Hikmet Sarıoğlu yazdı
28 Şubat 2015 Türkiye için tarihi bir gün. AKP tarafında Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, Grup Başkanvekili Mahir Ünal ve Kamu Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu ile HDP tarafında Grup Başkanvekilleri Pervin Buldan, İdris Baluken ve İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’den oluşan heyetin görüşmesinden sonra ortak bir basın açıklaması düzenlendi. Ortak açıklamadan bir gün önce HDP heyeti 27 Şubat’ta İmralı’da Abdullah Öcalan’la bir araya gelmişti. Türkiye’nin siyasal hayatında yeni bir kapı aralayan açıklamanın ağırlık noktasını ve çarpıcı yanını Abdullah Öcalan’ın mesajı oluşturdu.
İki tarafın (HDP ve Hükümet) ortak bir açıklama yapması ve “süreç” konusunda kararlılık ifade edilmesi kendi başına önemli bir gelişme. Hükümet ilk kez böyle bir ortak açıklamaya yanaşmış, sürecin altına ıslak imza atmış durumda.
HDP heyetinin okuduğu metindeki 10 madde, her ne kadar Öcalan’ın “taslağı” olsa da, Hükümet açıkça “Biz bu 10 madde üzerinde müzakere yürütmeyi kabul ediyoruz” demese de; ortak açıklamanın bir parçası olarak bu maddelerin okunması, Yalçın Akdoğan’ın Öcalan’ın açıklamasını “önemli” bulduğunu ifade etmesi, dolaylı olarak AKP’nin bu 10 maddeyi en azından “tartışılabilir, üzerinde konuşulabilir” bulduğunu beyan etmesi demektir. Dolayısıyla bir müzakerenin zemini ortaya konmuştur.
Açıklamanın en kritik bölümü ise, Öcalan’ın metnindeki “Bu 30 yıllık çatışma sürecini kalıcı bir barışa götürürken demokratik bir çözüme ulaşma temel hedefimizdir. Asgari müşterekin sağlandığı ilkelerde, silahlı mücadeleyi bırakma temelinde stratejik ve tarihi kararı vermek için PKK’yi bahar aylarında olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyorum. Bu davet silahlı mücadelenin yerini demokratik siyasetin almasına yönelik tarihi bir niyet beyanıdır” şeklindeki ifadedir.
HDP ve Hükümet’in ortak açıklaması, kuşkusuz çeşitli bakımlardan önemlidir. Hükümet bu açıklamayla 1) Kürt tarafıyla siyasi müzakere sürecinin başladığını, 2) Abdullah Öcalan’ın başmüzakereci olarak muhatap alındığını, 3) Öcalan’ın 10 maddede özetlediği müzakere zeminini -hiç olmazsa tartışılabilir bir zemin olarak- kabul etmiştir.
Kabul etmiştir ama Hükümet bütün bunları imayla, akıl yürütme yoluyla ve yoruma açık biçimde, dolaylı ifadelerle yapmıştır. Hala Hükümet net biçimde “Kürt sorununu şu yol haritasıyla, şu yöntemle, şu hakları tanıyarak ve şu adımları atarak çözeceğiz” dememekte, hatta “Kürt sorunu” sözünü ağzına almamakta, ısrarla “çözüm”ü PKK’nin silah bırakmasıyla sınırlamaktadır.
Nitekim AKP tarafının sözcüleri (başta Tayyip Erdoğan olmak üzere) ve yandaş medya Kürt siyasi hareketini “İşte Öcalan çağrı yaptı, derhal silahları bırakın” diye sıkıştırmaya çalışıyor. Bu arada Kürtler tarafında belirli kişi ve kurumları hedef alarak onlara saldırıyor, arada çatlaklar, görüş ayrılıkları olduğu imajı yaratıyorlar. AKP tarafı, ortak açıklamada okunan Öcalan’ın mesajında, silahlı mücadeleye son verilmesinin “asgari müşterekin sağlanması” koşuluna bağlandığını, Öcalan’ın ancak bir “niyet beyanı”nda bulunduğunu utanmazca gizliyor. Sevdikleri deyimle “algı yönetimi” yapıyorlar.
Buna karşılık gerek KCK gerekse HDP sözcüleri, bir yandan ortak açıklamanın önemini vurgularken, diğer yandan Hükümet’i çözüm yönünde somut adımlar atmaya, 10 maddenin gereklerini yerine getirmeye çağırıyor, aksi halde silah bırakmanın söz konusu olmayacağını açıklıyorlar.
