Haber Merkezi – Sait Demir
Öncelikle çok teşekkür ederim, bu dile getirmiş olduğunuz sorunların sistem sorunu olduğu açık, bunun da adı kapitalizmdir. Bu sistemin sömürü sistemi olmasının yanı sıra demokratik olmadığı da ayrı bir gerçekliktir. Özellikle 24 Ocak kararları ile başlayan süreç Türkiye’de ekonominin ve sosyal yapının emperyalizmle entegrasyonu için uygulamaya konulmuştur. Ve o süreçten sonraki bütün uygulamalar bu gerçeği tamamıyla açığa çıkartmıştır. Ancak AKP ile birlikte bu uygulamalar çok daha radikal şekilde uygulanmış, özelleştirme, piyasalaştırma, taşeronlaştırma ve örgütsüzleştirme başlı başına bir amaç haline getirilmiştir. Esas olarak iktidar olmalarında da o proje yatmaktadır. AKP çok iyi bilmektedir ki, toplum ne kadar örgütsüzleştirilirse o kadar rahat yönetilir ve o kadar rahat biçimde tebaa haline getirilir. Bu gün yaşanılan bütün sıkıntıların temeli bu anlayıştan kaynaklanmaktadır.
Bildiğiniz gibi sendikalaşma Türkiye’de başlı başına bir handikaptır. Kocaeli bir emek kentidir. Kocaeli’nde kayıt dışı hariç 460-470 bine yakın işçi çalışmaktadır, bunların sadece 58-60 bini sendikalıdır, diğer işçilerin tümü örgütsüzdür. Dahasını söyleyeyim; özellikle inşaat sektörü burada çok yaygındır, gezdiniz gördünüz, TOKİ’nin, Kent Koop’un ve bireysel müteahhitlerin yaptığı konutlar vardır. Bunlar daha çok yap sat şeklinde konutlardır, burada da resmi kayıtlara göre aşağı yukarı 56 bine yakın işçi çalışmaktadır ve bunların yalnızca 252 tanesi sendikalıdır. Düşünebiliyor musunuz? En fazla iş cinayetlerinin ve kazalarının olduğu alandır burası. Şimdi böylesi bir örgütsüz yapı içerisinde işçilerin hak aramalarının çok zorlaşacağı açıktır. Metal işkoluna geldiğimizde ise, çok daha enteresan şeyler yaşadık, biliyorsunuz DİSK/Metal-İş ‘in örgütlü bulunduğu işyerlerinde alınan grev kararı Bakanlar Kurulu kararı ile “milli güvenlik” gerekçe gösterilerek ertelendi, Danıştay’da dava açıldı yine gerekçesi çok zayıf sebeplerle ve elle tutulur bir sebep gösterilmeden reddedildi. Ve işçiler bu temelde içerisinde olmak üzere bütün emek hak ve ihlallerine karşı büyük bir direniş başlattılar. Türkiye’deki bu hareketlilik yeni bir gelişmenin de işaretidir aynı zamanda. Sermaye yanlısı sarı sendikanın yaptığı grup sözleşmesine karşı, önce Bursa’da başlayan, sonra İzmir’e ve Kocaeli’ne sıçrayan işçi hareketi başladı. Ve Bursa’da kısmen sonuç alındı, bir anlamda eski sözleşme yırtılıp çöpe atıldı ve işçiler bir miktar da olsa haklar kazandılar. Kocaeli’nde devam ediyor bu hareketlilik, destek çok büyük. Bizde destek vermek için kendilerini ziyaret ettik ancak işçiler kendilerinin siyaset dışı bir mücadele içerisinde olmalarından bahisle siyasilerin kendilerini ziyaretleri pek istemediler işin özcesi. Buna rağmen bizler her türlü desteğe hazır olduğumuzu, yeri ve zamanı geldiğinde bu desteği fiili bir dayanışmaya götüreceğimizi de söyledik. Gereksinimleri varsa hukuki anlamda, maddi anlamda, psikolojik anlamda katkı yapacağımızı da belirttik. Biz bu dayanışma grevlerini ve bizatihi iş bırakmaların kendisini Türkiye’nin geleceği bakımından bir umut ışığı olarak görmekteyiz. Bunu özellikle belirtmek istiyorum. Ve esas itibarıyla bizim parti programımızda ve seçim bildirgemizde bu konuya dair açık ve net olarak söylediğimiz sözlerde vardır. Bunlardan birincisi asgari ücretin 1800 TL’ye çıkarılması gibi ancak bunlar esasen pansuman niteliğinde