ALEXANDER GALLAS’ın KüreselEmek’teki yazısı: “İhtiyaç duyulan şey, kolektif bir çaba ve akademisyenlerin eleştirel yaklaşmalarını sağlamak için kendileri ile kendi çalışma alanları arasına bir mesafe koymalarını sağlamak. Güvencesizliği bireysel ve toplu olarak üreten ve meşrulaştıran uygulamaları nasıl alt edeceğimiz üzerine düşünmemiz gerekiyor.”
ALEXANDER GALLAS
Çeviri: GLU Türkiye Kolektifi
İngiliz düşünür Roy Bhaskar'a göre (1998: 13), bilim “amacı bilgi üretimi olan toplumsal bir süreçtir”. Bunu, bilimsel pratiklerin gerçekte birer üretim ya da emek pratiği olduğu görüşü izler. Pek çok bakımdan, bilim insanlarının diğer işçilerden bir farkı yoktur: Onlar da bilgi adı verilen bu özgün emek ürününü yaratmak ve yaymak için tıpkı işçiler gibi ‘beyinlerinin kaslarının, sinirlerinin ve ellerinin’ (Marx, 1976: 134) yanı sıra maddi üretim araçlarını da kullanırlar. Ve bu çalışmayı yaparken, pek çok durumda kendilerini geniş tanımıyla “akademi” olarak adlandırılan istihdam ilişkileri içerisinde bulurlar.
(GLC) Küresel Emek Köşesi’nin kardeş kuruluşu olan (GLJ) Küresel Emek Dergisi’nin bu sayısında akademideki çalışma koşullarına da yer verildi. Daha somut olursam, bu bölüm son yıllarda dünya genelinde daha belirgin hale gelen bir eğilimi ele alıyor: Kendisini süreli sözleşmelerin artması, düşük ücret, muğlak istihdam beklentileri ve akademisyenleri mesleğinden ve hatta ülkesinden çıkmaya zorlayan baskıcı yönetişim stratejileriyle açığa vuran akademik emeğin güvencesizleştirilmesi.
Güvencesizliğin türleri
Burada altını çizmem gereken hususlardan biri de, yüksek öğrenimdeki güvencesiz çalışma pratiğinin hiçbir şekilde sadece İngilizce eğitim verilen üniversitelere veya yalnızca Küresel Kuzey’deki üniversitelere özgü olmayışı. Bugün ister Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Almanya veya isterse Güney Afrika ya da Türkiye olsun, yükseköğretim ve akademik araştırmalarda küresel veya en azından bölgesel merkezleri temsil eden tüm ülkelerde artan sayıda akademisyen güvencesizlik olgusuyla karşı karşıya.
Yine de karşılaştırmalı bir bakış açısıyla, güvencesizliğin farklı biçimlerde yaşandığı gerçeğini göz ardı etmemek gerekiyor. Farklılıklar ülkeler içerisinde görülebilir durumda ancak ülkeler arasında daha da belirgin hale geliyor. ABD'de, üniversitelerde öğretim üyeliği giderek -düşük ücretler, sosyal yardımlara erişimin son derece sınırlı olması ve işsiz kaldıklarında yeni bir istihdam garantisinden yoksun olmak gibi koşullardan kötü şekilde etkilenmiş bir grup akademisyen tarafından başlatılan- “eğreti fakülteler”de (Contingent Faculties) devam ediyor. Benzer şekilde Almanya'da da, orta düzey öğretim üyeleri, belli bir süre sonra, erişilmesi son derece ağır koşullara bağlanmış olan tam profesörlük düzeyine terfi ettirilmediklerinde fiili bir mesleki yasakla karşı karşıya bırakılıyor. Güney Afrika'da mali kısıtlamalar, öğretim elemanlarının çalışma koşullarını kötü etkiliyor ve siyaseten milliyetçiliğe yönelen bir eğilimi güçlendiriyor. Türkiye de farklı bir olay olarak karşımıza çıkıyor: Burada, baskıcı devlet aygıtının ürettiği egemen strateji, doğrudan Tayyip Erdoğan rejimini eleştiren akademisyenlerin güvenliğini hedef alıyor. Başkanı eleştiren akademisyenler meslekten uzaklaştırmalar, yasaklar ve hapis cezalarıyla karşı karşıya kalıyorlar – bu yüzden çoğu durumda çareyi ülkeyi terk etmekte buluyorlar. Fakat yapılan haksızlıklara bir de göç edilen ülkedeki aşağılanma eklendiğinde, akademik emeğin güvencesizliği kendi mesleğinde güvenceli iş bulma umutlarının iyice sınırlanması anlamına geliyor. GLJ yazarları, daha önce Türkiye Mersin Üniversitesi’nde, şimdilerde ise Almanya Kassel Üniversite’sinde çalışan Tolga Tören ve Melahat Kutun’un yaptıkları çalışmalardan nasıl doğrudan etkilendiklerini tartışıyor.
