Mahir Sayın yazdı: ABD seçim sonuçları üzerine bazı gözlemler
8 Kasım’da yapılan seçimlerde ABD devlet başkanını seçici delegelerini seçerken, temsilciler meclisini ve 6 yıl süresi olan Senato’nun da üçte birini, 14 federal devlet başkanını da seçti. Bunların ikisi senatoda temsilcisi bulunmayan Portorico ve American Samoa. Seçim sonuçlarına göre başkanı seçecek olan Cumhuriyetçi delegeler 306’ya, Demokrat delegeler de 232’ye ulaştı. Liberter ve Yeşiller partilerinden iki başkan adayı daha olmasına karşın kimi federal devletlerde çoğunluk, kiminde de nispi temsile göre seçim yapılırken her zaman olduğu gibi diğerlerinin seçici delege kazanmaları olanaklı olmamıştır.
Her federal devletten gelen 2 delegeden oluşan 100 üyeli ve altı yıl süresi olan Senato’nun üçte biri (34 senatör) yenilenirken Cumhuriyetçiler 54’den 51’e indi, Demokratlar da 44’ten 46’ya çıktılar. Luisiana’da hiçbir aday çoğunluğu sağlayamadığı için 10 Aralık’ta bir aday için yeniden seçim yapılacak. Senato’da çoğunlukla Demokratlarla davranan bağımsız 2 senatör bulunmakta.
2 yıllığına seçilen 435 üye ve 6 oy hakkı olmayan temsilciden oluşan Temsilciler Meclisi için yapılan seçimlerde de Cumhuriyetçiler 233’ten 244’e çıkarken Demokratlar 199’dan 194’e düştüler. Cumhuriyetçiler oy hakkı olmayan tek temsilcilerini ise Demokratlara kaptırdılar!
Başkanlık seçimleri sonuç haritası. Kırmızılar Trump/Pence’in, maviler Clinton/Kaine’ın çoğunluğu kazandığı devletleri göstermektedir. Pence ve Kaine başkan yardımcılarıdır.
Nereden çıktı bu Trump?
Neoliberalizm 40 yıla yakındır insanların ensesinde boza pişiriyordu; ve nihayet 2008’de yarattığı krizin üstesinden de gelemeyerek yığınların gittikçe artan tepkisiyle karşılaşıyor ve onların gözlerini yeni seçeneklere dikmelerine yol açıyordu.
Hillary Clinton’ın ilk kadın başkan olmanın ötesinde anlatacak bir hikayesi yoktu. Onun anlatabileceği hikayeyi Obama 8 yıl önce daha güzel anlatmış ve çoktan tüketmişti. Ne var ki, Donald J. Trump ortodoks Cumhriyetçileri de belli ölçüde şaşırtarak aslında yeni olmayan ama mevcut durumda kullanılan hikayeye alternatif bir hikayeyi halkın ilgisini çekeceğini düşündüğü akla gelebilecek ne varsa söyleminin içine monte ederek uydurdu:
“Göçmenler, siyahlar, feministler, çevreciler, Müslümanlar, teröristler, NAFTA, TTIP-TPP, ÇİN el ele vermişler bizim hayatımızı tehdit ediyorlar; Geç kalmadan bunlara karşı tedbir almalıyız; Hakkında açılan soruşturmada da görüldüğü gibi Clinton’ın böyle bir yeteneği yoktur; zaten hasta!”
Irkçılık, cinsiyetçilik, doğa düşmanlığı ve dış düşmanlar temeline dayalı bir korku ve “dünyanın derdini biz taşıyoruz, buna mecbur değiliz, Amerikaya dönelim!” söylemine dayalı milliyetçi bir umut hikayesi varolan Cumhuriyetçi tabanı arkasında tutmaya devam ederken, Demokrat safları da, ciddiye alınacak ölçüde yanına çekemese bile ciddi biçimde sarstı, Demokratların en az 4 milyon cıvarındaki oyunu sandıktan uzak tutmayı başardı.