taahhütlerdir. İşçilerin, emekçilerin sorunlarına karşı bizim esas olarak dayandığımız mantık bu örgütsüzlüğe karşı, bu piyasacılığı ortadan kaldırmak taşeronlaşmayı önlemektir. Ve özellikle anayasa değişikliği ile getireceğimiz temel perspektif, toplumun tüm katmanlarının, işçinin, köylünün, esnafın, meslek örgütlerinin, DKÖ’lerin ve toplumun önündeki tüm örgütlenme engellerini ortadan kaldırmak olacaktır. Hak arama yollarından birisi olan toplantı, gösteri ve yürüyüş yasasını değiştirmektir. İşçiler bakımından yapacağımız en büyük değişiklik ise sendikalar yasasını değiştirmektir. 12 Eylül cuntası anayasası ile işçi sınıfına dayatılan, onu korumasız ve her türlü sömürüye açık hale getirilen durumdan onu kurtarmaktır. Yozlaşan sendikaların hak aramadığı, işveren ve devletle anlaşma içerisinde olduğu, bu MESS hadisesi ile açığa çıkmıştır. Dolayısıyla biz, grev hakkının kesinlikle ertelenemez bir hak olduğunu gündeme getirmeye devam edeceğiz. Bu seçim bildirgemizdeki bir taahhüttür, sendikalaşmanın önündeki tüm engellemeleri kaldıracağımızı, her çalışanın mutlaka hem kadrolu hem de sendikalı olacağı bir düzenleme yapacağımızı söylüyoruz. Tabi bu gücümüzün yettiği noktada olacaktır ama bunun ötesinde muhalefette de olsak biz işçi sınıfı mücadelesinin yanında olacağımızı açıkça belirtiyoruz. HDP esas olarak, işçi sınıfı mücadelesi, Kürt özgürlük mücadelesi ve özellikle de Aleviler başta olmak üzere bütün inançlar bağlamında oluşturulan bileşke üzerinden yürüyen yeni bir paradigmayı savunmaktadır. Türkiye’nin geleceği ve özellikle sol siyasal düşüncenin filizlenebileceği, rahat örgütlenebileceği ortam HDP’nin asgari programı olarak söyleyebileceğimiz radikal demokrasi mücadelesinin açtığı yoldan yürüyecektir. Bu da Türkiye işçi sınıfı, ezilen halklar, inançlar ve tüm ezilenler bağlamında önemli bir kazanım ve aşamadır. Dilerim HDP, bu yapısı ile hata yapmadan kendi siyasal mantığını, kendi yeni siyasi paradigmasını gerçekleştirme fırsatını bulur.
Öncelikle yukarıda belirttiğim düşüncelerimden devam edeyim; işçilerin bu talepleri doğru ve haklıdır. Bürokratikleşen sendikacılığı, devlet ve sermaye yanlısı sendikacılığı tamamen tasfiye etmek lazımdır. Bizatihi işçilerin katılacağı, karar süreçlerinde yer alacakları, sözü, kararı ve yetkiyi ortaklaştıracakları bir yaşantının bu beliren fırsatla var edilmesi gerekmektedir. İşçi sınıfının sınıf sendikacılığı ancak bu temelde gelişebilir. Bakın 15-16 Haziranları yaratan işçi sınıfı maalesef yoktur. Ama bu son kıpırdanışlar ciddi manada bir umuttur. Bu umudu mutlaka yeşertmek gerekir. Bu mücadeleyi yeşertmenin yolu var olan devlet ve sarı sendikacılığı aşan bir mücadele olmak zorundadır. Kendiliğinden gelişen, kendiliğinden örgütlenen ve ciddi mana da yankı bulan, işçi sınıfına ve emekçilere umut veren bir mücadele söz konusudur. Her zaman yanlarında olacağımızı belirterek, yürüttükleri mücadeleyi tüm yüreğimle selamlıyorum. Ancak dile getirdikleri ücretler kısmını temel işçi haklarıyla birleştirmeden sınıf mücadelesinden başarıyla çıkılamayacağının da dilimizin döndüğünce kendilerine iletiyoruz, esas olan işçi sınıfının ekonomik, demokratik ve politik taleplerinin savunulması ve bunun sermayeye kabul ettirilmesidir. Yine 15-16 Hazirandan bahisle, işçi sınıfı kendisine dayatılan devlet ve sarı sendikacılığı nasıl yenilgiye uğratmışsa, direnişteki metal işçileri de sınıf dayanışmasını yayarak bunu gerçekleştireceklerdir.
