Zeki TOMBAK yazdı: Tunus’ta hükümetin feshi ve parlamentonun yetkilerinin 1 aylık bir süre için Cumhurbaşkanı tarafından askıya alınmasının sadece Tunus için değil, Türkiye dahil bütün bölge için ne anlama geldiğinin ortaya konması bakımından, zincirin bu “kopuk halkasının” faydalı olacağını düşünüyorum.
Her zaman olduğu gibi “uzun” görünen bir yazı. Ancak bölgenin yakın dönem siyasi tarihinin temel aktörleri ve gelişme dinamiklerinin derli toplu bir anlatımı için uzun sayılmaz. Gene de bir bölümünü üç beş gün sonra paylaşmak üzere böldüm. (szt)
İhvancılık ve ABD’nin “Yeni Düzeni”
ABD, SSCB’nin çözüldüğü ve yerini alan Rusya Federasyonu’nun Gorbaçov ve Yeltsin ile anılan, uzun bir etkisizlik dönemi yaşadığı şartlarda Ortadoğu’da, Türkiye ve Mısır başta olmak üzere, bölge ülkelerinde istikrarsızlık yaratan bazı dinamikleri sorun olmaktan çıkararak; bu ülkelerle İsrail arasındaki pürüzleri ortadan kaldırarak, ağırlıkla bu üç devlet üzerinden Ortadoğu’da batı ittifakı ekseninde yeni bir düzen kurmaya girişti.
“Yeni Düzen”in yeniliği, siyasi islamcı geleneğin Türkiye ve Mısır başta olmak üzere, bölge devletlerinin siyasi sistemleriyle ilişkilenme tarzına dairdir.
Türkiye’de geleneksel sağ partiler içinde siyaset yapmak yerine, 1970’de Milli Nizam Partisi ile partileşmiş siyasal islam, uzun yıllar boyunca, sistemin bir parçası olarak rol oynamaya istekli olduğunu ispatlamaya büyük çaba sarfetti. Kurduğu partiler açık ve örtülü darbe dönemlerinde, komünistlerin ve Kürt özgürlük hareketinin Türkiye demokrasi güçleriyle birlikte kurduğu partilere benzer şekilde, haklarında açılan davalarla boğuştu ve defalarca kapatıldı. Buna rağmen bir yandan yeniden partileşirken; devletin siyasi kurumlarının basıncı altında; bizzat bu kurumların siyasi itibar kaybettiği bir tarihi dönem boyunca toplumsal desteğini büyütmeyi başardı. Her türlü demokrasiyle, çözülmesi çok zor ciddi sorunları olmakla birlikte, yarım yamalak da olsa, mevcut temsili demokrasi içinde yer almaya güçlü bir isteği olduğunu defalarca kanıtladı. Bu arada dili anti emperyalist, anti batıcı olmakla beraber, pratikte uluslararası sisteme sorun çıkarmadığı gibi, kendi içinden, uluslararası sistemin desteğini kazanmak için her şeyi yapmaya, her türlü uyum çabası içine girmeye çok istekli bir “ikinci kuşak” kadro havuzu da üretti.
İkinci Kuşak siyasi kadrodan kastettiğim, AKP’yi kuran kadrodur.
ABD, AKP’yi Türkiye’deki bağlantıları ve mekanizmalarıyla, iktidara hazırladı, taşıdı; AKP iktidarını destekledi, güçlenmesine yardımcı oldu.
Arap Dünyası’nın Siyasi İslamı İhvan ve Milliyetçi Sol
Arap Dünyasında, Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan devletlerin sınırlarını aşmayı ve daha geniş birlikleri hedefleyen iki siyasi örgüt ve bir siyasi akım oldu: İhvan, Baas ve Nasırcılık.
Birincisi, Mısır’da 1928’de Hasan El Benna’nın kurucusu olduğu Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) örgütüdür: Sünni bir islam birliğini hedefler, sağcıdır, muhafazakardır, antikomünisttir, cihatçıdır. Yoksul yığınlar içinde dayanışmacı bir kitle çalışması ile yığınsallaşmıştır. Diğer selefi-cihatçı örgütlerle arasında, radikalizm bakımından derece farkından sözedilebilir. Başta Mısır olmak üzere, Tunus ve Cezayir gibi Kuzey Afrika ülkelerinde yasal kabul edilmediği dönemlerde de, grevci işçilere, solcu öğrenci hareketlerine karşı devlet güçlerinin yanında yer almış, silahlı saldırılar düzenlemiştir.
