HALİT ELÇİ yazdı: “Bu seçimi Tayyip Erdoğan kaybetmiştir. 25 yıl önce Belediye Başkanlığını kazanarak iktidar yürüyüşünü başlattığı İstanbul şehrinde yenilgiye uğramıştır. Kendi deyişiyle, ‘İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır’. Ya da mefhumu muhalifiyle, ‘İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder’.”
HALİT ELÇİ
Dün yapılan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi, demokrasi güçlerinin ve AKP-MHP faşist bloğunun karşıtlarının zaferiyle sonuçlandı. AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve şürekâsının siyasi teamülleri, hukuku, “milli irade mefhumu”nu ağır biçimde zorlayarak, kanırtarak YSK eliyle iptal ettikleri İstanbul seçimlerinin tekrar-seçimi, Ekrem İmamoğlu’nun rakibi Binali Yıldırım’a büyük fark atmasıyla tamamlandı.
31 Mart seçiminde 13 bin 700 olan oy farkı, 23 Haziran’da 806 bine çıktı. İlk seçimde İstanbul ilçelerinin sadece 14’ünde birinci olan CHP, bu kez 28 ilçede oy üstünlüğü elde etti. AKP’nin yarışı önde bitirdiği ilçelerin sayısı ise 24’ten 11’e indi. Eğer İstanbul yerel yönetim seçimleri tümüyle -ilçe seçimleriyle birlikte- yenilenmiş olsaydı, büyük olasılıkla AKP’li belediyeler azınlıkta kalacak, bambaşka bir İstanbul tablosu ortaya çıkacaktı.
Ama 2. İstanbul seçiminin siyasi anlam ve önemi bunun çok ötesindedir.
AKP-MHP faşizminin baş aşağı gidişi başladı
Tekrarlanan İstanbul seçiminin sonuçları arasında belki en önemlisi, bu seçimin AKP-MHP faşist ittifakının ülkeyi içine soktuğu cenderenin kırılması sürecinin bir dönüm noktasını oluşturmasıdır.
Tayyip Erdoğan’ın seçim sonrasında Ekrem İmamoğlu’nun galibiyetini kabul ettiği mesajında geçen “Milli irade tecelli etmiştir” sözü, işin kilit noktasıdır. Erdoğan, bugüne kadar bütün yaptıklarını “milli iradenin kendi arkasında olduğu” tezine dayandırmıştır.
Türkiye neo-faşizminin belirgin özelliklerinden biri, meşruiyetini bir tür plebisite çevirdiği seçimlerde alınan “çoğunluk” onayına dayandırmasıdır. En azından şimdiye kadar böyle olmuştur. (Kürt halkının ve HDP seçmeninin iradesinin “milli” sayılmaması bir başka bahistir)
31 Mart seçimlerinde Ankara, Adana, Antalya, Mersin gibi şehirlerin de AKP-MHP’nin elinden çıkması, İstanbul Büyükşehir’de CHP adayının kazanması bile iktidar bloğunu çok fazla sarsmamıştı. Çünkü birincisi, AKP-MHP Türkiye genelinde çoğunluğu sağlamış görünüyordu (yüzde 51,6); ikincisi, İstanbul’un ilçelerinin çoğunu bu partiler almıştı ve Büyükşehir Belediye Meclisi’nde ağırlıklı bir güce sahip olmuşlardı; üçüncüsü, İmamoğlu küçük bir farkla kazanmıştı seçimi ve “oylar çalındı” teranesini tutturabiliyorlardı.
Erdoğan’ın büyük hatası: Seçimleri yeniletmek
Erdoğan, hayatının en büyük hatalarından birini yaptı: 31 Mart gecesi İstanbul yenilgisini kabul etmiş ve “sonrasına bakalım” havasına girmişken, kısa süre sonra fikir değiştirip İstanbul’u “vermemeye” karar verdi. AKP devletin tüm olanaklarını kullanarak “oyların çalındığına” ilişkin “kanıtlar” üretti. Büyük bir medya kampanyası yürütüldü. Erdoğan YSK’ya aba altından sopa gösterdi (“aklanmanız için seçimi yenileme kararı almanız lazım”). Ve hukukun, siyasi teamüllerin, “kamu vicdanının” çiğnenmesi pahasına seçimler iptal edildi, yenilenmesine karar verildi.
Eğer Erdoğan, aile fertleri de içinde olmak üzere yakın çevresinin, İstanbul’daki olağanüstü büyük rantın elden gitmesinden canı yanan menfaat sahiplerinin, Süleyman Soylu gibi gözü dönmüşlerin de baskısı altında, ama aynı zamanda “ilk gözağrısı” şehri kaybetmenin siyasi anlamını idrak etmenin sonucu olarak 31 Mart’ta yapılan İBB seçimini iptal ve tekrar ettirmeseydi, bu kadar yıkıcı bir yenilgi almayacaktı.
Yukarda saydığım gerekçelerle 31 Mart sonrasında bile savunabildiği “milli iradenin kendi arkasında olduğu” tezi bu denli boşa çıkmayacaktı. Uzun zamandır toplumun büyük bölümü nezdinde kaybettiği “ikna edicilik yeteneği ve samimiyet duygusu”nu, kendi tabanında bile (kısmen) kaybetmeyecekti.