Öncelikle muvazaa işlemi için konuşalım, asıl iş, yan iş konusunda mahkemelerin verdiği karar çok nettir. Bu konuda mahkemelerce işçilerin bütününün asıl işverence de sorumlu olduğu zorunluluğu vardır. Bu Yargıtay kararları ile de kesinleşmiştir. Dolayısıyla AKP ne kadar yan çizerse çizsin bunu uygulamak zorundadır çünkü uygulanmadığı takdirde bunun yaptırımları da söz konusudur. Ancak biz daha öte bir şey söylüyoruz, biz taşeron çalıştırmayı kaldıracağız. Pis ve tehlikeli işler olarak da tabir edilen taşeron çalıştırma sermaye ve sermaye hükümeti tarafından kötüye kullanım, işçi güvenliği ve sağlığını hiçe sayan işçiler için sakatlanma ve ölüm, sağ kalındığında ise mezarda emekliliktir. Bunun üzerinden vergi kaçırılmakta, işçi en ilkel, en mağdur, en sağlıksız koşullarda çalıştırılmaktadır. Dolayısıyla en sağlıklı olan taşeronun bütünüyle kaldırılması, yasaklanmasıdır. Ancak bu kaldırılıncaya kadar, yargı kararlarının uygulanması sonuç itibarıyla Anayasanın 257. Maddesi’nin hükmü gereğidir. Uygulanmadığı takdirde, bu suçtur, en azından görevi kötüye kullanma suçu oluşturur. Bu konuda hem işçi sınıfını kendisinin, hem sendikaların hem de demokratik kamuoyunun ve siyasi partilerin başta biz olmak üzere bu gidişatı denetlemesi, uygulamaya zorlaması ve işçi sınıfına bu konuda destek vermesi önemli bir araç, bir denetim aracı olacaktır. Bu konuda yargı kararlarının olmadığı yerlerde mutlaka işçilerin dava açmalarını istiyoruz biz. Çünkü dava açan kişiler ancak yararlanabilir bundan, bu konuda yargı kararını dayanak olarak gösterip bunun kendilerine de uygulanmasını istemek maalesef söz konusu olmamaktadır. Taşeron işçi olarak çalıştırılan kişilerin bulundukları yerde asıl işverenin sorumluluğu ve toplu iş sözleşmesindeki anlaşma hükümlerinin kendilerine de uygulanması için talepte bulunması ve mutlaka o konuda dava açmaları zorunluluğu söz konusudur. Bu şekilde iş güvencesi kapsamına alınacakları gibi esas işçi gibi işlem göreceklerdir. İş mahkemeleri sistemin bir parçası da olsalar işçiden yana bir yaklaşım içerisinde olduğunu biz yakinen biliyoruz biz, hukukçu olmam münasebeti ile birazda. Ancak sistemin kendisinin bu konuda açmazları vardır. Dolayısıyla sistemi mutlaka değiştirmek lazım, değiştirinceye kadar da işçilerin asıl işverenin sorumluluğu temelinde hem talepte bulunması hem onu mahkemeye intikal ettirmesi gerekli ve zorunludur.