Zaman içinde örgütün neredeyse bütün Arap ülkelerinde kolları oluşmuştur. Mesela Tunus’ta bugünkü adıyla El Nahta ve Filistin’de Hamas gibi.
Diğer taraftan Hasan el Benna’nın ve Seyyid Kutub’un fikirleri, Arap toplumlarının sınırlarından taşarak Afrika’da ve ABD’deki Malcolm X gibi “siyahi” hareketin önder isimlerini etkilemiştir.
Bu etkileme gücü Türkiye’de, dönemin MİT Müsteşarı, general Fuat Doğu’nun dikkatini çekmiş ve devrimci gençlik hareketlerinin yükselişine karşı bir bariyer oluşturmak üzere Seyyit Kutub’un eserleri MİT tarafından Türkçe’ye tercüme ettirilerek yayınlatılmıştır. MİT’in bu yıllardan başlayarak siyasal islamcıları, hem islamcı örgütlenmelere sızmak ve hem de devrimci ve komünist hareketlere karşı kullanmak üzere “devşirme” gayreti, Ali Bulaç’ın “Göz altına alındığımda beni de ikna etmeye çalıştılar ama ben kabul etmedim” diye anlattığı üzere yaygınlığı dikkat çekici bir çalışma idi. Denilebilir ki, siyasal islamcı aktivistler içinde, 1960’ların sonu ve 1970’ler boyunca ve muhtemelen daha sonra da, öne çıkmış ve devletle teması olmamış kimse yoktur. Tabii hangi islamcı isme sorsak Ali Bulaç ile aynı cümleyi kuracaktır: “Ben hariç, diğerleri!”.
Elbette aralarında doğru söyleyenler olabilir.
Nur Cemaatleri ve MSP de, İhvan ile temas kurmuş olsa da, bu hareketle devletin istihbarat birimlerinin ilgisi Türkiye’nin siyasi islamcılarından daha güçlü ve sistematik olmuştur.
Cemaatlerin İhvan’a ilgisinin zayıflığında, asıl kaynak olarak Nakşibendiliğin Halidi kolundan gelmelerinin rolü olduğu düşüncesindeyim. Bu gelenek iç siyasete, devletle ilişkilenmeye, yenilikçiliğe tepki vermek için devlet içinde taraf olmaya Osmanlı’dan başlayarak ve özellikle 1946 sonrasında, güçlü bir eğilim duymuştur. Demokrat Parti’den itibaren sağ partilerle iç içe olmuşlardır. Bu iç içelik 1968’de İstanbul’u ziyaret eden ABD 6. Filo’sunu protesto eden devrimci gençlere saldırıp cinayet işlemekten; bugün de kadına yönelik erkek şiddetini önlemeyi amaçlayan ve bir ölçüde başarılı olan İstanbul Sözleşmesi’nin iptalinde baş rol oynamaya, bir süreklilik halindedir.
Özetle Osmanlıcı, Türk-İslam sentezci bir çizgiye yönelmeleri ve devletle içiçelikleri; bu çerçevede Kürt düşmanlıkları ile beraber, islamcılıktan ziyade devletçi bir yöneliştir. Necip Fazıl’ın görüşlerinin etkisi altında bir tarikat örgütlenmesi olmaktan çıkıp doğrudan siyasal islamcı bir kimlik geliştiren, İbda-c gibi öbekleri de; R.T. Erdoğan gibi devletin en üst makamına gelmiş fikri takipçileri de vardır.
Devlet birimlerinin İhvan ilgisinin bir sonucu olarak, 1982’de Suriye’de başlayan ve kısa sürede, şiddetle bastırılan İhvan ayaklanmasının önder kadrosundan canını kurtaranlar, hayatlarına Mersin’de devam etmişlerdir.