Neoliberalizmin sınırlarının ne kadar dışına çıkabileceği meçhul olsa da değişik bir hikayesi olan, kendini İsveç sosyal demokratlarına benzeten Bernie Sanders’ti, ama Demokrat Parti daha baştan harcadı onu. Kendisi Clinton’ın kampanyasında bütün gücüyle çalıştığını söylese de, onun harcanmasının da Demokrat parti saflarında belli bir küskünler kesimi yaratmış olması muhtemeldir.
Anketlere göre Clinton ekime kadar 8-12 puan arası önde görünmekteydi. Bu durumda Trump’ın kazanması ihtimal dışı görünürken, Obama’nın bütün engelleme çabalarına rağmen FBI’ın başlattığı soruşturma ile Clinton’ın Trump karşısındaki 8-12 puan arasındaki farkı anket hata aralığına kadar gerileyiverdi. Kimileri 1-2 pulan ilerde olduğunu kimileriyse geride olduğunu söyledi. Bu durum diğer faktörlerle üst üste gelerek ortaya çıkmış olabilir ancak güvenlik faktörünün ağırlık kazandığı, bilinçli bir biçimde dünya halklarının üzerinde “terörizm” basıncının yaratıldığı koşullarda ABD halkının, Libya, Irak, Suriye savaşlarının ardından sürekli yeni savaşların haberini veren Clinton karşısında güvenlik faktörünü daha öne geçirmiş olmaları çok muhtemel görünmektedir.
FBI’ın adaylar arasında tercih yapmasını sermayenin tercihlerinden elbette bağımsız görmemek gerekiyor. Silah tekellerinin ağırlıklı desteğini sağlamış ve bu nedenle de CIA ve Pentagon’un sağlam desteğini alan Clinton’a karşı, iç güvenlik faktörüne bağlı olarak şekillenen FBI’ın kendisini sermayenin diğer kesimlerine daha yakın hissetmesi kendi doğasının sonucudur. FBI çok iyi biliyor ki, çıkarılan her yeni savaş kendilerine de iç güvenlik sorunu olarak yansımaktadır.
Clinton, bir siyahın başkan olmasının ardından ikinci bir tarihsel gelişime imza atacak ve kurulduğundan beri ilk kez bir kadının devlet başkanı olmasıyla ABD’yi taçlandıracaktı. Aslında hiçbir görünür niteliği olmayan, dışişleri bakanlığı yaptığı dönemde elini soktuğu işi berbat eden ve bu yüzden Obama tarafından ikinci kez tercih edilmeyen birinin tercih edilir görünmesi, Bektaşi’nin tadına baktığı birinci şarap şişesinin berbatlığı karşısında ikinciyi tercih etmesini andırıyordu. Kadın oluşuyla da liberal çevrede Trump’ın abukluğuna karşı bir tercih nedeni yaratıyordu.
Ama onun özellikle başkanların en etkili oldukları dış politika alanında daha önceki deneyimlere bağlı olarak ABD’yi büyük belalara sürükleyebileceğinin algılanmış olması da muhtemeldir.
Bu açıdan Trump sanki savaştan daha uzak duran bir görüntü vermişti. Sonuçta her ikisi de ABD tekellerinin çıkarlarına en uygun geleni yapacak olsalar da doğan imaj savaşlardan yorgun düşen Amerikalı için önemliydi. “Tac başı akıllandırır!”
Clinton’ın dezavantajları bunlarla da bitmiyordu. Temsilcisi olduğu partinin yüklendiği faturayı da bir anlamda o ödeyecekti. Obama, Bush döneminin yarattığı yıkımların bir özeleştirisi gibi idi. Sanki bu özeleştirinin altını çizmek ister gibi ABD oligarşisi kirli tarihinde de bir düzeltme yapar gibi bir siyahı başkan seçmişti.