Kocaeli, Sakarya hududundan İstanbul hududuna kadar binlerce irili ufaklı fabrikanın ve organize sanayi bölgelerinin bulunduğu bir ildir. Böylesi bir kentte sizin de belirtiğiniz gibi katma değer oldukça yüksektir ancak üretilen bu katma değerin bizatihi Kocaeli’ne dönüşümü de yoktur, çok azdır ya da. Yani kattığı katma değerden karşılığını alan bir kent değildir, biliyorsunuz vergi tahsilatına göre Büyükşehir Belediyelerine de pay verilmektedir ama buradaki büyük fabrikaların merkezleri İstanbul olduğu için vergiler oraya yatmaktadır. Dolayısıyla Kocaeli’nin katma değerinden İstanbul yararlanıyor, Kocaeli’nin kendisi kent olarak yararlanamıyor. Bu olayın bir boyutudur. Diğer boyutu ise gelir durumunun adaletsiz dağılımıdır. Bunlara ek kayıt dışı çalıştırma, yine ucuz emek kapsamında Suriyeli işçilerin kayıt dışı çalıştırılmaları ve hatta ucuz işgücü olması nedeniyle tercih edilen çocuk işçi sayısı da bu oranı yükseltmektedir. Bütün bunları birleştirdiğiniz zaman Kocaeli’nin emek dünyasının bu hali yürekler acısıdır. İşçiler, Türkiye’nin en perişan ve en berbat koşullarını taşıyan bir durumdadırlar. İşçilerin sendikalı kısmının aldığı ücretlerin de düşüklüğü söz konusudur ama sendikasız olan işçilerin aldığı ücretler sefalet ücretidir. Bunun ötesinde de, biliyorsunuz kentimiz daima göç almaktadır. Bütün bunlar bir araya geldiğinde özellikle yoksul mahallelerde tam bir dram ve trajedi yaşanmaktadır. İnsanlar gelecek hayallerini bırakın gündelik karınlarını doyuracak bir iş için işçi simsarlarından iş dilenmektedirler.
Çevre sorununa gelirsek, bu sorun Kocaeli’nin en baş belası sorunudur kim ne derse desin. Bir kere sağlıksız bir sanayileşme söz konusudur. Sanayileşme sürecinin başından beri var olan bir sorundur. Bunun faturasını tümüyle AKP’ye çıkarmak da doğru değildir. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren hayatımızda yere alan sanayi üretimi, deniz ve demiryolu ulaşımının uygunluğu yüzünden bu ilimizde yoğunlaşmıştır. Ancak tümü de ilkel ve sağlıksız koşullarla kurulmuştur. Bu nedenle de korkunç bir çevre kirliliği ve çevre katliamı söz konusudur. Belik bilir misiniz bilemiyorum, özellikle kişisel dostum da olan, kendisine bilimsel çalışmaları ile saygı duyduğum Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun çok meşhur bir araştırması vardır, adı “Dilovası Raporu” dur. Genelde tüm Kocaeli’ni kapsayan bir çalışmadır o. Ve değerlerinin tümü TÜBİTAK raporlarından çıkmadır. Özellikle metal ağırlıklı, yoğunluklu kanserojen yapıların ne kadar yoğunluklu olduğu ve bunun Kocaeli’nin geleceği açısından insan kırımına yol açacağı konusunda çok net bilgiler vardır. Uluslararası çevre sicili temiz olmayan PASCO ve Türkiyeli ortakları tarafından kurulacağı açıklanan fabrikaya ilişkin insan sağlığını ve yaşamını tehdit eden laboratuvar sonuçlarını açıkladığı için -ki hepimiz karşı çıkmıştık ama gücümüz maalesef yetmedi- Büyükşehir Belediyesi Başkanı tarafından “şarlatan” diye aşağılandı, tehdit edildi ve hakkında davalar açıldı. Şimdi bu çevre katliamını, kirliliğini mutlaka önlemek gerekiyor.