Bugün de, Mısır’da 2013’de gerçekleşen General Sisi darbesinden sonra binlerce İhvancı hayatına ve ağırlıkla yayın ve örgütlenme faaliyetlerine Türkiye’de, Türk devletinin desteği ve himayesinde devam etmektedir. Tabii burası Doğu Roma’dır; Bizans’ın ve Osmanlı’nın hüküm sürdüğü coğrafyadır. Bugün seni himaye eden el, yarın celladına teslim edebilir, Türkiye’ye sığınmış Çeçen ayaklanmacılar veya İranlı muhaliflerin başına geldiği üzere, faili meçhul suikastlerle ortadan kaldırılman karşısında “etkisiz” kalabilir. Bir politika değişikliğinde dün teşvik edilen televizyon ve radyo yayınlarını durdurmanız istenebilir vb vb.
Türkiye devleti Suriye’yi karıştırmak üzere İhvan’a yatırım yaparken, Beşşar Esad’ın babası Hafız Esad da, Bekaa Vadisi’ni Türkiye’nin PKK başta olmak üzere silahlı mücadele veren veya vermek isteyen muhalif güçlerine tahsis etmişti. Bugün Suriye savaşı 10 yaşına girdi. Türkiye’nin PKK öncülüğündeki Kürt savaşı da 40. yılına yaklaşıyor.
Suriye neredeyse yerle bir oldu. Türkiye kalkınma ve halkın refahını yükseltmek için kullanabileceği dev kaynakları, Suriye topraklarının, Afrin, Cerablus, Tel Abyad vd bölgelerinde işgal alanları yaratmak ve başta İdlib olmak üzere bu bölgelerdeki El Nusra ve benzeri terör gruplarını silahlandırmak ve finanse etmek için harcadı. Devlet kadrolarını savaştan beslenen kriminal unsurlar istila etti. Devletin en köklü kurumları dejenere oldu. İnsan kayıpları ve yaşanan sayısız trajedi de, toplumsal hafızaya silinmeyecek acılar olarak kazındı.
Müslüman Kardeşler örgütünün, Arap ülkelerinin bazılarında zaman zaman yasallığı tanınsa da, sık sık yasaklamalara maruz kaldığını söyleyebiliriz. Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinde ise, İhvan neredeyse her zaman yasaklı bir hareket olmuştur.
Mısır’ın Arap Dünyası’ndaki Öncü Konumu
Arap dünyasında maddi ve askeri gücü büyük çeşitli ülkeler varsa da, Mısır’ın her zaman özel ve güçlü bir konumu olmuştur. Eğer Arap Dünyasını da içine alan ve konusu siyasi islam olan bir süreç inşa edilecekse, bu sürecin merkezine Mısır’ın konulması zorunludur.
Mısır, Nasır’dan sonra Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek ile devam eden ve kalıcılaşan askeri diktatörlük rejimi altında ciddi bir toplumsal muhalefet biriktirmişti. Bu muhalefet birikiminin sistem içinde çözülmesi, Mısır’ın bölgede oynayacağı rol açısından önemliydi.
Mısır’ın Arap Dünyasındaki konumunun anlaşılması bakımından 1978’de, Camp David’de, ABD Başkanı Jimmy Carter’ın gözetiminde Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat ile, İsrail Başbakanı Menahem Begin arasında yürütülen gizli müzakereler sonunda imzalanan sözleşme çok açıklayıcıdır.
Bu sözleşme ile, İsrail 1973 Savaşında işgal ettiği Mısır toprağı Sina Yarımadasından çekilecektir. Buna karşılık Mısır, İsrail’i devlet olarak tanımanın yanı sıra, işgal etmiş olduğu Filistin topraklarındaki varlığını meşru kabul edecektir.
Bu sözleşme 3 yönden çok önemlidir.
Birincisi, Mısır Arap vatanının bütünlüğü üzerinden bakarak, Filistin topraklarının işgalini, İsraille sürekli yenilgiyle sonuçlanan savaşlara devam etmek için bir savaş sebebi görmekten vazgeçmiştir.
İkincisi İsrail’i devlet olarak tanıyan ilk Arap devleti olmuştur.
Üçüncüsü Arap dünyasının ortak meselesinin önüne kendi meselesini, Sina Yarımadası’nın işgaline son vermeyi koymuştur.
Böylece bugün sayıları giderek artan Arap devletlerinin İsrail’i devlet olarak tanımasının ve İsraille ilişkilerini normalleştirmesinin önünü açmıştır. Bu ilk adımı Mısır dışında bir Arap ülkesi atmış olsaydı,
Arap dünyasından dışlanır veya en azından şiddetle kınanırdı.
