Suriye’de Esad yönetimi devrildi. Gözler Suriye’nin yeniden inşasında. Demir, çelik, çimento şirketleri el ovuşturuyor. Müteahhit firmalar sahaya girmek için sabırsız. Türkiye burjuvazisi ve Suriye ortaklı şirketler büyük pazara açılmanın heyecanı içindeler. Peki, Suriye ekonomisi ne durumda?
HTŞ’nin ajandasında serbest piyasa ekonomisi var
Suriye’de geçiş hükümetinin Başbakanı Suriyeli sığınmacılarına dönüş çağrısı yaptı. Fakat kasa tamtakır görünüyor. Geçici başbakan El Beşir şöyle diyor: “Hazinemizde sadece neredeyse hiç değeri olmayan Suriye lirası var. Bir ABD dolarının karşılığı bizim para birimimizle 35,000. Hiç dövizimiz yok, krediler ve tahviller için de hâlâ veri topluyoruz. Yani mali açıdan çok kötüyüz” (Ekonomi gazetesi / 12-12-2024). Suriye’de siyasi istikrar sağlanmış değil. Nasıl bir geçiş olacağı tam olarak bilinmiyor. Demokrasi yakın zamanda ufukta görünmüyor. Dış müdahalelerin yanı sıra iç çatışma olasılığı da geçmiş değil. Bütün bunlarla birlikte halkın önünde çok ciddi bir “yoksulluk savaşı” duruyor.
Suriye sahasından çekilen Rusya ve İran yeni yönetimin önüne fatura koymaktan çekinmeyecek. On üç yıllık savaşı kastederek, “Sahada bedel ödedik” diyen devletler de tazminat talep etmeye başlayacak. Suriye savaş faturasının üzerinden bir nevi post-kapitülasyon yaptırımlarla yüz yüze. Ekonomik olarak dışa bağımlılık ağırlaşacak. HTŞ’nin görevlendirdiği El Beşir ve cihatçı yönetimin ilk elden açıklamaları, batı kapitalizmine entegre olacak ekonomik bir modele işaret ediyor. Serbest piyasa ekonomisi kılavuz oldu bile.
Eski Şam yönetimi ekonomik, siyasi, birçok bakımdan çökmüş, çözülmüş bir yönetimdi. Yine de ekonomik koşullar bu kadar kötü değildi. Örneğin, 2011 savaşı öncesinde, Hatay Halep arasında dolmuş, taksi trafiği vardı. Türkiye’den giden otomobiller bagajı ucuz şeker, çay vb. ürünlerle doldururdu. Halk genel olarak varlıklı olmasa da petrol, gaz, konut ucuzdu. Eğitim ve sağlık neredeyse ücretsizdi. O günler artık çok gerilerde kaldı. Türkiye’ye sığınan birçok mülteci de bunu doğrular. “Geriye dönüş” sürecinin konuşulduğu şu günlerde Suriye’de hayat çok pahalı. Ayakta durmak zor, konut sorunu büyük ve şehirler yıkık. Altyapı çökmüş durumda, elektrik erişimi sınırlı, temel gıda ürünlerini bulmak kolay değil.
Suriye’nin yeniden inşası için yapılan hesaplamalar asgari 400 milyar dolara işaret ediyor. Buna altyapıyı eklediğinizde rakam 1,5 trilyon dolara yaklaşıyor. Savaş yılları boyunca ekonomik kaybın 11 trilyon dolar olduğu tahmin ediliyor. Savaşın ilk kaçanları sermaye sahipleriydi. Dolayısıyla savaş yurt dışına büyük sermaye transferiyle sonuçlandı. Öyle ki, sadece Türkiye’de 10 bin civarında Türkiye-Suriye ortaklı şirket faaliyette bulunuyor.
HTŞ koalisyonunun görevlendirdiği geçici hükümet, yabancı yatırımcılara davetiye çıkarmakta gecikmedi. İsrail de dâhil olmak Batı kapitalizmine, Körfez Arap sermayesine kalkınma ve ekonomik işbirliği çağrıları yapılıyor. Sığınmacıların ülkeye çağrılmasını da savaştan kaçmış yerli sermayeye çağrıyla birlikte düşünmek lazım. Elbette geri çağrılan göç nüfusunun ana kitlesini diasporada proleterleşmiş mülteciler oluşturuyor.
