Mehmet Uğur yazdı: AKP Projesinin Tükenişi ve Referandum
AKP eliti, kendi çıkarlarını korumak ve bugüne kadar işlenen suçların hesabını vermemek için Türkiye’yi uçurumun eşiğine getirmiş bulunuyor. Bu vahim noktaya gelinen süreçte sermaye sahiplerini, medyayı, yargıyı, yüksek ögrenim bürokrasisini, güvenlik aygıtını ve Diyanet’i yanına aldı. Erdoğan’ın liderlik ettiği bu blok milliyteçi, mezhepçi ve faşizan bir söylem etrafında birleşmiş çok ortaklı bir korku iktidarı haline geldi. Ortakları bir arada tutan tutkal, ortak oldukları suçlar nedeniyle hesap verme korkusudur. Ancak bu iktidar bloku için deniz bitmiştir. Neden olduğu ekonomik, etik, ve politik tahribat nedeniyle bu blok bugün çok ciddi bir meşruiyet kriziyle karşı karşıyadır. Anayasa değişikliği önerisi meşruiyet kaybının neden olduğu hesap verme korkusunun ürünüdür. Ancak öyle görünüyor ki, bu hamle umulan sonucu vermeyecektir. Tam tersine, referandum süreci devlet-merkezli korku iktidarının neden olduğu ekonomik, etik ve politik çürümeyi daha açık bir şekilde gözler önüne serecek ve yeni bir siyasi arayışın önünü açacaktır.
AKP projesi ekonomik başarının değil başarısızlıgın hikayesidir
Türkiye’nin 2001 krizinden sonraki büyümesi AKP’nin mahareti değildi. 2000-2010 yillari arasında Türkiye’de kişi başina gelir artış hızı Latin Amerika’da, Doğu Asya’da veya tüm orta gelirli ülkeler grubunda gözlenen ortalama artış hızıyla ya aynıydı ya da daha düşüktü. iğer bir deyişle, 2010 yılına kadarki büyüme istisnai bir başarı değildi. Ancak, 2010-2015 arasında AKP rejimi istisnai bir başarısızlığa imza atmış bulunuyor! Türkiye’de 2015 yılındaki kişi başına gelir (9,125 ABD Doları) 2010’dakinden (10,111 ABD Doları) daha düşüktür. Bu tür bir gerileme yukarıda belirtilen grup ortalamaları arasında tek örnektir. Gerçekte AKP rejimi Türkiye’yi tipik bir orta gelir tuzağına saplamıştır. Rejim Türkiye’yi ‘büyük’ yapmadığı gibi, ülkeyi en kırılgan orta-gelirli ulkelerden birisi haline getirdi ve sürdürülebilir büyüme potansiyelini ciddi bir şekilde zedeledi. Bu nedenle, OECD dahil tüm tahminciler önümüzdeki 10 yılda Turkiye’nin yıllık büyüme oranının %2,5 civarında olacağını öngörmektedir. Bu %2,5’luk büyüme tahmininin muhtemel bir krizi dikkate almadığını da not edelim. Durum buyken, Türkiye’nin dış borcunu döndürebilmesi için yılda en az %3,5 oranında büyümesi gerekiyor. İşizligi azaltmak içinse en az %5’lik bir büyüme lazım.
Kendilerinin ve çocuklarının refahını düşünen vatandaşların dikkate alması gereken diğer bir nokta şudur: AKP rejiminin neden olduğu kurumsal kalite tahribatının ve AB’yle kötüleşen ilişkilerin ekonomik büyüme üzerindeki zararlı etkileri henüz yukarıdaki tahminlere yansımış değildir. 2013’ten bu yana Turkiye yolsuzluk, hesap verilmezlik, hukukun çiğnenmesi, özgürlüklerin yokolması gibi kıstaslarda sürekli gerilemiştir. Bu tür kurumsal katliamların büyüme üzerindeki olumsuz etkilleri 5-10 yılık bir aralıkta kendini göstermeye başlar. AB’yle bozulan ilişkilerin sermaye piyasaları ve doğrudan yatırımlar üzerindeki etkileri de bir-iki yıl içinde kendini göstermeye başlar. Bu iki faktör dikkate alındıgında, 2018’den itibaren Türkiye’nin orta vadedeki büyüme tahminlerinin daha da aşagıya çekilmesi, Türkiye’nin dış borç yükümlülüklerini yerine getirmede tökezlemeye başlaması ve bu nedenle sermaye kaçışının yeni bir mali/ekonomik krize neden olması büyük ihtimaldir.