Örneğin KCK Yürütme Kurulu Üyesi Mustafa Karasu ANF’ye verdiği röportajda “Açıkça söylüyoruz, herkesin devletin ve hükümetin baskısı ve propagandasını değil, esas olarak Kürt Özgürlük Hareketi’nin ne dediğini, Önder Apo’nun ne dediğini, Kürt halkının beklentilerini ve özlemlerini dikkate alması gerekir. Daha önce söylüyorduk ya, devletin hassasiyetleri dikkate alınıyor ama Özgürlük Hareketi’nin, halkın hassasiyetleri ise yeterince dikkate alınmıyor! Bu temelde gerçekten demokratik çözümden yana olanların, demokratik çözüm isteyenlerin esas olarak AKP Hükümeti ve devletin hassasiyetleri, onların seçim propagandası ekseninde yaptıkları algı ve psikolojik savaşın etkisiyle değil de Kürt sorununun çözümü gerçekten nasıl olur, Kürt sorununun çözümünün olması için hükümetin ve devletin hangi adımları atmaları gerektiği konusunda yoğunlaşmaları ve bu temelde tutumlarını ortaya koymaları gerekir” demiştir.
AKP, ısrarla yürütülen diyalog sürecini kamuoyundan saklamaya çalışıp, sürekli “çözüm olacak, silahlar bırakılacak, iyi şeyler olacak” şeklinde bir iyimserlik bulutu yaratırken, somut hiçbir adım atmama tutumunu sürdürüyor.
Buna karşılık Abdullah Öcalan ve Kürt siyasi hareketi, AKP’nin bu oyununu görerek ama onların oyunlarını sürdürebilmeleri için attıkları taktik adımlardan yararlanarak Kürt Özgürlük Hareketi’nin meşruiyet zeminini güçlendirmeyi, toplumun geniş kesimlerini etkilemeyi ve buna dayanarak Hükümet’i adım atmaya zorlamayı hedefliyor. Bu arada da AKP’nin “iyi niyetli” olduğuna dair hiçbir hayale kapılmadan, her türlü saldırıya karşı hazırlıklarını sürdürüyorlar.
İşte son Dolmabahçe Açıklaması da bu şekilde açıklanabilir ancak. AKP, oyununu sürdürebilmek için, Özgürlük Hareketi’nin “ya adım atın ya da bu iş bozulur” dayatması karşısında ortak açıklama yapmaya yanaşmak zorunda kalmış, öte yandan bunu hem Kürt siyasi hareketini zayıflatmak hem de seçimlere kadar çatışmasızlık durumunu sürdürmeyi garantilemek için kullanmak istemiştir.
HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ise, partisi açısından durumu şöyle koydu: “Barış yürüyüşünde Hükümet’le anlaşamadığımız nokta şu. Onlar barış hayalini satmak istiyorlar, biz gerçek barışı halklarımıza armağan etmek istiyoruz. Tekrar ediyorum: Biz sizin bu ülkeye demokrasi, özgürlük ve barış getireceğinize zerre kadar inanmıyoruz.” Aynı konuşmasında Demirtaş, aslında bu açıklamanın yedi ay önce yapılması gerektiğini, Hükümet’in sürekli oyalayarak seçimden üç ay önce ortak açıklamaya yanaştığını ifşa etti. Bu da, AKP’nin süreç konusundaki “samimiyet”ini açıkça ortaya koyuyor.
AKP’nin “samimiyet”inin bir başka göstergesi de, İç Güvenlik yasa tasarısının Meclis’ten geçmesi konusunda gösterdiği ısrar. 12 Eylül Anayasası’nı bile ihlal etme pahasına yurttaş haklarını çiğneyen, devlet güçlerine (AKP’ye) sınırsız ve kontrolsüz yetkiler tanıyan yasa tasarısının, HDP ve diğer muhalefet partilerinin direnişine rağmen çıkarılması, AKP hükümetinin “barış”a değil, “savaş”a hazırlandığını gösteriyor.
Öcalan’ın önerdiği müzakere zemininde AKP herhangi bir somut adım atmayacaktır. Hele seçimler öncesinde, bu tamamen olasılık dışıdır. Yani Öcalan ile resmi müzakereler başlamayacaktır. AKP, başta Kürt sorunu olmak üzere toplumsal sorunları diyalog ve müzakereyle çözmek yerine, kendisine karşı giderek yükselen muhalefeti durdurabilmek için daha baskıcı, daha tekçi bir rejimi inşa etmeye çalışıyor. Bölgede iyice yalnızlaşan, uluslararası alanda prestiji önemli oranda sarsılan AKP iktidarı, iç politikada da çok daha ciddi sorunlarla karşılaşacağının farkındadır.