31 Mart’ta AKP adayı Binali Yıldırım’a oy verenlerin yaklaşık 220 bini bu kez oy vermedi. Bunların bir kısmı İmamoğlu’na yönelirken, büyük olasılıkla daha büyük kısmı sandığa gitmedi. Çünkü AKP seçmeni bile “oylar çalındı” yalanına inanmadı; İBB Başkanlığının İmamoğlu’ndan haksız ve hukuksuz biçimde gasp edildiğine kanaat getirdi. Bu ruh hali sadece oyunu İmamoğlu’na vermek ya da sandığa gitmemek şeklinde ortaya çıkmadı. Yıldırım’a oy veren AKP kitlesinin de bunu “inanmayarak”, sırf görev bilerek yapmasına, dolayısıyla AKP kampanyasının zayıf ve renksiz kalmasına yol açtı. Bir kez daha görüldü ki, “kamu vicdanı” siyasi tercihlerin yapılmasında elbette tek değil ama “bir” etkendir ve yoksullaşma, işsizlik, siyasi dirayetsizlik vb ile birleşince kendisini gösterir.
Kim yenildi?
Tayyip Erdoğan, İstanbul seçiminin 2. turunda son günlere kadar arka planda kalmaya, Binali Yıldırım’ı öne çıkarmaya çalıştı. Ancak son bir haftada Yıldırım’ın geride kaldığını görünce yeniden kampanyanın iplerini eline alıp sahalara çıktı. O güne kadar AKP yönetiminin tavrı “Kazanırsak da kaybedersek de sorumlusu Binali Yıldırım olacak” şeklindeyken bu tavrı bir kenara bıraktı, sorumluluğu üzerine aldı.
Kaldı ki, bunu yapmasa bile AKP’de her şeyi tek başına belirleyen Erdoğan’ın asıl “sorumlu” olacağı açıktır. İlk seçimin iptal edilmesi kararını -son noktada- veren de kendisidir.
Binali Yıldırım, ilk seçimde de bu seçimde de figürandan başka bir şey değildir. Dolayısıyla bu seçimi Tayyip Erdoğan kaybetmiştir. 25 yıl önce Belediye Başkanlığını kazanarak iktidar yürüyüşünü başlattığı İstanbul şehrinde yenilgiye uğramıştır. Kendi deyişiyle, “İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır”. Ya da mefhumu muhalifiyle, “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder”.
Elbette İstanbul’u sadece Erdoğan değil, Cumhur İttifakı da kaybetti. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Cumhur İttifakının ortak adayı Tayyip Erdoğan yüzde 50 oy alırken (Millet İttifakı: yüzde 37, HDP: yüzde 7), bu seçimde Binali Yıldırım yüzde 45 oy aldı (Ekrem İmamoğlu: yüzde 54,2). Evet, Erdoğan ile Yıldırım aynı kıratta adaylar değildir elbette. Ama bu rakamlar da gerçeğin hiç olmazsa bir kısmını gösterir. AKP ve MHP’nin ortak adayı, 1. tura göre yüzde 3 oy kaybetti.
Bu sonuçlar, Cumhur İttifakı için de çanların çalmasına neden olacak, bu ittifak özellikle AKP tarafından sorgulanacaktır. Oy kaybının faturası Devlet Bahçeli’ye çıkarılabilir.
Kim kazandı?
Kurumsal olarak bakıldığında elbette CHP ve Millet İttifakı kazandı bu seçimleri. Ekrem İmamoğlu ve CHP örgütü, süreci olabildiğince hatasız biçimde yürüttü ve sonucunu aldı. Şimdi İmamoğlu, Erdoğan’ın yolundan gidip İstanbul’da (17 milyonluk bir şehir, Türkiye’nin kalbi) başarılı bir belediyecilik yaparsa CHP liderliğine yürüyecektir. Sonra da siyasi iktidarın başına aday olacaktır.
Bu başarılı sonuç Millet İttifakı’nı güçlendirir. İyi Parti de bu seçim kampanyasında kendi kulvarında etkili bir çalışma yürüttü. İstanbul zaferi, İyi Parti’nin “partileşmesi”ne de katkıda bulunacaktır.
Seçimin kazanılmasında HDP belirleyici bir rol oynadı
Bizim cenahımızdan baktığımızda ise, bu seçimin kazananı HDP ve örgütlü Kürt halkıdır. HDP seçmeni, Türkiye’nin en örgütlü ve en bilinçli kitlesi olduğunu bir kez daha gösterdi. AKP’nin bütün oyunlarına, seçim taktiklerine rağmen HDP seçmeni ve Kürt halkı, İstanbul seçiminde belirlediği stratejik oy kullanma tutumundan en ufak bir sapma göstermedi.