Kısacası, AKP rejiminin ekonomik refah vaatleri inandırıcı olmaktan cıkmıştır. Tam tersine, AKP rejimi artık işsizlik ve eşitsizlikle özdeşleşen bir enkaz haline gelmiştir. Bu değişim iş yeri kapanan veya zarar eden küçuk ve orta ölçekli isletme sahipleri, emeğinin karrsılığını alamayan calışanlar, girdi fiyatı artan ama ürün fiyatı düsen çıftçiler ve işisiz kalan gençler tarafından hissedilmektedir. Devlet-merkezli korku iktidarının baskı ve tehditlerine rağmen referandumda Hayır oyu kullanacakların önde olmaya devam etmesi, AKP rejiminin ekonomik enkaz olma doğrultusundaki evriminin bir sonucudur. Dolayısıyla Hayır bloku AKP rejiminin ekonomik tahribatını çok daha açık bir şekilde ve vatandaşın günlük deneyimine uygun bir dille vugulamalıdır. Aynı zamanda, Hayır’ın ekonomik riksleri azaltacak yeni siyasi arayışlar için yaşamsal öneme sahip bir ilk adım olduğu belirtilmelidir.
Toplumsal etiğin parçalanması
AKP rejimi Türkiye’yi bir ahlak krizine de sokmuştur. Krizin boyutu yolsuzluk skandallarıyla görülür hale geldi. Tepedeki Sünni İslam erkanı yolsuzluklar karşısında sessiz kalırken, yerel düzeydeki dini liderler ‘iş yapanın’ yolsuzluklarının mazur görülebileceğine dair görüşler ileri sürdü. Dinsel vakıf ve kurumlarda cinsel istismara karşı çıkmak suç sayıldı. En acısı, güvenlik güçleri Kürt kentlerini ve ilçelerini yerle bir ederken, Türkiye’nin geri kalan bölgelerinde medya veya tekil bireyler ahlaki bir tepki göstermek yerine devletin suçunu ya görmezlikten geldi ya da örtbas etti. Bu ahlaki kırılma nedeniyle, bugün Türkiye’de toplumun referans alacağı ve genel kabul gören bir etikten sözetmek oldukça zordur. AKP rejiminin retoriği toplumu ‘devletin bekasını ve büyük Türkiye’yi savunan iyiler’ ve ‘devlet-millet düşmanı kötüler’ olarak iki kümeye bölmüştür.
‘İyiler’i temsil eden rejim ve destekçileri ya yanlış yapmaz ya da yaptıkları yanlış iyi niyetten kaynaklanır ve affedilmesi gerekir. ‘Kötüler’den oluşan muhalefet ise iktidarın büyük Türkiye projesinin düşmanlarından oluşmakatadır ve ancak zorla yola getirilebilir. Diğer bir ifadeyle, resmi ideoloji ve bu ideolojiye inananlar biri kendileri için diğeri de şeytanileştirdiği muhalifler için geçerli iki ahlak kümesiyle hareket etmektedir. Bunun da ötesinde, devletin ve muktedirin yanlış icraatına karşı ahlaki bir itiraz göstermek isteyenler devletten kaynaklanan veya devletçe desteklenen büyük risk ve tehditlerle karşılasırken; devletin ve muktedirin tüm tasarruflarını meşrulaştıranlara büyük ödüller verilmektedir. Cinsel saldırı veya buna benzer suçlardan yargılananlar, mahkemelerde veya medyaya verdikleri ifadelerde eylemlerini din/ahlak adına yapılmış eylemler olarak savunabilmektedir. Ekonomik/mesleki/kişisel rekabet kaynaklı çelişkiler nedeniyle insanlar rakiplerine karşı muhbirlik yapabilmekte ve bu eylemlerini devlet hizmeti olarak sunabilmektedir.
Sonuç olarak, AKP rejimi Türkiye’de yalnızca ekonomik ve politik kutuplaşma yaratmakla kalmadı, etik normları da kutuplaştırdı. Bu kutuplaşma, genel kabul gören ve toplumun erdemli tercih arayışını kolaylaştıran bir norm setinin varlığını ortadan kaldırmaktadır. Etik normların bu denli parçalandığı toplumlarda güven kalmaz; güven olmayan toplumlarda da hem ekonomik hem de sosyal sözleşmelerin uygulanma maliyeti artar. Referendumda Hayır oyu bu toplumsal kaybı durdurmak ve terisne çevirmek için önemli bir ilk adım olacaktır.
