GÖKÇE yazdı: Bu tutukluluk hikayesinde, her halde bana en çok dokunan kısımlarından birincisi o, Fizan’dan gelen babamın sesi; ikincisi ise 45 dakikalık açık görüşümüzde babamın elindeki poşet ve içindeki yiyecekler oldu.”
GÖKÇE
Yine, yeniden, memleketimin bilmem kaçıncı tutukluluk hikayesi.
Bilmediğimiz değil, çokça tanık olduğumuz hikayelerden biri babamınki de.
Mersin’de, yaşları 50 ile 75 arası olan HDP Mersin il yöneticileri, 12-13 Aralık’ta, Akdeniz Belediyesi Eş Başkanı Yüksel Mutlu’nun da dahil olduğu, yüzü aşkın insan ile birlikte gözaltına alındılar. Kadınları, yeni yapılan nezarethaneye üst üste yerleştirdiler; erkekleri ise iki ayrı yere böldüler. Yer yok tabii, ne yapsınlar! Nezarethane hapsinde, silme betonun üstünde, tuvalet, yiyecek, sıcak su ve giyecek sınırı ile geçen 11 gün sonunda Adliye’ye getirildi babamlar. Meclis’te 59 milletvekili bulunan yasal bir partinin, çoğu kronik hastalığı olan yöneticilerinin bir kısmını ters kelepçe ile Adliye’ye getirmekten hiç rahatsız olmadılar. Vay babasını! Bu ne gösteriş! Terörölerin hepsini yaka paça ele geçirmişler. Yalnız, ‘Bu millet, sizinle gurur duyuyor!’ sloganı atan kimseyi göremedik etrafta?
Bir buçuk sayfalık polis ifadesinde yazan üç dört tane basın açıklaması, birkaç kitap ve HDP’nin meşru zemininin sorgulandığı sorulara istinaden hukuksuzca tutukladılar. O kadar çok kişiyi gözaltına almışlardı ki bir günde tutuklayamadılar hepsini. İlk tutuklananlar Mersin Kapalı Cezaevi’ne yerleştirildiler. Oradan anladık ki Mersin Cezaevi’ne yerleştirilecek babamlar da. Malum, Türkiye’nin diğer ucuna da bittabi sevk edebilirlerdi. Mersin Cezaevi’nde, bir hoş geldin dayağı ve zorla saç kesimi ile karşıladılar tutuklananları. Yeterince tezahürat alamamış olacaklar ki aynı ildeki cezaevinde tutacaklar sandık önce, sevindik, yalan olmasın!
Birkaç hafta içinde Karaman’a sevk ettiler. Ancak aynı cezaevine değil, iki ayrı cezaevine gönderdiler. Karaman da ne menem yermiş. 152.000 nüfuslu ilde iki tane cezaevi var. Ensar Vakfı’nda 45 çocuğa tecavüz edildiği ilimiz olarak da biliriz aslında Karaman’ı. Şehre giriyorsun, başı sonu arabayla 15 dakika, başı beyaz tülbentlerle bağlı, 10’lu kümeler oluşturmuş kadınlar dolmuş ya da servis bekliyor? ‘Neyi meşhur’ diye soruyorsun esnafa. ‘Hiçbir şeyi’ cevabını alabiliyorsun. Ancak insan gene de merak edip şöyle bir hafızasını zorluyor. Tarih dersinde gördüğümüz Osmanlı’nın bir türlü alt edemediği Karamanoğulları Beyliği’nin başkenti Karaman. Sokak ve tarihi yapıların isimleri değişik; üç adet kilisesi var tabelalarda yazan. Ermeni mezarlığı var şehir içinde. Bir de sonradan yapılma alametifarika heykeller, büstler var, Türklüğe ait.
Neyse biraz araştırınca anlıyoruz ki Karaman Ermeni ve Rumların ağırlıkta yaşadığı bir il imiş geçmişte. Hristiyanlık’ın doğuşunda ve Anadolu’da yayılmasında en etkili din adamlarından biri olan Tarsus’lu Pavlus’un yaşadığı yerlerden biri imiş aynı zamanda Karaman. Bu taraftan bakınca şehrin sindirilmişliği daha iyi anlaşılabiliyor. Memlekette nereyi kazsak zulüm çıkıyor. Ah bu zindanların gözü kör olsun! Neler öğretiyor insana bak!
