Birkaç yazıdır Amerikan liberallerinin ve sağının sefaletini anlatıyorum. Artık sıra solda.
Batı solu 1960’lardan sonra, haklı sebeplerle başlamakla birlikte, kendini tüketen ve istemeden insanlığı da felakete sürükleyen bir yola girdi. Bu yolu iki üç cümleyle tarif etmek zor. Ama “Her alanı siyasallaştırırken hem yüzü çoğunluğa dönük siyaset biçimlerinden hem bazı temel alanlardan uzak durma” şeklinde özetleyebiliriz.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının sisteme entegre olmasıyla birlikte, radikal sol önce sırtını sendikalara ve (sosyalist ve komünist) partilere döndü. İşçi sınıfı dışındaki kuvvetlerle kapitalizmin sonunu getirme arayışına girdi. 1970’lerle birlikte ise, “Sınıfsal sömürünün tüm kötülüklerin anası olmadığı” keşfedildi. Her toplumsal hareket kendi alanında değerli (ve neredeyse “yeterli”) görülmeye başlandı. 1990’ların sonunda kapitalizm karşıtlığı yine sahneye çıksa da, kapitalizm bir dizi hakimiyet zincirinin sadece bir halkası olarak algılanmaya başlandı.
Bu algıların teorik olarak ne kadar isabetli olduğu ayrıca tartışılır. (Kendi adıma konuşacak olursam, bir sosyolog olarak kuramsal geçmişim bu eğilimlerle kesişiyor. Şu andaki duruşum dahi bunların toptan reddi değil).
Fakat sorun sadece teorik değil, pratik. Liberalizmin daha solunda duran sol hareketler, pratiklerinin merkezinden uzaklaştırdıkları işçi sınıfının ve partili, sendikalı siyasetin yerine somut bir manivela koyamadılar. Bu durum, üç büyük temel soruna yol açtı:
1) Siyasetin çoğunluğa yönelik biçimleri, neredeyse tamamen merkeze ve sağa bırakıldı. Buna istinaden merkez kendine “sol” demeye başladı. “Sol” kavramının içi boşaldı, anlamı unutuldu. Siyasette sol bir odağın yokluğunda, her on yıl, hem merkez hem sağ daha da sağa kaydı.
Radikal solun ana stratejisi, toplumsal hareketler vasıtasıyla merkezi sola çekmek oldu. Bazı konularda işe yarayan bu strateji, ekonomik ve sınıfsal konularda çoğunlukla uygulanmadı, uygulandığı oranda da başarısız oldu.
Siyasi merkez (toplumun gözünde bunun adı “sol”), çoğunluğun meseleleriyle ilgilenmeyen, sadece azınlıkların haklarını savunan “bir avuç elit” olarak görülmeye başlandı. (Bazı sol-popülist partiler buna bir istisna. Onların niye çuvalladığı başka bir yazıya kalsın).
2) Başta akademi ve medya olmak üzere bazı yerleşik kurumlarda gücü artan sol, kültürel konular dışında sistem üzerinde baskı oluşturma yeteneğini kaybetti. “İktidarlar”ı eleştirirken, kendini güçten etti. Yüz elli yıl boyunca, geniş kitlelerin sisteme karşı en büyük kozu üretimden gelen güçlerini kullanmaktı. İşçi sınıfının sol ideoloji ve siyasette marjinalize edilmesiyle, “sol” addedilen güç biçimleri çoğunlukla kültürel elitin elinde temerküz etti.
Bu gidişe tek büyük istisna olan kitlesel ayaklanmalar, kısa vadede umut yarattıysa da bir “güç” odağı haline gelemedi. Saldıkları korku, sağ reaksiyonu güçlendirdi.
3) Sol hem pratikte “genellenebilir” alternatifler üretmeyi bıraktı, hem alternatif bir gelecek ufku yaratmaktan çekinmeye başladı. Burada konu yine işçi sınıfına geliyor. Partileri ve sendikaları giderek sistemin bir parçası haline gelen proletarya, nadiren de olsa “şûra” gibi toplumsal oluşumlar yaratarak, yepyeni bir geleceğin bugünden başlayarak kurulabileceğini gösteriyordu yirminci yüzyılda. Sınıfsal siyasetin gerilemesiyle, içerik olarak zengin ve ilginç alternatif pratikler üreten hareketler oldu olmasına ama, bunların hiçbirisi “şûralar” gibi toplumun geneline yayılabilecek potansiyele sahip değildi.
Bu üç marazdan dolayı sol, ciddiye aldığı mesele ne olursa olsun, o konuda çözüm de üretemiyor, çoğu durumda bir talep de dayatamıyor. Kültürel kurumlarda ve elit mahallelerde küçük alanlar kapsa da, ulus çapında merkezin ürettiği çözümlere mahkum oluyor.
***
Ne kimlik siyasetleri, ne sol-popülizm, ne sol entelijensiyanın kültürel sermayesi, ne halk ayaklanmaları, ne de küçük çaplı “alternatif hayat” deneyleri kendi içinde “kötü” ya da “iyi.” Mesele, bunların ayaklarının yere sağlam basıp basmadığı, “büyük insanlık”ı daha iyi bir yere götürüp götürmediği. Mesele, solun ciddi bir kesiminin bunları umursamaması.
Tablonun en ürkütücü kısmı da gerçeklikten kopukluk.
Şu anda (Amerika’da solun kalesi sayılan) San Fransisko etrafında, küçük yaşam alanlarında, liselerde, üniversitelerde bunu birebir yaşıyoruz. Ülkenin geri kalanından aldığımız duyumlar da farklı değil. Kendi meselelerini herkesin meselesi zanneden sol, Trump zaferinden gerekli dersleri çıkarmak yerine, kırk yıldır yapmakta olduğunu daha da keskin biçimde yapmaya hazırlanıyor.
Bu rotayı değiştirmeye çalışan, Trump’tan dolayı paniğe kapılmak yerine başta işçi sınıfı olmak üzere geniş kitleleri sabırla örgütlemeye, solun (örneğin kimlik siyasetleriyle ilgili) diğer meselelerini de çoğunluğun yaşamı temelinde yeniden tarif etmeye çabalayanlar da var. Bu girişimler önümüzdeki yıllarda gerekli mevzileri kazanamazlarsa, sadece sol değil, ülkenin çoğunluğu geri dönülemez bir uçuruma sürüklenecek.