Obama sosyal hayattaki gerilimleri yumuşatmak, Bush’un “önleyici savaş stratejisinin” yol açtığı sıkıntıları bir ölçüde telafi etmek için içerde reform, dışarıda adım adım müdahaleleri sınırlama ve esas olarak da yerel güçler üzarinden bir denetim yaratarak dünya ABD gerilimlerine son vermeye ve yeni gelişen alternatif Şangay İşbirliği Örgütünün etkinliğine karşı Asya-Pasifik projesini geliştirmeye çalışmıştı.
Ama bütün bunlar 80’lerden beri uygulanagelen neoliberal talan politikalarının yarattığı sınıfsal gerilimleri ve iktisadi krizi aşmaya yetmedi. Dünyadaki gerilim kısmen düşürülürken içerdeki gerilimler gittikçe denetlenemez boyutlara ulaşmaya başladı.
Avrupada ortaya çıkan neoliberalizme muhalefetin ürettiği ırkçı, milliyetçi politikalar hemen hemen aynı nedenlere dayanarak ve Avrupadaki gelişimden güç alarak ABD’de de ifadesini buldu ve ırkçı, faşizan renkler taşıyan Trump retoriği yığınlar arasında geniş bir destek kazandı. Aslında Obama döneminde atılan geçiş adımlarının daha radikal bir biçimde tamamlanması, Bush’un “önleyici müdahale doktrininin” açtığı belalardan iyice uzaklaşılması için daha radikal bir seçeneğe ihtiyaç vardı. Ama bu radikallik elbette ki, sermayenin çıkarlarına dokunan değil tersine bir doğrultuda olmalıydı. Her ne kadar kendi partisinin eliti içerisinde bile tuhaf karşılansa da bu anlamda Trump, kendisi bir kapitalist olarak beklenen radikalliğin sapmasının da sigortasını oluşturmaktaydı.
Yeni türden bir neocon
Trump bilinen türden bir neo liberal ya da neocon değil. Birçok yönüyle o daha çok İtalya’nın Berlusconi’sine benzetiliyor. Ama asıl özelliği neoliberalizmin baş avukatı, neoliberalizmin el kitabı “Özgürlüğün Anayasası”nı yazan F. Hayek’in “herşeyi keyfince yapma imkanlarına sahip olan” “bağımsız” bireyini temsil ediyor. Onun için de, sanki yeni bir hikaye anlatıyormuş havasını yaratan bu abuk sabuk adamı sermaye hemen tanıdı ve onun “bağımsız” davranış kalıplarının içini kendi istekleriyle doldurabileceğini iyi gördü. Krizin gittikçe daha fazla ayağa kaldıracağı yığınların denetlenmesinde gerekli olacak güvenlik devletini de “elitlere karşı özgürlüğün savunucusu” olarak hayata geçirebilecek pervasızlıkta biri olduğuna da kuşku duymadı. İkiz kulelere yapılan saldırıyla temellenmiş olan ve şimdi de el Kaide-IŞİD ve uzantıları etrafında gelişen terörün yarattığı güvenlik ihtiyacını başarılı bir biçimde yığınların baştırılmasının aracı kılabileceğine güvenleri geldi.
Bir reality show artisti de olan Trump kim bilir kazanamayacağını düşünüp olmayacak ne varsa söylemekte bir mahzur görmedi. Irkçı, cinsiyetçi, bencil bir dil kullanarak reklamın kötüsü olmaz inancıyla sürekli kendisinden söz ettirmeyi başardı. Ama şimdi bu ortalığa saçtığı bütün pislikleri başına geçeceği ABD devlet aparatına yedirmesi hiç de mümkün değil. Bu nedenle kulaklarının dört açıp egemen sınıfın nasihatlerine dikkat etmesi gerekiyor. Ve o da bunu iyi yapacağını daha ilk konuşmasında ve Obama ile olan görüşmesinde başarıyla ortaya koydu.
Seçimi Trump kazanmadı Clinton kaybetti!