Tayyip Erdoğan, AKP’nin mümkün olduğunca fazla milletvekili çıkarmasını ve “Türk tipi başkanlık” sistemini kurmak istiyor. Seçimlerden istediği gibi bir çoğunluğu çıkarması ise zor görünüyor. Oysa Erdoğan’ın içeride ve dışarıda işlediği suçlardan dolayı yargı önüne çıkarılmasını engellemek için başkanlık sistemine ihtiyacı var. O nedenle kendi kaderi ile AKP’nin kaderini birleştirmeye çalışıyor.
Ancak Erdoğan’ın istediği gibi bir başkanlık sistemi AKP tabanında bile yeterince karşılık bulmuyor. Ayrıca AKP’de de işler Erdoğan’ın istediği gibi yürümüyor. Bülent Arınç’ın, “Yüzde elli oy alsak da diğer yüzde elli bizden nefret ediyor, böyle bir ülke yönetilemez” açıklaması; medyada yapılan yeni tasfiyeler; Merkez Bankası’yla girdiği polemikte Ali Babacan ve Mehmet Şimşek’in MB Başkanı’nı ve politikalarını savunması; Erdoğan’ın muhalefetine rağmen MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Davutoğlu-Atalay ikilisi tarafından Meclis’e hatta kabineye taşınacak olması; Abdullah Gül’ün “Türk modeli başkanlık diye bir şey olamaz” şeklindeki ve yine Gül’ün, İç Güvenlik Yasa tasarısının geri çekilmesi gerektiğine yönelik açıklamaları AKP’de Tayyip Erdoğan’la onun sultasına karşı çıkanlar arasındaki savaşın sadece kamuoyuna yansıyan kısımları…
Bir de işin patronlar cenahı var. Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ali Koç G-20 -OECD ortak toplantısında gelir eşitsizliğinin her gün arttığını, işsizliğin kaygı yarattığını söylemiş ve bu durumdan duyduğu endişeyi dile getirmişti. TÜSİAD’dan da son zamanlarda benzer açıklamalar yapılıyor. Ama sanılmasın ki sermaye (yerli/yabancı) AKP ve Erdoğan’dan vazgeçti. Evet, sermayenin AKP/Erdoğan’la ilgili rahatsızlıkları vardır, AKP’nin düşüş dönemine girdiğini görmektedirler, ama her ikisinden de henüz vazgeçmediler. Bunun tek bir nedeni var: AKP ve Erdoğan’a alternatif olabilecek bir burjuva muhalefet partisi yok ortada! CHP, klasik devletçi geleneğiyle pragmatist liberal “yenilikçiler” arasındaki çekişmelerden kurtulma ve topluma umut verecek bir vizyon oluşturma yeteneğinden bütünüyle yoksun bir parti. MHP’yi saymaya bile gerek yok!
Hükümet oluşunun ilk yıllarında “askeri vesayetin kaldırılması”, AB’ye üyelik, demokratikleşme, Ortadoğu ve bölgede liderlik iddiası vb argümanlarla toplumda bir umut havası yaratabilen AKP, devleti ele geçirip devletleştikçe geleneksek despotik yöntemlere daha fazla yöneldi; toplumun dinselleştirilmesi temelinde muhafazakâr/tekçi/milliyetçi politikaları derinleştirdi ve kendisine karşı Gezi İsyanıyla direnişe geçen halk karşısında korkuya kapıldı. İktidar paylaşımı konusunda anlaşmazlığa düşerek eski suç ortağı Gülen Cemaati’yle kapışan, eş zamanlı olarak kapitalist sistem içindeki saygınlığını yitirip yalnızlaşan AKP büyük bir seçmen kitlesine sahip olmaya devam etse de, özellikle Gezi İsyanından itibaren hegemonyasını yitirmeye başladı.
AKP artık paranoyaya kapılmış, meşruiyeti erimekte olan her iktidar gibi giderek daha fazla baskı ve şiddete başvuruyor, hukuk dışına çıkmaya yöneliyor. Meşruiyet zemini daraldıkça daha otoriter oluyor; baskıları arttırdıkça daha da zayıflıyor.
AKP’ye seçenek oluşturacak bir burjuva muhalefeti de ortada görünmüyor.
Topluma demokrasi, eşitlik, özgürlük vaat edebilecek ve inandırıcı olabilecek tek bir politik parti var: HDP.