AKP rejiminin politik mirası: toptan başarısızlık
Politik açıdan, AKP rejiminin toptan başarısızlığı bir kaç eksen üzerinde incelenebilir. Birinci eksen yönetim kalitesiyle ilgilidir. Dünya Bankası verilerine göre, Türkiye bugün hesap verebilirlik, politik istikrar, hukukun üstünlüğü ve yolsuzlukların kontrolü açısından 2005 yılına göre daha geridedir. Oysa Türkiye’nin parrçası olduğu Avrupa ve Orta Asya ülkeleri grubunda 2015’teki kalite 2005’ten daha yüksektir. Üstelik bu ülkelerin ortalaması tüm ölcütlerde Türkiye’deki seviyeden 5-10 puna daha ileridedir. Hadi daha uzağa gidelim. Uzak Doğu ve Pasifik ülkelerinde de 2015’teki yönetim kalitesi 2005’e göre daha yüksektir. Türkiye toplumu hem kendi geçmişine hem de diğer ülkelere göre yönetim kalitesinde yaşadığı bu gerilemeye layık değildir. Mecbur da değildir. Referandumda Hayır oyu buna ne layık ne de mecbur olmadığımızı göstermek için, çürümeyi tersine çevirecek yeni siyasi arayışlara kapı açmak için hayatı oneme sahiptir.
AKP rejiminin politik çürümüşlüğünun ikinci ekseni iç politikayla ilgilidir. Buradaki hikayenin özü herkesin malumudur. AKP rejimi 2013’ten önce devlet kurumlarını legal olmayan şebekelerin erişimine açmış ve bunun hesabını Allah’a havale etmiştir. 2013’ten sonra da devlet suçu diye tanımlanan suçlar işlemiştir. Gezi protestolarına karşı devlet şiddeti, muhalif gazeteci ve barış isteyen akademisyenlerin şeytanileştirilmesi ve cezalandırılması, seçim kazanmak için devlet şidetinin tırmandırılması ve devlet-dışı terör saldırılarına göz yumulması, Kürt halkına ve seçilmiş temsilcilerine karşı siyasi kıyım bu suçların belli başlı başlıklarıdır. Bu suçlarla ilgili iddialar ve veriler bugun hem Birleşmiş Milletler raporlarına hem de insan hakları örgütlerinin raporlarına girmişitir. En önemlisi, mağdurların ve onların mağduriyetine karşı çıknaların hafızasına kazınmıştır. Anayasa değisikliği onerisi bu suçlardan dolayı hesap sormanın önünü kesmeye yönelik bir yasal düzenlemeden başka bir şey değildir. Referenadumda Hayır oyu, siyasi suç işleyenlerin hesap vermediği, güçlünün kendi yasasını güçsüze dayattığı ve yeni suç odaklarının ortaya çıkmasının kolaylaştırıldığı bir toplum fikrini reddetmenin ilk adımıdır.
AKP rejiminin dış politikası da tam bir felaket olmuştur. Önce komşularla sıfır sorun politikası tüm komşularımızla azami sorun noktasına geldi. Bu noktaya doğru evrilirken, Türkiye Suriye’deki iç savaşta taraf oldu ve uluslararası hukuku ihlal ederek cihadçı terrör örgütlerine destek verdi. Suriye’de terör örgütlerine karşı mücadele eden ve hem bu katkıları hem de demokratik özyönetime dayalı siyasi projeleri nedeniyle uluslararası destek sağlayan Rojava güçlerine karşı düşmanlık politikası izlendi. İlkesiz ve maceracı dıs politika adımları Türkiye’yi ABD, Avrupa ve Rusya dahil olmak üzere tüm ülkelerle karşı karşıya getirdi. Son olarak, Türkiye’nin hem Avrupa Birliğiyle hem de AB ülkeleriyle ilişkilerini yakın tarihin en büyük krizine soktu.
Şunun bilinmesinde yarar vardır: AKP temsilcilerine referandum kampanyası için izin verilmemesi AB ülkelerinin iç politika hesaplarından kaynaklanmıyor. Bunu bu şekilde yorumlamak Türkiye’nin geleceğine verilebilecek en büyük zarardır. Avrupa’nın tavrı, AKP rejiminin hem demokrasi ve özgürlükler hem de Avrupa’nın güvenliği açısından bir risk faktörü haline gelmesinden kaynaklanıyor. Venedik Komisyonu raporuyla başlayan, AB Komisyonu’nun bazı fonları dondurmasıyla devam eden ve üyelik sürecinin askıya alınmasına yönelik hazırlıklarla yeni bir boyut kazanan bu süreç Avrupa’nın Türkiye politikasında ciddi bir kırılmanın işaretidir. Bu kırılmanın sorumlusu Avrupa değil, AKP rejiminin Avrupa’ya yönelik dış politikasıdır. Referandumda Hayır oyu bu kırılmayı tamir edebilecek siyasi arayışlara kapı açmak için hayati bir öneme sahiptir.
Dayatılan anayasa değişiklikleri seçmene hakarettir
Refereanduma sunulan anayasa değişikliklikleri hem Erdoğan’ın anayasaya aykırı bir şekilde tesis ettiği başkanlık sistemine yasal bir kıllıf uydurmakta hem de işlenen suçların cezasız kalmasını anayasal garanti altına almaktadır. Bize dayatılan anayasa degişikliği yürütme, yasama ve yargı gücünü tek bir elde toplamakatdır. Bu haliyle, üç erketen ikisini kontrol ettiği için Montesquieu tarafından ‘keyfi rejim’ olarak tanımlanan rejimden daha da tehlikeli bir rejimdir.