Mısır Arap dünyasının öncüsü konumunun Kavalalı Mehmet Ali Paşa döneminden gelen; Osmanlı’ya karşı kazanılmış kesin askeri başarılara dayanan bir geçmişi vardır. Ancak bu konumun altı, Nasırcılığın Arap ulusçusu, anti-emperyalist, Sovyet dostu politik yönelişi döneminde kuvvetlice bir daha çizilmiştir .
Bu yöneliş sürdürülemez hale geldiğinde sadece öncülük kaybedilmedi; İhvan’ın iktidarına giden yol da, bizzat Nasır’ın siyasi varislerinin başarısızlıkları tarafından açılmış oldu. Tıpkı AKP iktidarının yolunu 12 Eylül darbecilerinden başlayarak TSK üst yönetiminin inşa ettiği devlet ve siyaset yapısının başarısızlıklarının döşediği gibi.
Camp David anlaşmasıyla birlikte her Arap devletinin kendi gerekçeleri üzerinden İsrail ile ilişki kurmasının da önü açılmıştır.
ABD ise İsrail’i tanıyan ve ilişkilerini normalleştiren Arap devletlerinin kendisiyle siyasi ve operasyonel ilişkilerini geliştirme beklentilerini “NATO Ortaklığına kabul” vaadi ile teşvik etmektedir.
Camp David Arap Dünyasında Nasırcı dönemin kesin olarak kapandığının ilanı olmuştur.
Nasırcılık Ne İdi?
Nasırcılık, İhvan ile birlikte Arap Dünyasında, mevcut devlet sınırlarını aşan, iki ideolojik, politik akımdan biridir.
Enver Sedat’ın da üyesi olduğu Cemal Abdül Nasır liderliğindeki “Hür Subaylar” örgütü 1952’de krallığı bir darbe ile devirmişti. En önemli siyasi rakibi olan Müslüman kardeşlere üstünlük sağlayan askerlerin inşa ettiği rejim, Bağlantısızlar Hareketi içinde yeraldı, SSCB ile dostluk geliştirdi ve “kapitalist olmayan yol” gibi Marksist teori açısından sorunlu olsa da, Soğuk Savaş’ın duvarında büyük bir delik açan Mısır yönetiminin anti emperyalist, milliyetçi, devrimci yönelişini tarif etmeye çalışan teorik açılımlara ilham kaynağı oldu. Nasırcı hareketin bu yönelişinde 1956’da Suveyş Kanalı’nın millileştirilmesi üzerine İngiltere, Fransa ve İsrail’in kanalı işgalinin yarattığı krizde SSCB’nin kesin biçimde Mısır’ın yanında yer almasının etkisi büyüktür. Diğer taraftan Nil üzerinde kurulacak Asuan Barajı’nın finansmanı konusunda da batılı devletlerin aksine SSCB Mısır yönetiminin yanında olmuştur.
SSCB dostluğunun da katkısıyla Nasırcılık Arap Birliğini, anti emperyalist, Sovyet dostu bir temelde inşaya girişmiş, öncelikle Mısır-Suriye Birleşik Arap Cumhuriyeti kurulmuştur. Ancak Arap dünyasındaki bu ilerici enerji, İsraille girişilen ve yenilgiyle sonuçlanan 1967 ve 1973 savaşlarında tükendi.
Bu tükenişin bir sonucu olarak Enver Sedat 1975’de SSCB ile ilişkileri kesti. Camp David’de Sina’yı geri alırken, 1967’de işgal edilen Gazze’yi tamamen terketmek zorunda kaldı. Benzer şekilde Ürdün de 1967’de işgal edilen Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü unutmak zorunda kalacaktı.
Tabii az zamanda üstüste yaşanan askeri başarısızlıklar üzerine askeri diktatörlük rejimi iktidarı terketmedi; ülkenin bütün siyasi güçlerinin özgürce örgütlenip, özgürce kampanyalar yürütebileceği seçimler sonucu oluşacak bir parlamento ve meşru bir hükümet ile yönetilmesinin önündeki engel olmaktan vazgeçmedi. Bu durum bütün Arap ülkelerinde kolları olan, ama Mısır’ın ana muhalefeti haline gelmiş İhvan’ı daha da güçlendirmekle kalmadı, rejimi giderek ağırlaşan bir istikrarsızlık sürecine soktu.