Trump’ın Başkanlık seçimini kazanmasıyla Cumhuriyetçiler adına muazzam bir başarıdan bahsedilmesine karşın Demokratların fiyakasının seçmenleri nezdinde ciddi bir biçimde düşmesinin ötesinde ABD halkının oy verme alışkanlıklarında önemli bir değişimin sözkonusu olduğunu, ırkçı, milliyetçi, isolasyonist, cinsiyetçi politikaların çok büyük bir itibar gördüğünü söylemek pek olanaklı değildir.
Seçim günü Edison Research’ün yayınladığı bir anket sonuçları orta ve üst gelir guruplarının ağırlıkla Trump’a oy verirken, bütün hayal kırıklıklarına rağmen, Trump’ın yaydığı dehşet havası karşısında, seçimlere katılmada daha az heyecan duyan alt gelir gurubunun büyük ağırlıkla Cilnton’a oy vereceğini gösteriyordu. Ama yine şu da biliniyor ki, yıkıma uğramış, terkedilmiş kasabalar görüntüsü sergileyen eski imalat sanaayii kentlerinin önemli bir kesimi de, eski sanayileri geri getireceği vaadinde bulunan Trump’a gitti ya da hiç sandığa gitmedi; ve böylece Demokratların 2012 seçimlerinde rahat kazandıkları en az altı federal devlette denge Cumhuriyetçilerin lehine değişerek seçim sonucunu belirledi.
|
|
|
|
|
|
2016
|
|
2012
|
|
Katılım oranı %
|
58.1 0.5
|
|
58.6
|
|
Alınan oylar
|
60,375,961
|
61,047,207
|
60,933,504
|
65,915,795
|
Oy oranı %
|
47.3
|
47.8
|
47.2
|
51.1
|
Kazanılan devletler
|
31
|
20
|
24
|
27
|
Edison Research’ün verdiği rakamlardan oluşan yukarıdaki tabloya bakılınca biraz önce yapılan tespitlerin doğru olduğu görülmektedir:
İki seçim arasında katılım oranları açısından pek önemi olmayacak olan yarım puanlık bir düşüs farkı mevcut. Yani sonuçların karşılaştırılması açısından iki dönem arasında katılım itibariyle bir fark mevcut değil. Buna mukabil her iki partinin adaylarının aldığı oylar önemli farklılıklar arzetmekte.
2012 seçimlerinde Obama’nın 66 milyon oyuna karşılık Clinton’ın aldığı 61 milyon oy büyük bir gerilemeye tekabül ediyor.
Buna mukabil Trump’ın aldığı 60.4 milyon oy selefinin 2012’de aldığı 61 milyon oydan hafifçe geride kalıyor. Yani Cumhuriyetçilerin bir önceki seçime göre ilerlemesi değil hafif bir gerilemesi bile söz konusudur.
Bir başka ilginç nokta ise seçimi kaybeden Clinton’ın kazanan Trump’tan 671.000 oy fazla almış olmasıdır. Seçim sisteminin özelliği bu farka rağmen Trump’ın büyükçe bir farkla kazanmasına yol açıyor. Ancak burada asıl önemli olan nokta bir önceki seçime göre Cumhuriyetçilerin oylarının artmak yerine azalmış olmasıdır. Ne var ki, Demokratların daha çok azalması sayesinde Trump öne geçebilmiştir. Bu noktanın altını çizmek gerekiyor zira, genelde egemen olan yorumlara göre ABD halkı sanki müthiş bir değişime uğrayarak ırkçı, maço, şovenist ve rantiyeci bir kapitalisti seçmiştir. Halbuki oylar göstermektedir ki, eski Cumhuriyetçiler bile bir önceki seçime göre kendi partilerinden 557 bin oyu geri çekmişlerdir.
