Ayhan Aktar’ın yeni yayımlanan “Ermeni Evine Figan Kuruldu/1915 Destanlar ve Halep” başlıklı kitabı, Ermeni aşugların destanları üzerinden yeni bir hayat kurmaya çalışırlarken yaşadıklarını anlatırken, bir yandan da başlarına gelenleri hangi ruh halleriyle karşıladıklarını, dünyayı ve çevrelerinde olan bitenleri nasıl algıladıklarını anlatıyor.
SiyasiHaber
Ayhan Aktar’ın Aras Yayıncılık tarafından yayınlanan “Ermeni Evine Figan Kuruldu/1915 Destanlar ve Halep” başlıklı kitabı, Ermeni aşuların destanları üzerinden, sağ kalanların hikayelerini, uğradıkları ayrımcılığı, tehcir sonrasında yeni bir hayat kurmaya çalışırlarken neler yaşadıklarını anlatırken, bir yandan da onların başlarına gelenleri hangi ruh halleriyle karşıladıklarını, dünyayı ve çevrelerinde olan bitenleri nasıl algıladıklarını gösteriyor.
Sosyolog yazar Ayhan Aktar, “Ermeni Evine Figan Kuruldu / 1915 Destanlar ve Halep” başlıklı kitabında, göç yollarında ölmeyip/öldürülmeyip sağ kalan Ermenilerin sürgüne zorlandıkları coğrafyada hayatlarını nasıl ve hangi şartlar altında sürdürdüklerini Ermeni aşugların destanlarından aktarıyor.
Kitapta, soykırımdan sağ kalan ve Halep yöresinde hayata tutunan âşıkların Ermeni harfleriyle Türkçe olarak basılmış destanları yer alıyor. Destanlar, 1915 ve sonrasında yaşanan temel meseleleri ele alıyor. Destanlar bir biçimde sağ kalanların hikayelerini, uğradıkları ayrımcılığı, tehcir sonrasında yeni bir hayat kurmaya çalışırlarken neler yaşadıklarını anlatıp, bir yandan da onların başlarına gelenleri hangi ruh halleriyle karşıladıklarını, dünyayı ve çevrelerinde olan bitenleri nasıl algıladıklarını gösteriyor.
“Destanlar, tehcirden sağ olarak kurtulabilen Ermeni nüfusun hayata tutunma ve diaspora toplulukları haline gelme sürecini kendi öznellikleri içinde dile getiren metinlerdir… Ermeni halk ozanları açısından, yaşananları anlatmak, yaşadıkları toplumsal ve bireysel travmayı çocuklarına veya gelecek nesillere nakletmek açısından destan formu belki de ellerindeki en yetkin edebi araçtır” diyen Aktar, Ermeni Soykırımı üzerine yapılmış çalışmalarda daha önce denenmemiş bir çalışmaya imza atıyor. Soykırımın etkilerini aşugların destanları üzerinden okuyuculara sunuyor. Kitabın esas olarak, bir milyondan fazla Osmanlı vatandaşı Ermeni’nin başına gelenlerin kendileri tarafından nasıl yorumlandığı sorusu etrafında şekillendiğini belirtiyor.
“Eğer Anadolu Ermenileri 1915’te iktidarda olan İttihat ve Terakki partisinin aldığı kararla Suriye çöllerine sürülmüş olmasalardı, 1920’lerde Halep kentinde yoğunlaşmayacaklar ve “Halep’te Ermenilerin iskanı” gibi ciddi bir sorun ortaya çıkmayacaktı. Eğer tehcir edilmeselerdi, Anadolu’dan sürülen Ermeniler önce kamplarda, sonra teneke damlı barakalarda hayatlarını sürdürmek zorunda kalmayacaklardı, barakaları Halep’teki şehir yönetimi tarafından 1920’lerin ikinci yarısında yıkım kararı alınıp yerle bir edilmeyecek ve onlar da ortada kalmayacaklardı. Böylece, soykırımdan ayakta kalan Ermenilerin Halep’e iskanında yaşananların anlatıldığı “Barakalar Destanı” başlıklı bir destan söylenmemiş olacaktı.”
Aktar, Ermeni aşugların destanları üzerinden göçe zorlanan halkın göç yollarında ve göç ettirildikleri coğrafyada yaşadıklarının aktarılmasına aracılık ederken, İttihat Terakki’nin sürdürdüğü politikalara dair de bilgiler aktarıyor. Göç yollarında yaşadıkları tüm saldırılara karşı hayatta kalmayı başaran Ermenilerin göç ettirildikleri topraklarda tutunmaları, ekonomik olarak üretken hale gelmelerinden rahatsız olan İttihatçılardan Halkalı Ziraat Mektubu mezunu İhtiyat Zabiti Abidin Ege’nin Kerkük’te gördüğü Ermenilere yönelik 7 Eylül 1918 tarihinde günlüğüne yazdığı, aynı zamanda İttihat Terakki’nin Ermenileri yok etme politikasını açığa çıkaran, “Ben bu ırkın iktisadi faaliyetlerine hayret ediyorum. Biz imha ettikçe onlar canlanıyor” sözlerine yer veriyor.