ABD’nin başını çektiği uluslararası sistem, Mısır rejimine, Müslüman Kardeşler örgütünün yasallaşmasını ve demokratik süreçlere katılmasını; böylece yoksul yığınlar ve aydınlar arasında güçlü desteklere sahip bu kitlesel partilerin sistem dışında bırakılmasından kaynaklanan istikrarsızlık dinamiğinin sönümlenmesini tavsiye ediyordu. Böylece istikrarını “yeniden inşa eden” Mısır, sistemin kendisine yüklemek istediği bölgesel rolü oynayabilecek hale gelecekti.
İhvan, batı karşıtı bir propaganda dili kullanmasına rağmen her zaman İngiltere ve ABD’yle ilişkili ve uyumlu olmuştur. Keza Komünist Partilerin ve işçi hareketlerinin karşısında sözde düşmanı olduğu rejimlerle işbirliği yapmış bir örgüttür. Tıpkı Türkiye’nin siyasi islamcıları ve özellikle AKP gibi.
ABD’nin Türkiye Hakim Siyasetine Desteği
Türkiye’nin Avrupalı müttefikleri, 1990’ların ilk yıllarında Soğuk Savaş döneminin Gladio benzeri yapılanmalarını küçültmeye giriştiler.
Türkiye Cumhuriyetinin kurucu aklı ise, kendi kuruluşunun hemen öncesinde gerçekleşen Büyük Ekim Devrimin’den, Bolşevizmden, Sovyetlerle komşu olmaktan başlayarak; ülke içinde Komünistlerden, işçi hareketlerinden, sendikalardan, devrimci gençlik örgütlenmelerinden duyduğu derin korkuyla yaşamıştı. Bu korku yüzünden, ülkede gerçek bir demokratikleşmeye asla izin vermediler. Hristiyan nüfustan da korkuyorlardı. Ermeniler soykırıma dönüşen bir Tehcirle ve Rumlar mübadele ve zorunlu göçe tabi tutularak bir endişe kaynağı olmaktan çıkarıldı.
Kürt muhalefeti ise, tedip hareketleri, katliamlar, idamlar, sıkıyönetimler ile sağlanmış uzun bir sessizlikten sonra, 1960’larda sosyalist hareketin yanı sıra ve 1980’e gelinirken kendi kanallarında gelişme halindeydi. 1984 yılında PKK’nin başlattığı silahlı direniş ise inişli çıkışlı bir başarı çizgisi yaşasa da, 1990’lara gelindiğinde belirli bir kalıcılık görünümü kazanmıştı.
1990’ların ilk yılları şehirlerde polisin devrimcileri, bazen uzun süren silahlı çatışmalarla yerinde ve yargısız infaz ettiği; Kürt köylerinin boşaltıldığı, yakıldığı, muhalif basının ağır sansüre maruz kaldığı yıllardı.
Dolayısıyla diğer NATO üyelerinin aksine, Türkiye’nin karar vericileri Kürt sorununu bahane ederek, kendi içindeki Gladio/Süper NATO yapılanmalarının devleti belirleyecek ölçüde güçlenmesine yol açtı. Böylece sokak infazları, faili meçhul cinayetler, katliamlar, suç örgütleriyle devlet kurumları arasında artan geçişkenlik, basın özgürlüğünün, sayıları giderek artan Devlet Güvenlik Mahkemelerinin takdirine teslim edildiği, ekonomik ve siyasi krizlerin birbirini izlediği hızla istikrarsızlaşan bir ülke yaratmışlardı.
ABD, Ortadoğu’da inşa etmeyi istediği yeni düzenin istikrarı için kritik bir rol oynamasını istediği Tükiye’nin, sistem açısından da sorun yaratan ve ülkeyi bir çöküşe sürükleyen bu “karanlık sarmal”dan çıkışı için kolları sıvadı.
Zaten uzun süredir Kürt Sorunu’nun barışçı, siyasi çözümünü önermekte olan PKK Önderi Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasıyla açığa çıkan ve Türkiye’ye teslim edilmesiyle sonuçlanan bir operasyon gerçekleştirildi. Böylece “askeri başarı kazandın, artık bir dizi açılım yaparak Kürt sorununu çözme yönünde adımlar at”, diye özetlenebilecek bir çözüm stratejisi Türkiye’yi yönetenlerin önüne koydu.