Karaman Cezaevi’ne nereden gidersen git uzak! Öyle sapa bir yerde ki! Koskoca Çukurova’da, göndere göndere Karaman’a göndermişler. Gidemeyelim diye. O kadar haklıyız ki! Öyle bir direnç var ki ne dağlar ne taşlar ne AKP ne de polisi kırabilir direncimizi. Her hafta 30 dakikalık kapalı görüş yapıyoruz. Mersin’de 10 dakika idi. Çift cam vardı. Sadece telefon ahizesi ile ses geçiyor. Ses de sanırsın Fizan’dan geliyor. Karaman’da, kapalı görüş için süre uzamış fakat çift cama bir de iki taraflı demir eklemişler. Demirlerin aralıkları iki göz arasındaki mesafe kadar. O yüzden tutuklunu asla bir bütün olarak göremiyorsun. Tek seferde ancak tek gözünü, yüzünün yarısını görebiliyorsun. Bir de arkamızdan çok ışık gelirse babam bizi seçemiyor bile. Bizim görüş Çarşamba günü. 2 gün önceden heyecan başlıyor. Çarşamba sabahı, 3’te yola çıkıyoruz. Süre çok kısıtlı. Söyleyeceklerimizi düşünmekten gece 3’e kadar da uyuyamıyoruz. Sonra ver elini Karaman. Ancak 8 gibi orda oluyoruz. Görüşler 9’da başlıyor. Ama hep geç kalmış oluyoruz. Karaman’dan gelen Fetöcü ailelerden bir adım gerideyiz hep. Kimliğini ilk kim verirse o önce görüyor. İlk görüş saatlerini hep onlara kaptırıyoruz. Neyse sesini duyacağız ya.
İki kapı araması ve üst aramasından geçiyoruz. Aramalardan cihaz ötmeden geçtikten sonra nihayet görüşebiliyoruz. Görüşün ilk dakikaları, birbirimizi en iyi görebilecek uygun duruşu bulmakla geçiyor. İkinci aşamada, söyleyeceklerimizi hatırlamaya çalışıyoruz. Her görüş bitiminde, ‘ah şunu da söyleyecektim’ deyip hayıflanıyoruz. Kirli peçete dahi almıyorlar ki ne konuşacağımızı bir yere yazalım. İki hoşbeşten sonra bir kuş sesi görüşün bittiğini haber veriyor. Uykusuz bir geceden sonra çılgın bir geri dönüş yolculuğu başlıyor. Kendimize gelene kadar 2 gün geçmiş oluyor. OHAL nedeniyle tüm imkanları kafalarına göre kısıtlamışlar. O nedenle, iki ayda bir 45 dakikalık açık görüş yapabiliyoruz. Biz, üç ayda bir defa yapabildik.
Açık görüşte, beş masa HDP’den tutuklananlar, 31 masa ise Fetö’den tutuklananlar idi. Fetöcülerle bir ortak noktamız, tüm tutukluların, ellerindeki, en ince ayrıntılarına kadar düşünüp hazırladığı yiyecek ve içecek poşetleri idi. Bir diğeri de Mersin’de tutuklanan HDP’liler ile Fetöcülerin savcısının aynı olması. Kokteyl terörö örgütü türettikleri gibi kokteyl savcı da yapmışlar belli ki.
Bu tutukluluk hikayesinde, her halde bana en çok dokunan kısımlarından birincisi o, Fizan’dan gelen babamın sesi; ikincisi ise 45 dakikalık açık görüşümüzde babamın elindeki poşet ve içindeki yiyecekler oldu. Bir delilik halinde, elimizi ayağımızı nereye koyacağımızı, kimle ve ne konuşacağımızı bilemeden göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor açık görüş de.
İki haftada bir 10 dakikalık telefon görüşü var. Zamanı verimli kullanalım diye epey çalışıyoruz ama telefon iki hoşbeşten sonra kapanıyor. Terörö tutuklularına kitap verilmiyor. Cezaevi görevlileri, okumayı pek sevmiyorlar. O nedenle, mektup da pek verilmiyor. Kelimelere dikkat etmek gerekiyor. Malum, mektupta vatana ihanet ve hıyanet edebilirsin. Tuncay (Yılmaz) tutukluyken 9-10 sayfa arkalı önlü mektup yazardım. Okulda gördüğüm dersleri bile anlatırdım. Şimdi, babama kart görünümlü mektup atabildim ancak. Ona da postaneden takip numarası vermiyorlar. Ulaşıp ulaşmadığını ancak tutuklu yakınınla görüşme yapabilirsen öğrenebilirsin.
Fotoğraf çektirmek parasıyla bile yasak. Koğuşlar en az 18 kişi. Yerlerde yatanlardan ikili, vardiyalı yatanlara kadar yoldaşça yatmanın tüm kombinasyonları mevcut. Hepsi aynı anda havalandırmaya çıksa, havalandırmada yer kalmıyor. Farklı zamanlarda çıkıyorlar mecbur. Arkadaş, yoldaş görüşü yok. Sadece 1. dereceden akrabalar görebiliyor tutukluları. Suyu litreyle veriyorlar. Televizyon 700 TL. Onu da tahliye olursan orda bırakıyorsun. Neyse ki içerde kütüphane var. Tartışma saatleri var. Bir de yemekleri güzel. Daha ne olsun değil mi? Yakınlarımızı, Fetöcüler, adi suçlular ve itirafçılarla aynı koğuşa koymak istemeselerdi keşke, böyle rehineliğe can feda der miydik sanıyorsunuz?
Hala iddianame yok ortada. O da olur ya, ne acelesi var değil mi!
Haklıyız! Kazanacağız! Hepsini bir bir o deliklerden çıkaracağız! Yakında!