Sibel Özbudun yazdı
“Baskı belli bir yoğunlukta, sürekli olursa
mazlumun tek kurtuluşu zalime,
cellada aşık olmak olur.”[1]
Hatırlayacaksınız, 2000’li yılların başlarında, hatta yakın zaman öncesine dek, AKP’nin İslâmcı Milli Görüş çizgisinden koparak, çağın neo-liberal iktisadî gereklerine uyum sağlamış, Türkiye’de İslâm ile sekülarizmi bağdaştırma misyonuyla yüklü, Kemalist vesayet rejimini tarihe gömerek ülkede AB ile uyumlu, demokratik bir dönüşümü gerçekleştirecek “muhafazakâr demokrat” bir parti olduğu söylenceleri yaygındı hem AKP inteligensiyası hem de liberal sağ ve “sol” saflarda. Bu söylem, hiç kuşku yok ki AKP’nin kendi hakkında söylediklerinden besleniyordu; “solcu” ya da sağcı, liberal kalemşörler ise AKP inteligensiyasının pişirdiği bu propagandayı sorgusuz sualsiz servis ediyorlardı gazete ve TV’lerdeki köşelerinde. AKP nezdinde Türkiye’de kendi meşreplerine uygun bir ortak bulduklarını düşünen ABD-AB hattının da alkışları altında söylem öylesine hegemonik bir hâle gelmişti ki, AKP’yi kendisini “mirasçısı” ilan ettiği klasik Türk sağından ayırt eden temel vasıfları neredeyse tümüyle gözden yitip gitmişti…
Ancak her “balayı”nın bir sonu vardır… AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun bir konuşmasında sarf ettiği“10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde bizimle paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak,”[2] sözleri, sol ya da sol-olmayan liberallerin büyük bölümü için bu “hınk deyiciliğe” son noktayı koyacaktı… Ne ki, yıllar boyunca kamuoyunu AKP’nin İslâmcı bir parti olmadığına inandırma çabalarının vebali liberallerin boynunda asılı duruyor… Dün olduğu gibi, bugün de…
Evet, AKP, İslâmcı bir parti – üstelik de Suriye İç Savaşı boyunca yaşananların İslâm’ın “ılımlısı” ile radikal”i arasında bir sınır çizmenin olanaksızlığını iyice açığa çıkardığı koşullarda, “ılımlı” sıfatıyla hafifletilemeyecek bir niteleme bu…
Yine de destek tabanını en az iki kat genişlettiği Selefî Milli Görüş hattından, birkaç bakımdan farklılaşıyor: neo-liberal projeyi selefine göre çok daha fazla hevesle sahipleniyor, örneğin. Daha otarşik bir pozisyon benimseyen Milli Görüş’çülere göre çok daha gözükara ve saldırgan, giderek, yayılmacı… (Bu yayılmacılığı, “Osmanlı lebensraum’unun yeniden ihdası” ideolojik kılıfı ile hayat bulmakta.) Yanısıra, toplumsal yaşamın İslâmîleştirilmesi konusunda daha acul olan selefine göre daha sabırlı ve adımları daha geniş bir zaman dilimine yayma yanlısı. Dahası, bu adımların piyasa düsturlarına belenmesinden rahatsız olmuyor – piyasayla çok daha barışık, yani…
Bir başka deyişle, AKP Milli Görüş çizgisinden ekonomide sonuna kadar piyasacı, dış politikada çok daha dışa dönük ve saldırgan, iç düzenlemelerde ise çok daha ihtiyatlı ve sakınımlı olmakla ayırt ediliyor.
Aslına bakılırsa, Milli Görüş çizgisini “reaksiyoner” bulup prim vermeyen liberallerin AKP’ye alkış tutması, tam da onu Selefînden ayıran bu üç noktada yatıyor: neo-liberal piyasa ekonomisine kayıtsız şartsız iman, aktif (!) bir dış politika, topluma İslâmi değer ölçütleri doğrultusunda yeniden şekil şemal verme girişimlerini tedricî ve “özgürlükçülük” kisvesiyle örten ihtiyatlı yaklaşım… Bir başka deyişle, “hocaları” Erbakan’ın “Kanlı mı olacak, kansız mı?”, “kadayıfın altı kızardı”, “Rektörler başörtülülere selam duracak” gibi söylemlerinden uzak durarak İslâmi bir yaşam tarzına yönelen adımlarını “özgürlükler”, “din ve inanç özgürlüğü”, “insan hakları” söylemiyle sunmaları – en azından iktidarının ilk yıllarında…
Ancak, geriye doğru baktığımızda, söylemi ne olursa olsun, AKP’nin ta başından beri toplumu İslâmî referanslar doğrultusunda dönüştürme doğrultusunda kararlı adımlar atmakta olduğunu görüyoruz. Her gün yüzlercesini yaşadığımız bu adımlardan örnekleri birkaç başlık altında sıralayayım.