Liyakat yanılsaması
Akademik çalışmada egemen hale gelen liyakat yanılsaması ve bunun emek çalışmaları yürüten öğretim üyelerinin akademideki güvencesiz çalışma koşullarını eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirmeleri önünde nasıl bir kavramsal engel oluşturduğunu analiz etmek son derece önemli bir görev. Bu engelin üstesinden gelmek oldukça zor, çünkü bu, akademisyenlerin günlük mesleki pratiklerinde işlerinin “doğal” parçası olarak algıladıkları şeyleri etik-politik açıdan sorgulamalarını gerektiriyor. Bu özellikle, fonlama ve işe alma kararlarını değerlendirme süreçlerinin yanı sıra yayın yapan meslektaşlar ile akademik kurumların yaptıkları işin “kalitesini” değerlendirme gibi konularda üniversite sisteminin liyakate bağlı olduğu varsayımı ile ilgili.
Liyakat yanılsaması, akademisyenleri kendi çalışmalarını sınıf, cinsiyet ve ırk gibi sosyal tahakküm ilişkileriyle kuşatılmış diğer ücretli iş türlerinden biri gibi algılamalarını engelliyor. Bu ise, oldukça prestijli, güvenli ve iyi ücret ödenen bir işe uzanan yolda güvencesizliğin geçici bir sorun olduğu ve akademik çalışma konusundaki şikâyetlerin yapısal değil bireysel sorunlardan ibaret olduğu izlenimi ile bağlantılı. Sayısal veriler bu algıyı çürütüyor: Almanya’da tam zamanlı çalışan profesörler iyi para kazanıyor ve yaşamları boyunca görevde kalabiliyor; fakat, insanlar bu aşamaya ulaştıklarında kırklı yaşlarının başlarında oluyor ve kadro bekleyen akademik emek gücünün sayısal büyüklüğü göz önüne alındığında mevcut kadro sayısı son derece sınırlı. 2014 yılı itibarıyla, atanan her yeni profesör için, bu kadroya başvuru yapmak için gerekli akademik donanıma sahip olan ve atanmayan öğretim üyesi sayısı beş. Benzer şekilde, ABD'de de tam zamanlı kadrolara aslında adil bir ücret ödemesi yapılıyor ve insanlara sürekli bir istihdam sağlanacağı görüntüsü veriliyor. Ancak, 2015 yılında öğretim elemanı kadro başvurularına baktığımızda bu görüntünün ne kadar yanıltıcı olduğunu ve adayların yüzde 70'inin “eğreti fakülteler” e gittiğini görüyoruz.
Akademinin “en iyileri ve en parlakları” ödüllendirdiği ve çok zeki olmayanları dışarıda bıraktığına dair anlatılara karşı, akademisyenlerin bilgi kusan makineler olmadığını vurgulamakta fayda var. Onlar da tıpkı diğer insanlar gibi ifadesini toplumsal baskı ve kişilerarası bağımlılık ilişkilerinde bulan sosyal ortamlarda bulunurlar. Öğretim üyelerinin büyük bir çoğunluğu yaşamını ücret geliri ile sürdürebilen ve genellikle ekonominin farklı bir sektörüne geçişi zorlaştıran çok özel yetenek ve niteliklerle donanmış kişilerdir. Tıpkı diğer insanlar gibi ilişkiler kurar ve arkadaşlıklar başlatırlar, ailelerin bir parçasıdırlar ve bağımlıların bakım sorumluluklarına katılabilirler; tüm bunlar da, zamanlarının ne kadarını akademik çalışmalarına adayabileceklerine dair sınırların olduğu anlamına gelir. Aynı şekilde, bazen fiziksel ya da psikolojik olarak hasta olabilecekleri ve stresli bir iş ortamıyla başa çıkma yeteneklerinin etkilenebileceği zamanlarda izinli sayılmaya ihtiyaç duydukları için diğer işçilerden çok da farklı değillerdir. Aslında, rekabetçi baskıların ve karşı karşıya kaldıkları güvencesizliğin bir ürünü gibi açığa çıkan ve benzer mesleklerde çalışan diğer işçi gruplarından daha fazla zihinsel sağlık problemi yaşadıklarını ileri süren ciddi bir araştırma literatürü var (örneğin bkz. Levecque et al., 2017). Pek çok öğretim üyesinin bugün karşı karşıya bulunduğu sorun, büyük ölçüde, kendi ürettikleri bir sorun değildir.