Suriye’ye 400 milyar gelir mi? Kısa zamanda olmasa da gelebilir. Fakat kimse kimseye karşılıksız para vermez, karşılıksız yatırım yapmaz. Kapitalist kalkınma bir koyup üç almadıkça bu adımı atmaz. Bu nedenle her yatırım maksimum kar ve Suriye ekonomik pazarında hâkimiyet için yapılacak. Tekeller arasında büyük bir rekabet yaşanacak. İnşa, yatırım ve kalkınmanın faturası ise önce yapıcı emek gücü olan işçilere çıkacak. Devasa inşaat alanlarında, büyük işçi kamplarında, hem yerli hem de yabancı işçiler belirecek. İş cinayetleri belki haber dahi olmayacak. “Ülkenin yeniden kalkınması” için işçilere fedakârlık çağrıları yapılacak. İtiraz, mücadele ve sendikal örgütlenme arayışları cihatçı baskı altında ne kadar mümkün, bu da tartışılır. Zira Afganistan’da Taliban hükümetinin ilk icraatı sendikaların kapısına kilit vurmak olmuştu. HTŞ’nin çalışma ekonomisine dair bagajında “kafala” sistemini görürsek şaşırmayalım. Suudi Arabistan’da prototipini gördüğümüz bu çalışma modeli esas olarak işçilere patron kefilliği dayatıyor. Patron kefilliği temel kanun olduğu için, itiraz eden işçi tazminatsız sınır dışı edilebiliyor. Yani iş hukuku sizlere ömür, işçi-işveren anlaşmazlığında iş mahkemeleri bulmak mümkün değil. Yerine şeri hükümlerin geçerli olduğu kadı mahkemeleri karşınıza çıkıyor. Süreç içinde ne olur, göreceğiz.
Bununla birlikte ağır vergiler yoluyla Suriye halkları yıllarca süren borç yükü altına sokulacak. Suriyeli bebekler dahi borçlu doğacak. Savaşta dahli olan, kentlerin yıkılmasına vesile olan devletler, borçlu olmaları gerekirken alacaklı olacaklar. Bu denklemi değiştirecek siyasal, ekonomik bir program ise mevcut yönetimin ajandasında yok.
Geriye dönüşü bile fırsat bildiler
Suriyelilerin geri dönüş ihtimali Türkiye burjuvazisinde paniğe neden oldu. İşgücü kaybına işaret eden patron örgütleri ucuz ve güvencesiz göçmen emeğini kaybetmekten şikâyetçi. “Dönseler etkilenmeyiz” diyenler de var. Onlarınki de bir başka kurnazlık. Çünkü dönecek Suriyeli işçilerin yerini “ekonomik teşvikler” ve “kurtarıcı fonlar”la dolduracaklarından eminler.
Resmi verilere göre Türkiye’de 108 bin civarında Suriyeli işçi çalışıyor. Bunlar çalışma izni olan, kayıtlı işçiler. Kayıt dışı, sigortasız çalışan/çalıştırılan işçi sayısı ise 2 milyona dayanıyor. Göçmen emeği içinde çocuk işçilerin sayısı da az değil. 2011’de başlayan Suriye savaşı ve göçünden bu yana korkunç bir işçi sömürüsüne tanık olduk. İş cinayetlerinde yüzlercesi can verdi. Kan parası teklifi dışında hukuken aileler tazminat bile alamadı. Suriyeli işçiler göç serüveni boyunca sömürüye maruz kaldılar. Şimdi tersine göç gündemde. Müktesep haklar konuşulmuyor bile. Kaldı ki, patronlar tersine göçün emekçilerini de sömürmek için hazırlıklara başladı. Bir taşla birkaç kuş vurmak konusunda epey tecrübeliler.
Türkiye’deki Suriyeli işçiler daha çok tekstil, ayakkabıcılık, inşaat, tarım ve hayvancılık işkollarında çalışıyor. Yapılan açıklamalara bakılırsa en büyük panik tarım ve hayvancılık sektöründe. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) üyesi Malatya Genç Girişimciler Kurulu Başkanı Abdurrahman Baydemir bakın ne diyor: “Şu anda Türkiye’nin ağır iş yükünü benim gördüğüm kadarıyla Suriyeliler çekiyor. Sanayi sektöründe olsun, tarım sektöründe olsun, tamamen, mesela şu anda besicilik yabancı ülkelerden gelen personellere bakıyor. Yarın onlar gittiği zaman işçinin de maliyeti artacak” (Cumhuriyet 12-12-2024). Bir itiraf değil mi bu? Ayrıca kayısı üretiminde de işin yükünü Suriyeliler çekiyor.