İdam cezası kaldırılmış olmakla birlikte, dönemin parçalı iktidarları, neredeyse hiç bir konuda köklü adımlar atacak, ekonomik ve siyasi krizleri çözebilecek kapasiteyi ve uyumu ortaya koyamadılar.
Yaşanan ağır ekonomik kriz sonrasında ABD’nin yakın yol göstericiliğinde, uzun süredir bu rol için hazırlanmakta olan AKP iktidara taşındı.
Bu projenin ana fikri, batı ile uyumlu çalışmaya istekli siyasal islamın siyasete katılımını sağlayarak bir büyük istikrarsızlık dinamiğini ortadan kaldırmaktı. Türkiye ve Mısır gibi müttefiklerin siyasi rejimlerinin daha sorunsuz işler hale getirilmesi, bu arada Irak, Suriye ve Libya gibi, sistemle sorunları olan ülkelerdeki rejimleri hızlı veya yavaş tasfiye etmekti.
Türkiye bu projede öncü bir rol üstlenecekti. AKP ve özellikle Erdoğan ABD’nin verdiği her görevin heyecanlı talibiydi. Ancak itirazdan ibaret siyasal islamcı Erdoğan zihniyetinin, AKP kurucusu ve ilk Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış dahil, Dışişleri bürokrasisine de, bakanlığın izlediği politikalara da güveni yoktu.
ABD’den Türkiye’ye ilk “AKILLI OL” Programı
AKP Milli Görüş geleneğinden gelmekle birlikte, bu geleneğin sistemle uyumlu olmaya daha istekli, ideolojik bakımdan daha yumuşak görünen kanadı olarak ortaya çıkmıştı. Yumuşaklık, o gün, “sistemin uyum beklentilerini karşılamak” için şarttı. Ancak siyasal islam matruşka gibidir. Ortam elverişli olduğunda içinden daima daha islamcı bir model çıkar.
Erdoğan 1994’de seçildiği İBB Başkanlığı döneminde sistemi asla rahatsız etmeyecek bir siyasetçi profili vermişti. İktidarın ilk yılları boyunca bu yumuşaklık, 2. Körfez Savaşı için, Irak’a Türkiye topraklarından girme adımında bir tökezleme yaşasa da, kesintisiz sürdü. Tökezlemenin faturası ABD tarafından TSK komuta kademesine kesildi.
Türkiye’nin akademi dünyasında, siyasal islamcılığın uluslararası ilişkiler alanında en parlak ismi Ahmet Davutoğlu idi. Davutoğlu 2003’ten itibaren önce Abdullah Gül’ün, sonra Erdoğan’ın dış politika danışmanlığını yaptı. Nihayet 2009’da AKP tarafından kurulan 60. Hükümete Dışişleri Bakanı oldu.
Obama 2009’da başkan seçildikten sonra ilk denizaşırı seyahatinin son ayağında Türkiye’yi ziyaret etti.. (5 Nisan 2009.) Başkan Obama’nın TBMM kürsüsünden yaptığı konuşmasının önemli noktaları kısaca şu unsurları içeriyordu:
– Türkiye ABD’nin önemli bir müttefiki ve bir Avrupalı ülkedir.
– Türkiye’nin AB üyelik sürecini destekliyoruz. Bu üyelik AB’nin temellerini güçlendirir ve genişletir.
– Türkiye’nin de önemli sorumlulukları var. Sizler bu anlamda önemli reformlar gerçekleştirdiniz, DGM’leri kapattınız, basın özgürlüğü alanında düzenlemeler yaptınız. Kürtçe yayın başlattınız.
– Heybeliada Ruhban okulunun açılması ileriye dönük güçlü sinyaller verecektir.
– Tarih her zaman trajedilerle doludur. Her ülkenin bu anlamda geçmişiyle hesaplaşması gerekir.
1915’te yaşanan olaylar var. Bunlar benim çözeceğim meseleler değil. Ermenilerin ve Türklerin birlikte çözeceği meseleler. Zaten atılan adımlar da var. ABD bu anlamda ikili ilişkilerin geliştirilmesini desteklemektedir.
