkesin ortaklaşa korkutulduğu bu militer program, makbul vatandaşın olması gereken kimliğini de dikte ediyordu topluma.
2002 seçimleriyle birlikte Türklüğün yerini alan Sünnilik vurgusu, 2013 yılı Gezi kalkışmasına değin Kürt siyasal hareketini İslam vurgusu ile içerirken AKP çevresinde konumlanan kendi Kürdünü de yarattı. 7 Haziran 2015 seçimlerinde Türkiye toplamına açılabilmiş bir HDP’nin AKP ve Erdoğan şahsında yarattığı hezimetle birlikte ise “hoşgörü” yerini sertliğe bıraktı:
“Niye bizi bölüyorlar ya? Ne eksiğiniz vardı ya? Biz bunlara(!)* hangi yatırımı yapmadık ya?(…) Önümüzdeki dönem konuşma, tartışma dönemi değil, açık söylüyorum sonuç alma dönemidir. Bu işe illa bir isim aranıyorsa, bunun adı artık (!)* milli birlik ve kardeşlik sürecidir. “ (Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi-Recep Tayyip Erdoğan 4 Kasım 2015)
Türklük belirleyeni, ırkçı MHP ile yapılan ittifak ile yeniden Sünni’nin yerini aldı. Uygarlaştırılacak cahil ve geri kalmış topluluktan İslam çatısı altında ortak mağduriyete AKP eliyle tahvil edilerek ittifak kurulabilir kabul edilen Kürtlük, yeniden ev sahibinin gazabından korkması gereken misafire evrildi. HDP şahsında Kürtlük Bakur’a hapsedilmeye çalışıldı, Esadullah adlı çeteler devreye girerek katliamlar gerçekleştirdi, siyasi temsilciler burjuvazinin kendi hukukunun bile dışında pervasızlıkla rehin alındı, belediyeler gasp edildi…
annelere havale edilen “anadolu’dan görünüm”
1995 yılından bu yana her cumartesi Galatasaray Meydanı’nda oturan ve gözaltında kaybedilen çocuklarını, eşlerini devlete soran kadınlar tüm politik tutumlarına rağmen cumartesi anneleri olarak isimlendirildi. Kadınların “annelik” kimliğinin yapılan eylemin amacının önüne geçtiği, dökülen gözyaşlarına odaklanılarak gözyaşlarının sebebinin zaman zaman unutulduğu bu pasif direniş biçimi kimi zaman “çocuklarını terör eyleminde yitiren anneler” olarak da tanımlanabilmelerinin önünü açtı. Bir ara karşılarına, 40 yıldır süren savaşta ölen asker anneleri cuma anneleri olarak çıkarıldı. Gözaltında kaybedilen yakınlarını arama meşruiyeti annelik kimliğine sıkıştırıldığında devletin yapabileceği karşı hamleler ve apolitikleştirilmiş vicdan kavramsallaştırması gözardı edildi. Politik bir tutum, “kutsal annelik”le harelenip bir kendini ifade etme biçimi olmaktan çıkarılarak kendileri adına konuşan kadınları nesneleştirdi. Politikleşmiş hiçbir erkeğin akrabalık ilişkilerine ihtiyaç duymaksızın yürüttüğü isyan, mücadele deneyimleri aynı şekilde kadınlar için geçerli kılınmadı.
Diyarbakır HDP il binası önünde oturan “bugünkü” anneler için söylenegelecek söz de dolayısıyla daraldı, apolitikleşti, eşitlendi. Devlet, savaş, yoksulluk, işsizlik kadınların üzerine gelmiyormuşçasına “annelik”le adlandırılan apolitik tutum kadınları karşı karşıya getirirken devlet tarafından kullanışlı teatral bir gösteriye dönüştürüldü.
“Beyaz ırk insanlık tarihinin kanseridir.” der Susan Sontag. Yaşadığımız ülkenin ayrıcalıklılar gerçekliğini, aynı cümleyi “Sünni-Türklük Türkiye tarihinin kanseridir.” biçiminde yeniden yazarak Sontag’ın kurduğu anlam bağlamında yakalamak mümkün sanırım. Başkasının acısına da ancak bu ayrıcalık imlemesine sahiplik üzerinden bakabilme izni verilmiş bir coğrafyadır bizimki. Tam da bu yüzden eylem yapabilirlik ve yapamazlığın da “annelik”ten ziyade tarihsel ve siyasal kimlik inşasıyla ilişkilendirileceğini TC’nin kuruluş ekonomipolitiği ile açıklayabilmeliydik.
Uzun zamandır dünyada ve ülke özelinde olup bitenin “iyi-kötü, vicdan, sevgi” benzeri idealizme ait kavramlara hapsedildiğini görüyoruz. Kendisini muhalif, yurtsever, sosyalist, feminist… olarak adlandıran pek çok kişinin de olay ve olguları bu kavramlar ile açıklama sinizmi, olasılıkları da görme becerisine sahip olması gereken örgütlü bir bireyin önünü almasını gerektirecek duygupolitik inşanın ürünleri. Tarihe not düşüleceği belli olan savunmalarda Mazlum Doğan ve yoldaşlarının bu öngörüye sahip olduğunu unutmamak gerek mesela. Sadece son 40 yılına bakıldığında bile Türkiye devletinin kuruluşunda ve politik hattında yer alan sömürge hukukunu logos yerine pathos’a sıkıştırma eğiliminin son tahlilde devlet lehine gelişeceği verilerle ortadadır. Bununla birlikte ve yanı sıra kadın mücadelesini bir hakikat olarak inşa etme iddiası gereği de terk edilmesi gereken retoriği politikleştirmek en başta biz kadınlara düşmekte. Çünkü beden ve akıl ikiliğinden bedene hapsedilerek kullanışlı hale getirilen söylemsel düzey ancak politik manevralarla ve taleplerle aşılabilir.