Ne var ki, bütün bunlar ABD başkanı seçici delegeleri, Kongre ve Senato’da Cumhuriyetçilerin mutlak çoğunluğu elde etmelerinin önüne geçememiştir. Dolaysıyla Cumhuriyetçilerin ve ırkçı Trump’ın kazandığı muazzam bir başarıdan söz etmek yerine, Obama’yla, ABD’nin başına tarihinde ilk kez bir siyahın geçmesiyle yeni bir dönemi başlattıklarını ilan ederek yığınlarda yarattıkları umutların yerle bir olmasının yarattığı hayal kırıklığından, sözde savaşları bitirmek için nobeller alan Obama’nın en az bir beyaz kadar militarist olduğunun ortaya çıkmasının Demokratların önüne getirdiği faturadan söz edebiliriz.
Yeni sağ dalga yükselecek
Elbette bütün bu olup bitenler ABD’de iyi birşeyler cereyan ettiğini anlatmamaktadır.
Neoliberalizmin dünya çapında yarattığı hayal kırıklıkları ve öfkenin sola kanalize olması beklenebilecek iken Avrupa ve ABD’de bunun ırkçı ve faşizan sağa doğru kanalize edilmekte olduğunu gözlüyoruz. Oligarşiler sistemin yıkılması tehdidi ortaya çıkmadan faşizmi iktidara getirmek için özel bir çaba göstermeyecek olsalar da genel politikanın sağda tutulabilmesi için faşizmi gösterip sağ politikaların egemen olması taktiğini faşizmin icadından beri başarıyla uygulamaktadırlar. Sosyalist solun dünya çapında aldığı ideolojik-politik yenilginin etkilerinin hala giderilememiş olması egemen sınıfların bu politik manevrayı kolayca gerçekleştirmelerine olanak sağlamakta ve düzene karşı ayağa kalkmaya niyetlenen yığınların isyan enerjisini sistemi yeniden yapılandırmanın bir aracı olarak kullanmayı başarabilmektedirler.
Genelde sağın bu öne geçişinin ezilen sınıflar açısından bir alarm karakteri taşıdığını da unutmamak gerekiyor. Her ne kadar TC’de böyle bir akıl henüz sağlıklı bir biçimde öne geçmiş olmasa da seçimlerin hemen ardından Trump’a karşı gösterilen tepkiler yığınların ortaya çıkan sonuçları sessiz sadasız kabullenmeyeceklerini ve yalan söylemekte RTE’den hiç geri kalmayan Trump’ın sahte yüzünü sergilemeye kararlı olduklarını göstermektedir.
Ancak, nasıl Birleşik Kırallık’ta brexit ulusal devlete daha sıkı sarılma rüzgarının gücünü göstermişse, bunun Atlantiği aşıp neoliberalizmin yarattığı sorunların altında ezilen Amerikalı kitlelerin bilincinde de bir etki yaratmış olduğunu göz önünde bulundurmak gerekiyor. Şimdi yükselen bu dalganın yeniden dönüp Avrupa’daki benzer hareketleri yüreklendirmesi kaçınılmaz bir sonuç olacaktır.
Ortadoğu’da muhtemel değişimler
ABD Genişletilmiş Ortadoğu Politikasını (GOP) başlattığında bölgeye yeni bir nizam getireceğini, bunun demokratik olacağını ilan etmişti ama getirdiği tüm böylgeyi sonu gelmez bir savaş arenasına çevirmek oldu. Libya’dan sonra saldırdıkları Suriye’ akıllarının başlarına gelmesine yardımcı oldu. El attıkları her yer bir viraneye dönüyor ve ardından istikrar değil denetlenemez sonuçların üremesine uygun bir ortam ortaya çıkıyordu. Irak, Mısır, Libya ve nihayet Suriye’de diktatörlükleri yıkacağız derken geride gittikce yayılma eğilimi gösteren savaşın taşıyıcısı örgütlenmeler kalıyordu. ABD nihayet Suriye’de bir adım geri atmak ihtiyacını duydu. Zira burada da rejimin yıkılması demek, tam Libya benzeri bir manzaranın ortaya çıkması anlamına geliyordu.