Ayhan Aktar, bulundukları yerlerden zorla göç ettirilen ve göç ettirildikleri yerlerde yaşam mücadelesi veren, okul açmak, yetimhaneleri finanse etmek için yardım faaliyetleri sürdüren Ermenilerin bu faaliyetlerinin, İttihatçılar tarafından “silahlı ayaklanma” yapacakları şeklinde değerlendirildiğini, konuyla ilgili ihbar mektuplarını ve Teşkilat-ı Mahsusa şeflerinin bu konuda ikna edilmeye çalışıldığına dair belgeleri aktarıyor.
Aktarılan destan ve İttihat Terakki’nin sürdürdüğü politikalardan anlaşıldığı üzere Ermeniler sadece yaşadıkları coğrafyadan sürülmüyorlar, gönderildikleri coğrafyada da baskı ve zulüme maruz kalıyorlar. Kitabın ilerleyen bölümlerinde görüleceği gibi bu durum Cumhuriyet sonrasında da devam ediyor.
Aktar, 5 Ağustos 1915 tarihli Kilikya Katolikosu Sahak’ın 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’ya yazdığı mektuba yer veriyor;
“Mal ve can ve ırzın siyanet (korunması) edilmesi için her taraftan en kati emirler …. (tarafınızdan) buyurulmuş iken Diyarbekir ve havalisinde erkekleri istisnasız katledilip kendileri buraya sevk olunan kadın ve beşten on yaşına kadar kız ve erkek çocuklar üzerine Der Zor’da ve Ras-ül Ayn’da ve dul ve bakire bulunan bütün mahallerde hetk-ı ırz (ırza geçme) ve izale-i bikr (kızlığı bozma) ve kız ve kadın yağması icra-i hüküm ederek nicelerinin bekareti tahrip ve namusları ihlal edildikten sonra katl olunmaktadır. Binlercesi istasyonlara yanaştırılmayarak haftalarca sahralarda bırakılıp muhafızlarına memur jandarmalar ve köylüler tarafından haklarında vicdan-ı beşerin (insanlık vicdanının) kabul edemeyeceği muameleler cereyan ediyor. Arap Pınarı’nda ve Ras-ül Ayn istasyonu civarında güneşin altında bırakılan kızlar, kadınlar, çocukların buraya izamları için tekrar tekrar müracaatlar vuku bulduğu halde kasten alı konularak düşmanlık devam ediyor. Antep’ten iki defada çıkarılan aileler yolda jandarma ve ahali tarafından abluka (edilerek) malları yağmalanmış, biri katledilmiş, on ikisi de yaralanmıştır. El AMAN! EL AMAN!…”
Yazdığı bu mektuplar Kilikya Katolikosu Sahak’ın Kudüs’e sürgün edilmesine yol açıyor.
“Savaş, sürgün ve katliamlarda ailelerini kaybeden, hemşerilerinden ayrı düşen, tüm toplumsal dayanışma ağlarından dışlanan, tecavüz deneyimi yaşayan kadınlar fahişelik zorunda kalmışlardır” diyen Aktar, çaresizlikten çocuklarını satmak zorunda kalan ailelerin yanı sıra Ermeni kadınların Şam’da seks kölesi olarak kullanıldıklarını Kayserili Arsuyak Ayvazyan’ın tanıklığından aktarıyor. Çocukluğunu babasının memuriyeti nedeniyle Halep’te geçiren Münevver Ayaşlı’nın anılarından aktardıklarında ise Ermeni kadın ve kızların Osmanlı seçkinleri arasında paylaşıldığını ve bunun bir “moda” olarak görüldüğünü öğreniyoruz; “… Yalnız evlenerek değil, Türk aileleri evlatlık olarak da Ermeni çocukları alıyor, hemen hepsine “İkbal” diye ad da takıyorlardı.”
Ayhan Aktar, tehcire ve politikalarının uygulanmasına karşı çıkan devlet görevlilerinin akıbetlerinin yanı sıra savaşta yenilgiye uğramasının ardından istifa etmek zorunda kalan Talat Paşa hükümeti sonrasında Ermeniler için başlayan yeni döneme dair de çarpıcı bilgiler sunuyor.
21 Ekim 1918’de bütün vilayetlere yollanan tamimde, savaş sırasında göç ettirilen halkın evlerine geri dönmelerine karar verildiği, yerel yöneticilerin geri dönecek olanların seyahatlerine izin verilmesi gerektiği belirtiliyordu. Bu durumdan hoşnut olmayan yerel yöneticilerle Ermeniler arasında yaşananlar da destanlara konu oluyor.