Şimdi tüm bunların çözümü yalnız bir milletvekilinin çözebileceği sorunlar olamaz ama şunu net olarak söylüyorum; ben milletvekili seçilirsem Kocaeli’ni temsil edeceğim. Dolayısıyla Türkiye’nin sorunlarının yanı sıra Kocaeli’nin sorunlarına ilişkin çok daha özenli, kararlı ve mücadeleci olacağımdan kimsenin kuşkusu olmasın. Kocaeli’nin en büyük sorununun çevre sorunu olduğu konusunda kafam çok net, ben 30 yıldır bu kentte yaşıyorum. Bu 30 yıllık sürede tüm demokratik hak mücadelelerinin içerisinde oldum, tüm çevre katliamlarına karşı mücadelelerin de içerisinde oldum. Dolayısıyla bunu mutlaka gündeme taşıyacağım ve bunun çözülmesi için azami gayret sarf edeceğim ben ve tabi ki partim olarak. Öncelikle bu konuda tereddütsüz bir fikre sahibiz, bu ölüm yayan sanayinin kaldırılması ama bizde biliyoruz ki şimdilik bu bir hayal tabi ki, keşke gücümüz yetse de hepsini kaldırsak ve atsak bir yere. Zira hiçbir şey insan sağlığından değerli değildir.
Belirtiğiniz yerde Dilovası’nda kanser hastalığından ölenlerin oranı çok daha fazladır. Kömürcüler denilen mevkiinin Devlet Hastanesi üst kısmının daha ötesinde yeniden bir atık alanı açılmaktadır, bahsettiğiniz protesto da onun için yapılmıştır. Bu konuda Büyükşehir Belediye’sinin bir kararı da vardır, seçim öncesi tepkiler çoğalınca geri adım attılar ama yarın öbür gün yine kuracaklardır. Yine Yukarı Hereke’de de aynı şeyi yapıyorlar, orada da bir atık alanı açılıyor, açılma hazırlıkları var daha doğrusu. Bir defa bunların şiddetle karşısında olacağız. Demir çelik tesisleri mevcut sanayi tesisleri içerisinde en fazla kanser üreten sanayi alanlarıdır, onun için Dubai Port ve MİA tesislerinin bölgemize kurulmasına da karşı çıktık ve bunun bir cinayet olacağını söyledik. Ama körfezin en güzel yerine o tesisi kurmakta tereddüt etmediler. Hiç olmazsa kurulan bu tesislerde arıtmayı sağlayacak yeni teknolojiler kullanmak gerektir ama bu uyarılarımızı da dikkate almadılar. İnsanlarını zehirleyen, üzerlerine ölüm saçan bir “kaotik kent” yerine “yaşanabilir bir sanayi kenti” hiç olmazsa üzerinde düşünülmeye değerdir, diğeri daha fazla kar etmek amacıyla doğayı katletmek ve üzerinde yaşayan içerisinde insanlar da olmak üzere tüm canlıları yok etmek pahasına yapılan emrivaki yatırımlardır. Biz HDP olarak; ekolojik bir yaşantıyı savunan bir partiyiz. Bölgemizde yeni sanayi bölgelerinin açılmaması ve kurulmaması gerektiği düşüncesindeyiz. Yani bu kenti bulunduğu tehlikeli ve ölüm saçan bir konumdan kurtarmak gerektiği ve daha kötü bir noktaya gitmemesi için de yeni kurulacak organize sanayi bölgelerine izin verilmemesi gerektiği konusunda hemfikiriz. Yine Körfezin de yeniden temizlenmesi ve tekrar kirletilmeyecek arıtma önlemlerinin alınması gerekmektedir.