Kürtlere yönelik en büyük manipülasyon, seçime iki gün kala Abdullah Öcalan’ın mektubunun bir MİT elemanı üzerinden kamuoyuna duyurulmasıyla gerçekleştirildi. Daha önce avukatlara verilmiş olan mektubun içeriği, iktidar borazanı medya kanallarında bağlamından kopartılarak çarpıtıldı ve Öcalan’ın HDP’lilere “İmamoğlu’na oy vermeyin” çağrısı olarak gösterildi. Oysa Öcalan o mektubunda asıl olarak HDP’nin “Üçüncü yol” stratejisine vurgu yapıyordu. Bu fikir, zaten HDP’nin kurucu fikridir; egemenlerin iki kanadı karşısında halkların, emekçilerin ve ezilenlerin “üçüncü kutbunu oluşturmak” veya başka şekillerde yüzlerce kez ifade edildi!
Bu HDP’nin stratejik hattıdır ve elbette ısrarla vurgulanmalıdır. Öte yandan bu siyaset, faşist diktatörlüğün inşasını durdurma güncel görevinin gerektirdiği taktiği asla dışlamaz. Egemenlerin kanatlarından biri faşizmi kurumsallaştırırken ve diğer kanadı buna karşı çıkıyorken bunu görmezden gelmek ve faşizme karşı bu kanatla işbirliği yapmamak ölümcül bir hata olurdu.
HDP, bir yandan “Üçüncü Yol” stratejisine bağlı kalırken büyük bir siyasi cesaret ve kararlılıkla faşist diktatörlüğün inşasına karşı olan güçlerle işbirliği yaptı. Bu seçim, bu taktiğin en önemli başarısıdır. HDP seçmeni İstanbul’un AKP-MHP faşist bloğundan alınmasında tartışmasız belirleyici bir rol oynamıştır.
Bu yazı için son sözler
23 Haziran İstanbul seçiminin sonuçları, sosyalist camiada yaygın veya hiç olmazsa etkili olan bazı tezleri de çürüttü. Ayrıca irdelenmesi gereken bu tezlerden biri, “AKP kazanamayacağı seçime girmez” görüşüdür.
Son İstanbul seçimi bunun bir geçerliliğinin bulunmadığını kanıtladı. Bu yanlış görüş, yenilgici bir ruh halini körüklüyor ve faşizme karşı mücadelenin önemli bir aracı olan, toplumun hâlâ umut beslediği ve politikleşmeye hizmet eden seçimler karşısında apolitik bir tutum almaya yol açıyor. Bu, burjuva hukukuna, burjuva demokratik kurumlara boş bir hayalcilikle baktığımız anlamına gelmez; nitekim AKP’nin gücü yettiğinde bütün bunları nasıl ayakları altına aldığını daha 31 Mart seçimlerinde gördük. Ama kitle seferberliği sağlanabildiğinde, doğru politikalar izlendiğinde AKP’ye de seçim kaybettirilebildiği, geriletilebildiği açıkça görüldü.
AKP’nin diğer burjuva partilerinden önemli farklılıkları vardır. Son yıllarda gerilese bile, AKP’nin kitle örgütlenmesinin düzeyine diğer düzen partilerinin hiçbiri ulaşamamıştır ve bu büyük bir güçtür. AKP, yerine yenisini henüz koyamasa da -muhtemelen koyamayacaktır- belirli koşullar altında eski Kemalist rejimi tasfiye etmiş bir partidir. Etik değerlendirmesi bir yana, Tayyip Erdoğan başarılı bir politikacı ve liderdir. MHP’nin ve Ergenekoncuların desteğiyle “tek adam rejimi”ni kurabilmiş, devletin tüm kurumlarının kontrolünü eline geçirmiştir.
Ama tüm bunlara rağmen AKP kadir-i mutlak değildir. Her istediğini yapamaz. HDP ve Kürt halkının varlığı ve mücadelesi bunu ona her gün hatırlatıyor. Ama bu gerçek demokrat ve ulusalcı kesimler, hatta sosyalistler arasında bile layıkıyla algılanamıyor.
Oysa AKP ve Erdoğan’ın iktidar gemisi, Gezi Direnişinden bu yana birçok kez ağır hasarlara uğradı. Aldığı darbelere rağmen gemi bir şekilde yoluna devam edebiliyor. Ama bu iktidar altında ekonomik kriz hızla derinleşiyor, yoksulluk ve işsizlik hızla artıyor; Kürt sorunu içinden çıkılmaz bir düğüme dönüşüyor; hukuk ve adalet duygusu çiğneniyor; Meclis göstermelik bir kuruma dönüştürülüyor; Suriye ve genel olarak Ortadoğu’da bir bataklıkta çırpınılıyor; Türkiye bağımlı olduğu Batı Bloğuyla her gün yeni krizler yaşıyor. Böyle bir sıkışmışlık durumu altındaki AKP/Saray iktidarına “yenilmezlik” atfetmek, kendine ve halkın gücüne güvensizlikten başka bir şey değildir.
Gün, bir yandan AKP ve MHP tabanı da dahil en geniş kitlelerle, onların gerçek çıkarlarını savunma temelinde ilişkileri güçlendirirken, diğer yandan en geniş anti-faşist güçleri bir araya getirmek için tüm kararlılığımızı ve yaratıcılığımızı kullanma günüdür.