AKP iktidarı, yıllardır “Alevî açılımı” adı altında kimi gösterilere girişir. Parti ricali Hacıbektaş törenlerinde boy gösterir, Muharrem ayında aşure dağıtılır, “Ali, Hasan, Hüseyin sevgisinden” bahsedilir, “en Alevî benim” yarışlarına girilir, dedeler resmî davetlere çağrılır, Yunus’tan dizeler okunur, “iri olalım, diri olalım” vb. klişeler tekrarlanır, kardeşlikten dem vurulur… Ama Alevîlerin temel taleplerinden hiçbiri karşılanmak bir yana, tartışmaya dahi açılmaz. Yani ne zorunlu din derslerinden, ne hepimizin ödediği vergilerle finanse edilen Diyanet’in Sünnî merkezciliğinden tavize yanaşılır, ne de cemevlerinin ibadethane olarak tanınması söz konusu edilir. Nitekim, ne Recep Tayyip Erdoğan’ın Muharrem vesilesiyle kimi dedeleri davet ettiği resepsiyon, ne de Ahmet Davutoğlu’nun Hacıbektaş Veli Derneği’nin düzenlediği 4. Uluslar arası Hacıbektaş Veli Aşure Günü’nde yaptığı konuşmadan Alevîlere (Hacı Bektaş-ı Veli türbesine ziyaretin bundan böyle ücretsiz olacağı “müjdesi” dışında!) dişe dokunur bir vaad çıktı…
Başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP ricalinin söylemleri incelendiğinde, Alevîliği en iyi olasılıkla (Sünnî) İslâm’a mündemiç bir “kültürel” hareket saydıklarını, tekçi bir İslâm anlayışı içerisinde eritmek istediklerini görmek, mümkündür. Onun Sünnî İslâm’dan ayrı bir inanç sistemi olarak tanımlanabileceği olasılığı, akıllarındaki yekpare Sünnî tasavvura karşı bir “küfür”dür. Anayasası’nda hâlâ “laik” olarak tanımlanan bir devletin sınırları dâhilindeki tüm inanç ya da inançsızlıklara eşit mesafede durması gereken başkanının “Ali’siz Alevîlik” ya da İslâm’dan ayrışan bir Alevîlik fikri karşısında ateş püskürmesi, bundandır. Çünkü o, kendini laik bir devletin başkanındansa (Sünnî) İslâm’ın temsilcilerinden saymaktadır…
Ya da, bir başka deyişle, tekçi, yekpare bir Sünnî İslâm tasavvuru, AKP iktidarı indinde (henüz) telaffuz etmediği bir “devlet dini” derkesindedir.