Bu anlamdaki uygulanan politikalar Türkiye’nin genelinde uygulanan politikalar sonucudur. Tarım ve hayvancılık iflas etmiş durumdadır. Köylüye adeta ekme, biçme ve üretme denilmektedir. Bu da emperyalizmin kurmuş olduğu bir tuzaktır. Çiftçiler kendi yerli tohumlarını bırakmak zorunda bırakıldıkları gibi, GDO’lu ürünler olarak ta tabir edilen sağlığa zararlı, öldürücü tarım ürünlerini kullanmaya zorlanmakta, sağlıklı tarım girdilerinin ve mazot fiyatının çok pahalı olmasından yakınmaktadırlar. Hayvancılıkta da durum iç açıcı değildir, hayvancılık konusunda ise ihraç eden bir ülke konumundan ithal eden bir konuma gelinmiştir. Bunların temelinde iki tane olumsuzluk yatmaktadır; bunlardan bir tanesi, sürekli şehir merkezine kırsaldan yönelen göç, diğeri ise gelinen yerlerde entegre tarım projelerin yaşama geçirilemeyiş olmasıdır. Söylediklerimin üzerine şunu da ilave etmek istiyorum, verimli tarım arazileri üzerinde yoğun bir yağmalama vardır. Büyükşehir Belediyesinin kentsel dönüşüm ve yeni toplu konut alanları olarak belirlediği yerlerin tamamı verimli tarım arazileridir. 2B arazileri için ise daha acıklı bir durum söz konusudur; sözüm ona o arazileri üzerinde yaşayan ve arazileri kullananlara vereceklerdi ama görülüyor ki o arazilerin bütününü yine rant sahipleri topluyor ve imar yasasında yapılan değişiklikle tekrar konut alanına ya da sanayi alanlarına dönüştürülüyorlar. Köylünün eline falan geçmiyor o alanlar. Bu nedenle 2b arazilerinin tarıma hiçbir katkısı olmadığı gibi var olan gelir eşitsizliğini artırmakta da başka bir işe yaramamakta, ekolojik olarak ise doğanın daha fazla tahrip olmasına yol açmaktadır.
Maalesef üzerinde konuştuğumuz özelleştirme, piyasalaştırma, taşeronlaştırma gibi uygulamaların beraberinde cumhuriyetin kazanımları olan bütün birikimleri harcadık. SEKA yok, TÜPRAŞ yok, PETKİM yok, TEDAŞ, Sümerbank, PTT yok yani hiçbir şey kalmadı, neredeyse hiçbir KİT kalmadı elimizde. Bu paralar nereye gitti şimdi? Bir havuz ve yandaş medyaya gitti, ikincisi göz boyamak için süslemelere ve saraylara harcadılar, üçüncüsü ise karayolu taşımacılığına harcadılar. Başbakan, şimdiki Cumhurbaşkanı çok öğündü bunlarla. Özellikle de karayolu taşımacılığı konusunda, şu kadar duble yol yaptık diye her gün halka demeç veriyor. Tamam yaptı da havayolu taşımacılığına verdiği rant desteği karayollarını işlemez hale getirmiş durumdadır. Otobüs firmalarına falan bakın kan ağlıyorlar adeta. Havayoluna yani büyük sermayeye verilen rant desteği sonucunda isyan etmek üzeredirler. Bir toplantıda, bizim durumumuz budur, meclise giderseniz lütfen bu sorunla da uğraşın, dayanacak gücümüz kalmadı demişlerdir. O kadar karayolunu yaptık ama hiçbir işe yaramamaktadır. Birde belirtiğiniz gibi korkunç bir israf ve çevre kirliliği nedeni halindedir, karayolu taşımacılığı, harcanan petrolden tutun da kirliliğe değin ciddi bir sorundur. Demiryolu deniz taşımacılığı ise hem daha az maliyetli ve temiz bir ulaşım alanıdır her zaman. Çevre dostudur ama maalesef bu hükümet özellikle bu konuda hiçbir yatırım yapmamıştır. Biz HDP olarak temel tercihimizi bu coğrafyada demir ve deniz yollarının mutlak surette öncelenmesinden yanayız. Elimize imkan düşerse bunu gerçekleştirmenin yollarını arayacağız.
Yenilenebilir enerji kaynakları üzerinde eğilmemiz gerekir, Doğanın, derelerin ve akarsuların katline neden olacak HES’lere ve Termik santrallere ve nükleer santrallere karşı çıkmaya devam edeceğiz. Özellikle güneş enerjisinin üretilmesine muazzam bir uygunluğu vardır. Bu konuda var gücümüzle çalışacağımızdan kimsenin kuşkusu olamalıdır. Biz kentlerimizi ve kaynaklarımızı tüm canlıların yaşayabileceği ekolojik kentler kurarak var etmeyi düşünüyoruz.