Küçük ve orta boy işletmelerde de sıkıntılar baş göstermiş. CNN Türk’e konuşan “iş insanı” durumu şu cümlelerle açıklıyor: “Yabancılar gitsin, yabancılar gitsin dediniz. Aha yabancılar da gitti… Kaldık 2 kişi. 1, 2, 3, 4, 5… 5 tane makine boş. 5 tane yabancı gitti. Mallar da elimde kaldı. Ben kimle dikeceğim şimdi? Yabancılar gitsin dediniz, gitti. Ne olacak? Tekstil de bitti”. Fakat patron örgütleri o kadar uyanık ki, bu durumu dahi fırsata çevirmenin yolunu bulmuşlar. Öyle ki, Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği (TGSD) Başkanı Ramazan Kaya “Sektörde işçi eksiği değil fazlalığı söz konusu. Yani yılbaşından itibaren bir miktar işçi çıkarma olacaktı. Dolayısıyla Suriyeli işçiler giderse işverenin eli rahatlar” diyebiliyor. Bu beyan 2025’te kitlesel işçi kıyımının itirafı sayılmalı. Suriyelilerin dönüşü, ekonomik daralma ya da işçi kıyımında yaşanacak sancıyı azaltmak için fırsat görülüyor. Peki, çalışmaya devam edecek yerli işçiler sosyal refaha kavuşacak mı? Hak getire.
Fırsatçılık burada kalır mı hiç? Gama İplik Yönetim Kurulu Başkanı Zafer Kaplan bakın ne diyor: “Tahminlerimize göre kayıtlı ve kayıt dışı toplam 2 milyon Suriyeli çalışıyor. Türkiye’de yüzde 10 işsizlik var. Tüm Suriyeliler gitse işgücünün yüzde 8’ine tekabül eder. Ülkemizdeki işsiz insanlar bu açığı kapatır. İnsanımızı işgücüne kazandırmak için çalışmalıyız. Bu sorunun çözümü için kıdem tazminatı fonu kurulması gerekir. Fonla, hem tazminat almak için insanlar işten ayrılmaz, hem işsizlik seviyeleri düşer, hem de devletin kasasına yıllık 25 milyar lira girer” (Sabah / 11-12-2024). Hikâye odur ki, Suriyelilerin geri dönüşünü imkâna çeviren patron örgütleri, işçilerin koruyucu kalkanı olan kıdem tazminatına göz koymuşlar. Kıdem tazminatı yükü ise kurulacak fon sistemi üzerinden kamu kaynaklarına yani halkın üzerine yıkılacak. İşsiz milyonlar için de durum değişmeyecek.
Bitti mi? Bitmedi. Stratejik Derinlik fikriyatının mimarı Ahmet Davutoğlu 2014 yılında Gaziantep ile Azez arasında serbest ticareti ve serbest işgücü transferini öneren bir “serbest bölge” modeli ortaya atmıştı. Tedavülden kalkmış gibi görünen bütün bu önermelerin OSB patronları tarafından güncellenmesi işten bile değil. Şirket CEO’ları harıl harıl dersine çalışıyor olmalı.
AB Komisyonu Başkanı Von Der Leyen’i de atlamayalım. Zira Türkiye ziyaretinde gündem sadece mültecilerin deport edilmesi olmayacak. AB tekelleriyle birlikte Suriye sahasına yatırım ortaklığı diye bir gündem de var. Ki, mülteci işçi emeğinin Suriye sahasında değerlendirilmesi Avrupa’nın ajandasına çoktan yazıldı.
“Dönüş akını”
Egemen medyada büyülü bir kampanya yürüyor: “dönüş akını”. Manşetler boy boy. Oysa göç çalışan ve hak savunucusu akademisyenler “akın” terimini sevmezler. Çünkü “göç akını” denen şey göçmenleri ötekileştiren, öcü gibi gösteren ve onları sınırlara dayanmış istilacılar olarak damgalayan dışlayıcı bir tanımlamayı ifade eder. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı da bu tür kavramlardan beslenir. Şimdi bu kavram, tersine göç sürecinde yeniden karşımızda.
“Dönüş akını” Suriyelilerin akın akın geriye döndüklerini, gitmeyenlerin neden bu akıma kapılmadıklarını sorgulayan yeni bir dışlayıcı unsur olarak kullanılıyor. “Akın” derken hep yoksullar kastediliyor ama bu “akın” içinde sermayenin savaş fırsatçılığı gözden ırak tutuluyor. Özetle patron kulüpleri, mülteciler gelirken de dönerken de kendi sermaye birikimleri için göçmen emeğine göz koyuyor.
İşin en vahim yanı, sürekli ve hiç durmadan patron örgütleri konuşuyor. Emek örgütleri ve sendikalar barışa, demokrasiye, göçmen emeğine ve işçi haklarına dair söz kurmadıkça bu tablo değişmeyecek gibi. Göç yollarında proleterleşen, uzak diyarlarda aynı tezgâh başında çalışan Arap, Kürt, Türkmen ve diğer halklardan emekçiler için “enternasyonalizm” demek bu kadar zor olmamalı.