12 Eylül rejiminin ilk ve ortaöğretimde dayattığı din derslerinin zorunlu olmaktan çıkartılması, kendini “vesayet rejimine karşı”, “özgürlükçü” vb. ilan eden bir siyasi partiden normal beklentilerden olmalı. AKP hükümetleri sürekli olarak bundan yan çizmenin yanısıra, ilk ve ortaöğretim müfredatındaki dine ilişkin derslerin sayısını ve ağırlığını arttırdı, felsefe-biyoloji derslerine “müdahaleler”le bu dersler “dinle uyumlulaştırdı”, Evrim kuramı müfredattan çıkartıldı; derslerde Darwin’den söz eden biyoloji öğretmenlerine soruşturma açıldı; cami gezileri, namaz kılma vb. “sosyal faaliyetler” derslere eklendi; Kur’an kurslarına başlama yaşını erkene çekti; daha da vahimi, temel öğrenim sürecini 4+4+4 yıl sistemi ile parçalayıp ilkokula başlama yaşını 5’e çekerek bir yandan öğrenim yaşını hafız yetiştirme yaşıyla uyumlulaştırdı, bir yandan da 9 yaşındaki çocuklar için imam-hatiplerin önünü açtı. İş bununla da kalmadı; düz liseleri ortadan kaldırarak maddi durumları çocuklarını özel okula göndermeye elvermeyen aileleri, Anadolu lisesine giremeyen çocuklarını meslek ve imam-hatip lisesi seçenekleri arasında sıkıştırdı. AKP bununla da yetinmeyerek, Anadolu liselerinin bir bölümünü tümüyle ya da kısmen imam-hatipleştirdi… Böylelikle 2002-2003 öğrenim yılında İHL sayısı 450, İHL’lerde okuyan öğrenci sayısı 71 100 iken, 2013-14 öğrenim yılında bu sayılar sırasıyla 854 ve 474 096’ya fırlayacaktır![3] Devlet yönetiminde kritik pozisyonlara, THY’den MİT’e hemen bütün kurumların yönetici kadrolarına İmam-Hatip çıkışlıların atanması ise, cabası…
Bir başka deyişle, her şey, Recep Tayyip Erdoğan’ın, Başbakanlığı sırasında İHL’lerin kuruluşunun 100. yıldönümünde düzenlenen törende söylediği sözler üzere ilerlemektedir:
“Siz de çok üzüldünüz ama sabrettiniz. Kaderin üstünde bir kader var dedik. Hiçbir şey yapamadığımız zaman seccademize sığındık…
Başınız öne eğilmesin. İnanıyorsanız mutlaka üstünsünüz. Unutmayın her karanlık gecenin bir sabahı vardır. Her kışın bir baharı vardır.
Yusuf’u kuyudan çıkartıp Mısır’a sultan yapan bir güç vardır. Musa’yı Firavun’un yanında büyütüp hâkim kılan vardır…”[4]
III) DİYANETİN TOPLUMSAL VE SİYASAL YAŞAMIN MERKEZİNE YERLEŞTİRİLMESİ
AKP iktidarı, belirli kararlarda Diyanet’ten görüş sormayı giderek bir devlet pratiği hâline getirmekte… Böylelikle Diyanet İşleri Başkanlığı, kendi alanına giren-girmeyen neredeyse her konuda “fetva veren” bir merciye dönüşmüş durumda. Örnek mi: “Sigorta caiz midir?”;[5] “kürtaj yapılabilir mi?”, “Milli Piyango gelirleri helal midir?”,[6] “organ bağışı yapılabilir mi?”,[7] “internet pazarlamacılığı caiz midir?”,[8] “resmî tatillerde çalışan işçiler mesai ücretine hak kazanır mı?”,[9] “Bankalardan faizle kredi alınabilir mi?”[10]
Böylelikle Diyanet İşleri Başkanlığı siyasal-toplumsal yaşamda giderek merkezî bir konum edinmektedir. Ve her yıl bütçe açıklandığında medyada yer aldığı üzere, bütçesi çok sayıda bakanlığın bütçesini geride bırakacak şekilde katlanmaktadır. Şu habere bir göz atalım:
“Bütçe ödeneklerinden en fazla pay alan kurumların başında gelen Diyanet, 5 milyar 442 milyon liralık bütçesiyle 13 bakanlığı sollayarak en yüksek ödenek alan 13. kurum oldu. 2014 rakamlarına göre Orman ve Su İşleri, Kalkınma, Gümrük ve Ticaret, Gençlik ve Spor, Ekonomi, Çevre ve Şehircilik, Bilim, Sanayi ve Teknoloji ile AB Bakanlığı’nın toplam ödenek teklifi ancak Diyanet’e ulaşabiliyor. (…) Diyanet, 3 milyar 550 milyon liralık ödenek teklifiyle İçişleri Bakanlığı’nı, 2 milyar 514 milyon lirayla sağlık bakanlığı’nı, 1 milyar 868 milyon lirayla Dışişleri Bakanlığı’nı, 1 milyar 550 milyon lirayla Kültür ve Turizm Bakanlığı’nı, 1 milyar 416 milyon lirayla Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nı, 1 milyar 329 milyon lirayla Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı, 1 milyar 324 milyon lirayla Ekonomi Bakanlığı’nı, 970 milyon lirayla Kalkınma Bakanlığı’nı, 652 milyonla Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nı, 644 milyon lirayla Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nı, 519 milyon lirayla Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nı ve 142 milyon liralık bütçe ödenek teklifiyle Gençlik ve Spor Bakanlığı’nı geride bıraktı.”[11]