Bireyselleşmeden direnişe
Öyleyse, güvencesiz akademik emeği kuşatan sorunların bireyselleşmesi konusunda örgütlü emek perspektifinden neler yapılabilir? Sanırım en basit yanıt, liyakat yanılsamasının sorgulanabileceği mekanlar yaratmak olurdu. Akademi’de güvencesizliğin yayılması hakkında ne kadar çok şey bilirsek, akademinin haklara dayandığı fikrini savunmaya devam etmek de o kadar zorlaşır. Bu sadece başlangıç adımı olabilir. İhtiyaç duyulan şey, kolektif bir çaba ve akademisyenlerin eleştirel yaklaşmalarını sağlamak için kendileri ile kendi çalışma alanları arasına bir mesafe koymalarını sağlamak. Güvencesizliği bireysel ve toplu olarak üreten ve meşrulaştıran uygulamaları nasıl alt edeceğimiz üzerine düşünmemiz gerekiyor. Ayrıca, işyerlerimizde -ister mevcut üniversite sendikaları isterse yeni taban hareketleri networkleri üzerinden olsun-, bireyci statükoyu zorlayan örgütlenmelerin nasıl geliştirileceğini ve genişletileceğini de düşünmeliyiz.
GLC'de Lorenzo Monaco tarafından yazılan, Londra Üniversitesi Oryantal ve Afrika Çalışmaları Okulu’ndaki (SOAS) Fair Play kampanyasını başarılı bir örnek olarak alabiliriz: Yıllık sözleşmelerle çalışan öğretim üyeleri çalışma koşullarını protesto etmek için bir ağ kurdular. Üniversite ve Kolej Sendikası (UCU) ile işbirliği içinde, sınav kağıtlarını okuma ve notlandırma işi için harcadıkları zamanı tanıyan ve dolayısıyla maaşta önemli bir artışa yol açan yeni bir anlaşma yapmayı başardılar. Fakat, önümüzde tırmanmak zorunda olduğumuz bir dağ olduğunu kabul etmek zorundayız, zira, akademideki sendikalaşma oranları düşme eğiliminde ve emek mücadeleleri de seyrekleşmiş durumda. Buna karşın, akademisyenlerin kendi algılarında bir değişimin olduğuna dair anekdot niteliğinde bir kanıt var. En çok okunan Alman haber platformlarından biri olan Spiegel Online’da “Eğitim fabrikasında bir ayaklanma” başlığıyla yayınlanan makale hakkında konuşmak için henüz erken olabilir (Haeming, 2017). Bununla birlikte, son zamanlarda akademik işle ilgili mücadelelerin manşete çıkması (Riemer, 2013) bazı direniş eylemlerinin olduğunu gösteriyor ve bu eylemleri duyurmak özellikle de başkalarının bunlardan ilham alması için önemli.
***
Alexander Gallas: Almanya/Kassel Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünde çalışıyor. Güvencesiz akademi işçilerinin öz örgütlenmesine yardımcı olan iki girişimde aktif rol alıyor, GLJ Editoryal ekibinde yer alıyor ve “Thatcher’cı Saldırı: Neo-Poulantzasçı Bir Analiz” (Haymarket, 2017) başlıklı monografinin yazarı.
Kaynakça:
Bhaskar, R. (1998 [1979]) The Possibility of Naturalism: A Philosophical Critique of the Contemporary Human Sciences, 3rd edition. London: Routledge.
Haeming, A. (2017) ‘Aufstand in den Lernfabriken,’ Spiegel Online, 26 April. Available at http://www.spiegel.de/lebenundlernen/uni/protest-anuniversitaeten-aufstand-in-den- lernfabriken-a1144628.html [accessed 4 December 2017].
Levecque, K. Anseel, F., De Beukelaer, A., Van der Heyden, J., and Gysle,L. (2017) ‘Work Organization and Mental Health Problems in PhD Students.’ Research Policy, 46(4): 868–879.
Marx, K. (1976 [1867/72]) Capital: Critique of Political Economy, vol. 1. London: Penguin.
Riemer, N. (2013) ‘Why is Sydney University on strike? Because students are not our ‘clients’,’ The Guardian, 30 August. Available at https://www.theguardian.com/commentisfree/2013/aug/ 30/sydney-university-strike [accessed 16 January 2018].