HDP; sermaye düzeninin sömürü ve tahakkümüne karşı direnen işçilerin, ulusal özgürlükleri için destansı bir direniş yürüten Kürtlerin, inançlarını özgürce yaşamak isteyen Alevilerin, erkek-egemen sistemin köleliğine ve cinayetlerine karşı koyan ve eşitlik isteyen kadınların, doğanın kâr uğruna talan edilmesine isyan eden doğa ve yaşam savunucularının, özgür bir gelecek talep eden gençliğin, velhasıl tüm emekçilerin ve ezilenlerin partisi olarak, çürüyen ve gericileşen kapitalist sisteme karşı tek güncel seçenektir.
HDP, emekçilerden ve ezilenlerin partisi olma niteliğini sadece programında değil, gün be gün yürüttüğü siyasal mücadelenin içinde, kendi örgütsel bünyesinde ve halkla ilişkilerinde kanıtlıyor. Doğrudan demokrasiyi en geniş biçimde işletme çabasıyla, kadınların erkeklerle eşit temsiliyeti ve kadın duyarlılığıyla, gençliğe verdiği değerle, halkların ve inançların temsiliyetini sağlamaktaki özeniyle… HDP geleceğin eşitlikçi ve özgür dünyasının yolunu açıyor.
Bu yüzden, tek gerçek ve güncel umut HDP’dedir. Seçimlerde barajı yıkan bir HDP ile 8 Haziran’da yeni bir Türkiye’ye uyanacağız.
***************************
Türkiye’nin en önemli siyasal gündem maddelerinden birisi de kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet, kadına yönelik taciz-tecavüz. Ancak bu bir sonuç. AKP’nin uyguladığı kadın düşmanı politikaların bir sonucu. Fiili kürtaj yasağı, kadın emeğinin esnek istihdamı, çocuk doğurmayı teşvik edici önlemler, aile kurumunun güçlendirilmesi, kadınları öldüren erkeklere uygulanan ceza indirimleri tüm bunlar birbirine açılan uygulamalar… AKP iktidarı her birinde yeni saldırılar tasarlayıp uygulamaya koyuyor. Bunun sonucunda yaratmak istediği model “makbul kadın”.
AKP hükümeti kadınlara “annelik” dışındaki kimliklerle yaşama hakkı vermeyen yeni bir program açıkladı: Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı. “Ailenin ve Dinamik Nüfusun Korunması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” adıyla TBMM’ye sevk edildi. Tasarı kadınları başta çalışma hayatı olmak üzere yaşamın her alanında etkileyecek düzenlemeler içeriyor. Program kadınları çalışma hayatı başta olmak üzere yaşamın her alanında “annelik görevi” ile tanımlıyor. Küresel kapitalizmin ana yönelimi olan esnek ve güvencesiz çalışma doğum/annelik bahanesiyle çalışma yaşamında yer alan tüm kadınlara yaygınlaştırılmaya çalışılıyor.
AKP iktidarı döneminde Meclis’e gelen 26 torba yasayla 2 bin 335 düzenleme yürürlüğe girdi. Torba yasaların hepsinde de kadın istihdamını teşvik etme başlığı altında sunulan cinsiyetçi uygulamalar mevcut.
Bu son kanun tasarısıyla da doğum izni gerekçe gösterilerek, çocuklara bakma ve onların eğitimi ile ilgilenme görevinin toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle kadın işi olarak görüldüğünden tam ve güvenceli çalışma yerine yarı zamanlı çalışma yaygın ve yerleşik bir hale getiriliyor. Yarı zamanlı çalışma sistemi kadınlar için eksik sigorta primi ve düşük ücret anlamına geliyor. Düzenlemeyle birlikte kadınlar daha geç emekli olacaklar, kıdem alma ve terfi imkânları ellerinden alınacak. Bunun ayrımcılığı derinleştireceğini ve güvenceli istihdam olanağını ortadan kaldıracağını söylememize gerek var mı?
Açıklanan programda, yasa tasarısında yer almayan ve Bakanlık düzeyinde imzalanacak protokollerle hayata geçecek biçimde aile danışmanları ve evlilik öncesi aile eğitimleri verilmesi uygulamaları var. Bu öneriler boşanmaları azaltmak ve evlilikleri sürdürmek gibi gerekçelerle sunuluyor. Kadınların aile içinde kalması ve boşanmaması yönündeki baskı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın yönetiminde verilen “sosyal hizmetlerle” de sürdürülmüş oluyor. Görüldüğü üzere AKP kadını değil aileyi korumaya devam edecek.