Bir başka deyişle Diyanet, AKP’nin elinde adı konulmamış bir Hilafet merciine dönüşmüştür…
Toplumun (ve de devletin) tedricen İslâmîleştirilmesi sürecinin en belirgin biçimde ilerlediği alanlardan biri de (şimdiki başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik “doktrini” doğrultusunda yeniden yapılandırılan dış siyasettir. Bu “doktrin”, Türkiye’nin pasif “yurtta sulh, cihanda sulh” politikasını terk ederek çevresindeki gelişmelere müdahil olmasını, biçimlendirmesini ve Osmanlı’nın lebensraum’unu yeniden nüfuz alanına dönüştürmesini öngörmektedir. Bu yolda İslâm’a, özellikle de Sünnî İslâm’a bir manivela işlevi yakıştırılmaktadır. Türkiye’yi, Balkanlar’dan Ortadoğu’ya uzanan coğrafyada Sünnî İslâm’ın lideri kılmak AKP’nin dış politikasının temel düsturu hâline gelmiştir. Bu düstur, Davutoğlu’nun yapıtında “Türk siyasi kültürünün Batı siyasi kültüründen farklı olduğunu, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki konumunu belirleyen temel unsurların coğrafya ile Yeni-Osmanlıcılığa yön gösteren tarih faktörü olduğunu, tarihin stratejik amaçlar için yeniden yorumlanabileceğini, Türkiye’nin uluslar arası ilişkilerde güçlü bir aktör olabilmesi için yeni bir medeniyet inşa etmesinin şart olduğunu, bunun ise Türk toplumunun dolayısı ile de Türkiye’nin yeni bir kimlik inşa etmesi ile mümkün olabileceği”; “toplumsal aidiyetin tarihe (Yeni Osmanlıcılık) ve sosyokültürel değerlere (İslâmcılık) dayandır”ılması gerektiği[12] iddiasıyla çerçevelendirilmektedir.
Bir başka deyişle Türkiye’nin dış politikası, AKP’nin elinde pan-İslâmist bir neo-Osmanlıcılık temelinde yeniden yapılandırılmıştır…
Diyanet fetvalarının yaşamın her alanında giderek merkezî bir konuma yerleştiğinden söz etmiştim. Bu durumun etkisini en fazla hissettirdiği alanlardan biri de ticarî yaşamdır. TSE eliyle “Helal gıda sertifikası” alan ürünler listesine her gün yenilerinin eklendiğine tanık oluyoruz, örneğin.[13]
Üstelik “helal” ürünler yalnız gıda alanını kapsamamaktadır: kozmetikten temizlik malzemelerine, tesettür giyimden hac malzemelerine geniş bir spektruma yayılmıştır. Ve de 6000 kadar çeşidin sergilendiği, her yıl düzenlenen bir uluslar arası fuara sahiptir: Helal Expo![14]
Bundan ibaret değil. Ticarî yaşamın İslâmîleştirilmesinin bir başka göstergesi de sayıları gün geçtikçe artan faizsiz bankacılık girişimleridir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından Merkez Bankası’na sık sık yöneltilen “faizlerin indirilmesi” telkini ile birlikte düşünüldüğünde, “faizsiz bankacılık” uygulaması, aynı zamanda siyasal iktidarın Türkiye’de sermayenin el değiştirmesi yönündeki basıncının bir bileşenini oluşturmaktadır.
Ve AKP iktidarı boyunca laik-Batıcı sermaye grubu TÜSİAD’ın, siyasal iktidarın doğrudan müdahaleleri aracılığıyla iktisadî-siyasal yaşamın merkezindeki konumunu tedricen dindar-gelenekçi Anadolu Kaplanları/MÜSİAD’a bırakışına tanık oluyoruz.
Bir başka deyişle iktisadî yaşamdaki İslâmîleşme, sermayenin siyasi iktidar eliyle tedricen el değiştirerek seküler-modernist “Marmara Baronları”ndan, İslâmî referanslı Anadolu kaplanları’na kaydırılması anlamına gelmektedir.