– Doğu Akdeniz’de de sorunlar var. BM Kıbrıs’ta iki taraflı, iki toplumlu çözümü desteklemektedir.
– Ortadoğu’da İsrail ve Filistin olmak üzere iki devletli çözümden yanayız. Bu hedef Türkiye ile ortak hedefimizdir. Biz terörün kullanılmasını dışlamalı ve İsrail’in güvenlik kaygılarının meşru olduğunu anlamalıyız.
– Ülkeyi bir yöne veya diğer yöne çekmek isteyenler olabilir. Ama Türkiye’nin büyüklüğü her şeyin ortasında olmasıdır.
– Sadece Türkiye ile ABD arasındaki güveni değil, Amerika ile İslam Dünyası arasındaki güveni de tekrar inşa etmek istiyoruz.
– Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız. El Kaide ve PKK’ya karşıyız. Kürt liderlerle iyi ilişkilerinizi güçlendirin.
Özet olarak, Batı ile bağlarınızı güçlendirin, AB’ye tam üyelik için gayret gösterin. Batı açısından rahatsız edici olan Ruhban okulu, Ermenistan ile ilişkiler, Kıbrıs’ta çözümsüzlük gibi sorunları çözün. Kürt meselesini normalleşerek, özgürlükleri genişleterek çözmeye çalışın. Ortada durun!
Gerçekten de, AKP iktidarı, Kıbrıs’ta “Annan Planı”nı, Denktaş’a plan aleyhinde cümle kuracağı bir toplantı bile yapamaz hale getirecek ölçüde sahiplendi. (2003)
AB’ye üye adaylığı (katılma müzakerelerinin başlaması 3 Ekim 2005);
Ermenistan ile yapılan 2 protokol (31 Ağustos 2009);
Erdoğan’ın Mısır’a yaptığı ziyarette (13 Eylül 2011) Mısır Parlamentosunda “laiklik çizgisinden ayrılmayın” şeklinde konuşması;
“Komşularla sıfır sorun” politikası;
Ülke içinde kimi demokratikleşme adımlarının atılması ve Kürt sorununun barışçı çözümü yolunda, Dolmabahçe mutabakatı’na (28 Şubat 2015) kadar devam eden açılım adımları ile köklü sorunlarını çözme yönünde bir yönelim içine girdi.
Bu adımların çoğu, atıldığı anda bile AKP önderliğinin gerçekten benimsediği adımlar değildi.
Örneğin Ermenistan protokolleri, Türkiye Dışişleri Bakanına bile sürpriz olacak şekilde Erdoğan tarafından, “Karabağ sorunu çözülmeden yürürlüğe giremez” diye, son dakikada askıya alındı. O günlerde Erdoğan ve ailesinin tutumlarında, Azerbaycan eliti ile kurulmakta olan enerji işbirliklerinin etkisinin boyutunu bilmediğim için; bu katılığı “devlet aklının” baskısı diye yorumlamıştım, yanılmışım.
Ruhban okulu konusundaki katı tutumda değişiklik olmadı. Bu iki tıkanıklık gelecekte olacağa dair önemli işaretlerdi
Bir diğer önemli işaret ise AB ile tam üyelik müzakerelerinde, kamunun ekonomik faaliyetleri ve özellikle kamu ihalelerinde şeffaflık konusuna sıra geldiğinde işlerin tam üyelik konusunu çöpe atacak ölçüde tıkanmasıydı.
Bununla birlikte, Batılı bankalardan uygun koşullarda ve büyük miktarlarda bulunan borçlarla dev bir inşaat hamlesi yaşandı. Ekonomi düzenli sayılabilecek bir büyüme temposu yakaladı. Türkiye, Avrupa’ya, bütün Arap coğrafyasına ve Afrika içlerine ihracatını büyüttü.
İşler genel olarak “iyi gidiyor” göründüğü için, sorunlar, tıkanıklıklar öne çıkmadı.
Erdoğan ve yakın ekibi ise Batı’dan “alacaklarını aldıklarına” inanarak, artık kendi akıllarına göre yaşamaya karar verdiler.
Sonraki Bölüm: Türk Dış Politikası’nın İhvancı Yatırımları ve İflas