Bölgenin talanı konusunda hevesleri ayaklandırılan ve taşeron olarak GOP’a eşbaşkan yapılarak onore edilen RTE patronları kadar hızlı davranamadı ve bölgenin de ülkenin de felaketi haline geldi. Bunun sonucu denklemin dışına atılmak ve Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak oldu. Büyümeye çalışırken küçülme riskiyle yüzyüze gelen RTE 7 Haziran seçimlerinin de yarattığı panikle tüm gücünü toplayıp Kürdistan üzerine yürüdü. Esad’ı kendi halkını topa tutmakla lanetlerken Kuzey Kürdistan’ın kentlerini topa tutup yerle bir etti. Rojava’yı İslam Devleti ve El Nusra’ya havale etti ama sonuçta gördü ki, onların yapabilecekleri bir şey yok; o zaman kendisi Rusya’dan özür dileyip, tazminatlar ödeyip, Suriye politikasını değiştireceğinin sözlerini vererek yeniden denklemin içine girdi. Ama asıl patronu yine de ihtiyatlı davrandı ve onu ne Rakka ne de Musul operasyonlarına bulaştırmadı. Suriye’de girdiği alanla sınırlanmak zorunda kaldı. O kadarla kalsa iyi, Suriye ve Rusyla ikinci kez TC uçaklarının Suriye semalarında uçmalarını yasakladı. Derinlere gittikçe “fırtına öbüsleri” yetmez oldukça, hava desteği daha büyük bir zorunluluk haline geliyor.
Clinton’ın seçimleri kazanması durumunda tam olarak neler cereyan edecekti kestirmek zor olsa da, onun Suriye’de varolmaya devam etme konusundaki hevesi Kürtlerin konumlarını en azından korumalarının da güvencesini oluşturacaktı. Ne var ki Trump’ın Kürtlerin lehine ettiği övücü laflara rağmen Suriye sorunun çözümünü esas olarak Rusya’ya havale etmeye niyetli görünmesi, ABD’nin orada desteklediği örgütler hakkında ettiği aşağılayıcı laflar ve Esad’la birlikte bir çözüm peşinde olması ABD’nin artık Kürt faktörünü eskisi gibi görmeyeceğini akla getiriyor. Böyle bir durumda RTE’nin artık Esad konusunda itirazlarda bulunmak ve terör örgütlerini beslemeye devam etmek yerine, çoktan devrede olan “Suriye’nin toprak bütünlüğü” formülasyonuna yaslanarak Kürtlere karşı bir cephenin oluşturulmasına gitmeye çalışacağını beklemek gerekiyor. Kürtlere karşı tutum sözkonusu olduğunda tüm sömürgecilerin ortaklaştıkları tarihsel bir hakikattir. Geçen yıl Cezayir’de sömürgeciler arasında yapılan bir toplantıyla bunun ilk sinyallerini vemişlerdi.
Suriye böyle ele alınabilecek olsa da Trump’ın tüm “Amerika’ya çekilme” söylemine rağmen bunun nispi bir ifade olduğunu, emperyalist bir ülkenin geriye çekilmeden bahsetmesinin yeni bir saldırının hazırlığı olacağını akılda tutmak gerekir. Zaten Trump bunun işaretlerini de vermiyor değil. İran ve Çin Halk Cumhuriyetini sınırlama konusunda ettiği laflar yeni savaşların patlayıcı maddelerini oluşturuyor. Bu nedenle geri çekilme lafının somut durumlara göre aynı zamanda saldırı anlamına geleceği bunun için de dünya petrolünün ve gazının yarısının bulunduğu Ortadoğu bölgesinden bütünsel bir çekilmesin sözkonusu olamayacağını akıldan çıkarmamak gerekir.
Dolaysıyla bölgede emperyalistlerin kendi aralarında ve yerel güçlerle olacak olan ilişki ve çelişkiler Kürtlerin bir bütün olarak izole edilmesine imkan vermeyecek, o çelişkilerin kendileri yeni imkanların da yaratıcıları olacaktır. Ayrıca Trump direksiyonun başına 20 Ocak’ta geçecek. O zamana kadar, belki eşek, belki de sultan ölür!