“Yeni Türk devletini kuran kadroların etnik ve dini bakımdan daha homojen bir nüfusa dayanmak konusundaki kararları da zaman içinde netleşmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla, Anadolu’da Ermeni nüfusa yer yoktur… 1920 yılından itibaren Milli Mücadele’yi yöneten kadroların askeri egemenliklerini kurmalarıyla birlikte Anadolu Ermenilerinin ikinci sürgünü başlamıştır” diyen Aktar, İttihat Terakki’nin iktidar olduğu 1909 Nisan’ında Ermeni mahalle ve köylerine yapılan saldırılar sonucunda 15 bin ile 30 bin Ermeni’nin öldürüldüğü Adana’da, 16 Mart 1923 tarihinde Adana Türk Ocağı binasında Mustafa Kemal’in yaptığı konuşmasına yer veriyor:
“… Ermenilerin bu feyizli (verimli) ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir…”
Antep, Urfa, Maraş gibi şehirlerde daha sonra yaşanan çatışmaların da dillendirildiği destanlar bölümünde, göç yollarında yaşananlar, göç ettirildikleri Halep’teki yaşam ve yerleşim zorlukları da yer alıyor. Kent yaşamına katılmalarıyla birlikte “moda”ya uyma ve dans gibi etkinlikler de destanların konusu oluyor.
Çavuş Minasyan’ın 1927 yılında kaleme aldığı destanda giyim kuşam tercihleri nedeniyle özellikle kadınlar yerden yere vuruluyor.
Mecbur oldum yazmağa bu destanı
Kayp etdik serveti, bağı bostanı
Kızların dizden yukarı oldu fistanı
Aşağısı sallantılı, teyyareli üst yanı.
(…) İki günde bir çarşuya koşar
İtaatı yok khırsından coşar
Modanın yüzünden kocasını boşar
Erkeksiz kalsın tek moda olsun
…
(…) Okumuş, tamam, hacet yok hocaya
Sandalya olmaz oturmalı locaya
İtaatı yok ataya kocaya
Kendi başına olsun, tek moda olsun
Aktar, “Kadınlar arasındaki bireyleşme süreci milliyetçi/muhafazakar ve ataerkil elitlerin hayli canını sıkmış gibi görünmektedir. En azından Minasyan’ın destanında ortaya çıkan hissiyat budur” diyerek Ermeni gençler ve özellikle kadınların modayı izlemelerini, dans etmelerini “ataerkil otoriteye pasif bir şekilde karşı çıkmak” olarak yorumluyor.
Ayhan Aktar “Ermeni Evine Figan Kuruldu” kitabının son sözünde, 1915 yılında Suriye’ye göçe zorlanan Ermeni halkının yaşadıkları ile Suriye’de yaşanan savaş nedeniyle Türkiye’ye göçmek zorunda kalan halkın yaşadıklarına dair bir karşılaştırmaya yer veriyor. 1915 yılında Halep’te genç Ermeni kadın ve çocukların ikinci eş –veya metres- olarak satın alındıklarına ve İslamlaştırıldıklarına değinen Aktar, bugün de Suriyeli Arap, Kürt veya Türkmen kadınların aynı trajediyi, Mazlum Der Kadın Çalışmaları Grubu’nun raporundan aktarıyor;
“Yerel toplumla yapılan görüşmelerden ve çok eşli evlilik yapan kadınlardan edinilen bilgilere göre; Suriyeli sığınmacı kadınlarla gayri resmi evlilik yapmak isteyen erkekler ve sığınmacılar arasında komisyonculuk yapanlar türemiş. Bu evlilikler belirli fiyatların konuşulduğu bir sektöre dönüşmüş. Antep, Kilis, Hatay, Urfa ve Batman gibi sığınmacıların yoğun olduğu illerde bu evliliklere daha çok rastlanıyor. 2 bin-10 bin TL arasında değişen ücretlerle komisyoncular aracılığıyla Suriyeli kadınlarla evliliklerin yapıldığı, daha yüksek fiyatların konuşulduğu istisnai örneklerin de mevcut olduğu söyleniyor. Özellikle 15-20 yaş arası kadınların tercih edildiği, ücretlendirmede kadınların yaşlarının, fiziksel özelliklerinin, sağlık durumlarının belirleyici olduğu belirtiliyor. (…) İnsan ticaretine kurban giden kadınların yaş ortalamasının 15-18 arasında olduğu dikkat çekiyor. Yaş sınırının 13 yaşa kadar düştüğü, 15-20 yaş arası genç kadınların fuhuş sektöründe daha fazla talep gördüğü belirtiliyor. Bu işi yapanların çeteleşmiş durumda olduğu ve bazen çeteler arasında çatışmalar yaşanabildiği ifade ediliyor. Fuhuş sektöründe çok düşük ücretlerle ve mağduriyetlerinden istifade ederek oldukça genç sığınmacı kadınların çalıştırılıyor oluşu ise daha çok tercih edilmelerinden oluyor.”
Ermeni Evine Figan Kuruldu / 1915 Destanları ve Halep, Ayhan Aktar, Aras Yayıncılık, Temmuz 2020