Kuşku yok ki AKP iktidarının gündelik yaşamın İslâmîleştirilmesi yönündeki girişimlerinin en görünür veçhesi budur… “Sokağa müdahale”nin spektrumu son derece geniştir; kadınların kaç çocuk doğurmasından nasıl giyinmeleri, nasıl, ne zaman, ne şekilde sokağa çıkmaları gerektiğine, kafenin teras katında sigara içenlere küfür-kıyamet müdahaleye, “kızlı-erkekli” aynı evde kaldırtmamaya, kahkaha attırmamaya, TV dizilerinin nasıl olması gerektiğinden, “millî içki”nin ne olduğuna, bale sanatçılarının taytlarından tiyatro oyunlarının metinlerine, heykellere… dek uzanır. Devlet ricali sürekli olarak özellikle gençlere ve kadınlara talkını verdikçe, “durumdan vazife çıkartan” polisler, güvenlik görevlileri, zabıtalar, “hınk deyici amirler”, giderek “sivil ahlâk zabıtaları” “pastar”lığa soyunur. “Asayiş”i sağlayan polisler alenen tekbir/Rabia işaretleriyle boy gösterir sahnede… Ellerinde kalan tek yeşil alanı korumak isteyen mahalle sakinleri, “cami düşmanları” olarak hedef gösterilir. Ramazan’da sokakta sigara içenler, evlerinin balkonunda şortla oturanlar, sokakta elele dolaşan çiftler, parkta bira içen gençler, LBGTI bireyler, öğrenci evleri, küpeli, uzun saçlı erkekler… sürekli taciz edilir, TV programlarına “format” verilir, devlet kurumlarındaki sanatçılar sıkı bir denetim altına alınırken, özel kurumlar destek terörüyle terbiye edilir, bunun yetmediği yerde yasaklar devreye girer. Sosyal medya sıkı bir denetim altına alınır; hesaplara erişim sık sık sınırlandırılır ya da engellenir, dine yöneltilen eleştiriler, “kutsal değerlere hakaret” kisvesiyle (TCK 125/3) cezalandırılır… Yurttaşların gündelik yaşamında dinin ve dinsel buyrukların etkisinin ağırlaşması konusunda bir medya seferberliği başlatılır adeta, TV, radyo kanalları, gazete sayfaları dinsel içerikli yayınlarla dolar… Dinsel söylemi ağırlıklı vakıflar, hayır cemaatlerinin “yoksullara, felaketzedelere, muhtaçlara yardım” kisvesi altındaki misyonervarî çalışmaları teşvik edilir. Alternatif, İslâmi bir “sivil toplum”un tesisi desteklenir…
Bir başka deyişle, sokak, iktidar ve “paralel” “sivil toplum”u eliyle tedricen dinsel değerler doğrultusunda yeniden yapılandırılmaktadır.
* * *
Lafı fazla evirip çevirmeye, dolandırmaya gerek yok. İktisadî, siyasal, toplumsal, kültürel alanları, gündelik yaşamı İslâmî kurallar doğrultusunda yeniden örgütleme girişimi, hâl-i hazırdaki başbakanın pek sevdiği bir terimle bir “restorasyon”dur.
Ancak restorasyon, yandaş medya prens ve prenseslerinin yorumlamaya pek hevesli oldukları üzere, mevcut sistemi ıslah (reform) çabası değildir. Engin Yıldızoğlu’nun da işaret ettiği gibi,
“Restorasyon, ortadan kaldırılmış bir mülkiyet ilişkisini, siyasi iktidarı, hatta devlet yapısını yeniden kurmaya ilişkin tarihsel, siyasi bir kavramdır. Başbakan’ın sözünü ettiği restorasyon da ‘yüzyıllık bir parantezi kapatarak’, cumhuriyet öncesine ilişkin bir iktidarı ve toplumu yeniden kurmaya ilişkindir. Bu restorasyon, kapitalist devletin yukarıda değindiğim özelliklerini tasfiye ederek ilerlemektedir. Önce güçler ayrılığı tasfiye edildi. Şimdi de ekonomide sermaye sınıfının gereksinimlerine cevap vermek üzere kurulmuş “bağımsız” kurumlar tasfiye edilerek devlete bağlanıyor. Bu yönetim ‘işadamlarını bile kendi memuru görmek’ isteyen bir korporatizm anlayışıyla şekillendiriliyor.”[15]
Bir başka deyişle, AKP iktidarının müdahaleleri, bugüne dek yaşadığımız hâliyle Cumhuriyet rejimini İslâmî umdelere doğrultusunda regüle edilen bir neo-Osmanlıcı sisteme doğru dönüştürmeye matuftur.