Yasama organı üzerindeki kontrol 116ncı maddede tesis edilmektedir. Bu maddeye gore, Cumhurbaşkanı erken seçim kararı alıp meclisi feshedebilmketdir. Erken seçimde hem meclis hem Cumhurbaşkanı aynı gün seçilmektedir. Bu düzenleme meclisin kaderini cumhurbaşkanının takdirine bağlamakla kalmıyor. Aynı zamanda meclisi cumhurbaşkanını memnun etme kaygısıyla hareket eden vassal bir kurum haline getirmektedir. Cumhurbaşkanının anayasa mahkemesi üzerindeki kontrolü 146ncı maddeyle sağlanmaktadır. Bu maddeye gore, anayasa mahkemesinin 15 üyesinden 12’si cumhur başkanı tarafından belirlenmekte, yalnızca 3 üye meclisçe belirlenmektedir.
Meclisteki çoğunluğun cumhurbaşkanının partisine ait olması halinde, 15 üyenin tümü iktidar partisinin çizgisinde olacaktır. Yürütmenin yargı üzerindeki kontrolünün diğer bir göstergesi Hakim ve Savcılar Kurulu üzerindeki kontroldür. 159ncu maddeye gore, 13 üyeli kurulun 4 üyesi cumhurbaşkanınca seçilmkte 2 uyesi ise adalet bakanından ve adalet bakanlığı müsteşarından oluşmaktadır. Geriye kalan 7 üye parlamentoca atanmaktadır. Parlamentoca atanan 7 üyeden ikisinin cumhurbaşkanının üyesi olduğu partinin tercihlerini yansıtması halinde yürütmenin kurul üzerindeki kontrolü tamamlanmaktadır. 104ncü maddeye gore, yürütme yetkisi tamamen cumhurbaşkanının tekelindedir.
Cumhurbaşkanı hem başkan yardımcılarını hem de bakanları atama yetkisine sahiptir. Cumhurbaşkanının ayrıca hem yüksek düzedeki devlet görevlilerini tayin hem de bu tür tayin ve azillerle ilgili yönetmelikleri değiştirme yetkisi vardır. 119ncü maddeye gore cumhurbaşkanının olağanüstü hal ve sıkıyönetim ilan etme yetkisi de vardır. Bu tür hallerde yayımlanan cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin temel hak ve özgürlükleri kısıtlaması mümkün kılınmıştır. 8nci madde uyarınca bakanlar kurulu lağvedilmekte, yerine doğrudan cumhurbaşkanına bağlı bakanlar getirilmektedir. Ayrıca, bakanlıkların ancak yasayla ihdas edilmesi gereği ortadan kaldırılmakta; 106ncı madde uyarınca yeni bakanlık ihdası veya varolanların lağvedilmesi cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle mümkün olmaktadır.
Yargı, yasama ve yürütmeyi kontrol eden cumhurbaşkanı gerek parlamenter gerekese yasal kontrolden muaf tutulmaktadır. 98nci maddeye gore, meclisin yalnızca bakanları ve cumhurbaşkanı vekilini sorgulama yetkisi vardır. Bu yetki de ancak soru önergesiyle mümkündür. Cumhurbaşkanına yönelik soru önergesi verilemediği gibi, cumhurbaşkanı hakkında suç duyurusu yapılması birbirinden sıkı üç engelle olanaksız hale getirilmiştir. 105nci madde uyarınca ilk engel, cumhurbaşkanının zaten kontrolü altındaki anayasa mahkemesine sevkedimesinin tartışılması ancak mutlak çoğunlukla (yani 301 oyla) mümkündür. Süreç başlarsa, meclisin soruşturma komisyonu kurması ancak beşte-üç coğunlukla (yani 360 oyla) mümkündür. Komisyon kurulursa, cumhurbaşkanının anaysa mahlkemesine sevki ancak üçte-iki çoğunlukla (yani 400 oyla) mümkündür.
Tüm bu düzenlemeler dikkate alındığında Türkiye’ye dayatılmak istenen rejimin diktatöryel niteliği açıktır. Bu rejim tüm iktidarı tek bir kişinin tekeline bırakmakta ve güç tekelini elinde bulunduran cumhurbaşkanınin hesap verebilirliğini ortadan kaldırmaktadır. Türkiye halkları bu tür bir rejime layık değildir. Bu nedenle, referandumda Hayır oyu hem demokrasi için hem de hakaret niteliği tasıyan bir rejimi seçmene layık gören bir zihniyetin reddi için tek doğru karardır.