Bu “başkalaşım”ın başarılı olup olamayacağını tayin edecek olan ise, artık ne Cumhuriyet’in “geleneksel” koruyucuları (asker-sivil bürokrasi, “Mustafa Kemal’in askerleri”), ne de “Marmara burjuvazisi”dir. Bunu ancak ve ancak, neo-Osmanlıcı neo-liberalizmin de “öteki”si olmayı sürdüren, taşeronlaştırılan, emekleri ve yaşamları gaspedilen işçiler, emekçiler; sınır tanımaz bir kâr hırsıyla yaşam ve geçim alanları tahrip edilen köylüler, asimilasyon tehdidi karşısındaki Alevîler, onursuz, teslimiyetçi bir “barış”a boyun eğdirilmeye çalışılan Kürtler, bedenleri dinsel buyrultuların hedef tahtası kılınmak istenen kadınlar, özgürlükleri boğulan gençler… Velhasıl Haziran 2013’de harekete geçtiğine ve muazzam etkisine tanık olduğumuz dinamiklerdir…
13 Kasım 2014 09:26:40, Ankara.
N O T L A R
[*] 22 Kasım 2014 tarihinde ‘Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’nin düzenlediği ‘Rejim, İslâmileşme ve Ortadoğu’ başlıklı sempozyuma sunulan tebliği… Newroz, Yıl:8, No:260, 30 Kasım 2014…
[1] Theodor Adorno.
[2] “Babuşcu: Gelecek 10 Yıl, Liberaller Gibi Eski Paydaşlarımızın Arzuladığı Gibi Olmayacak”, T24, 1 Nisan 2013, http://t24.com.tr/haber/babuscu-onumuzdeki-10-yil-liberaller-gibi-eski-paydaslarimizin-kabullenecegi-gibi-olmayacak, 226892
[3] Eğitim-Sen, “MEB’in Yönlendirmesi ile İmam Hatipler ve Öğrenci Sayısı Artıyor!”, http://www.egitimsen.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=21983#.VGNoSSbSZdg.
[4] Erdoğan İHL’nin 100. Yılı Programında Konuştu”, 17 Ocak 2014, http://www.yazete.com/politika/erdogan-ihlnin-100-yili-programinda-konustu-730249.html.
[5] http://www2.diyanet.gov.tr/dinisleriyuksekkurulu/Sayfalar/Sigorta.aspx
[6] https://www.facebook.com/permalink.php?id=218010341676582&story_fbid=333616730115942
[7] http://www.angelfire.com/md/organbagisi/din.html
[8] http://www.fetva.net/etiket/diyanetin-network-marketing-gorusu
[10] http://faizhesaplama.net/diyanet-kredi-fetvasina-hazirlaniyor/
[11] “Tek Başına 8 Bakanlığı Geçti”, Hürriyet, 11 Ekim 2013, http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/24893813.asp
[12] Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (2010), “Cumhuriyet Hükümetinin Yeni Osmanlıcılık Hedefi” başlıklı rapor, Haziran 2010. (http://www.turksae.com/sql_file/365.pdf)
[13] Bkz. http://www.tse.org.tr/hizmetlerimiz/belgelendirme-hizmetleri/urun-belgelendirme/g%C4%B1da-sekt%C3%B6r%C3%BC-belgelendirme/helal-belgeli-firmalar-font-color=red-(%C3%BCr%C3%BCn-grubu)-font-
[14] “Helal gıda ve içecekten kozmetiğe, medikal ürünlerden tesettür giyim ve hac malzemelerine kadar geniş bir ürün yelpazesine sahip olan İstanbul Helal Expo – 5. Helal ve Sağlıklı Ürünler Fuarı mehter marşı eşliğinde dualarla açıldı.
CNR EXPO Yeşilköy’de düzenlenen fuarın açılış törenine Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Bakan Yardımcısı Kutbettin Arzu, Malezya Devlet Bakanı Haji Abdul Malik Kassım, GİMDES Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Hüseyin Kami Büyüközer, CNR Holding CEO’su Cem Şenel katıldı.” “Helal Markalar Bu Fuarda Buluştu”, http://www.patronlardunyasi.com/haber/Helal-markalar-bu-fuarda-bulustu/161140.
[15] Ergin Yıldızoğlu, “Restorasyon-Korporasyon-İD”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2014.