Cengiz ONUR yazdı: Kapitalizm sadece dünya halklarının değil aynı zamanda doğanında muazzam bir tahribiyle meşgul. Korona virüsünün bu kadar rahatça insana sıçrayabilmesi aslında bu tahribin bir ifadesi, bir semptomudur.
Aylardan beri, bütün dünyaya yayılan salgının ortasında, Korona virüsünün yarasalar üzerinden nasıl ortaya çıktığı ve insana sıçradığı ve ardından Pandemi haline dönüştüğü konusundaki yazıları, röportajları izliyoruz. Konu; aktüel CoVID-19’un (Corona virus disease 2019/ SARS-CoV-2), kısaca Korona olarak tanımlanan virüsün hangi kaynak(lar) üzerinden, neden ve hangi koşullarda insanlara bulaşabildiğinin ayrıntısına gelince, sorun ilkelce ve basmakalıp bir şekilde Vuhan’daki balık ve yabani hayvan pazarına indirgenmektedir. Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) dışında, özellikle batılı ülkelerde popüler olan bu indirgemeye göre suçluların birisi hemen bulunmuştu: Alışılmamış ve kabul edilemez mutfak geleneğine ve damak tadına sahip olan Çinliler! Bu ilkel ve basmakalıp, ırkçılık da içeren indirgemelerdeki diğer sanıklar ise Vuhan’daki sofralarda tüketilen yarasa, Misk kedisi, Pangolin gibi yabani hayvanlar. Böylece on yıllardan beri süper bir güç olmaya doğru hızla ilerleyen ÇHC’ne karşı emperyalist rekabetin “sarı tehlike” gibi ırkçı kavramlarla harmanladığı düşman tablosuna Korona virüsü sayesinde yeni eklemeler yapma fırsatı doğdu. Dünyaya hâkim kapitalist sistemde kamuoyunun bilincini manipüle ve fethetmekte, yanıltmada nasıl bir seviyeye gelindiğini, hangi olanakların kullandığını görüyoruz.
Son haftalarda da Trump ve Avrupalı müttefiklerinin ÇHC’nin biyolojik bir savaş denemesi içinde olduğuna dair yaptığı suçlamalar ve varsayımlar (bunu ima eden emperyalist ülkelerde sanki biyolojik savaş yürütme programları yokmuş gibi!), bu virüsün Vuhan’dan değil ülkenin daha güneylerinde olan bir mıntıkadaki laboratuvardan ortalığa yayıldığı ve hatta bunun kasıtla bile yapılabileceğine dair spekülasyonlar hala medyaya hâkim. Bu doğrultuda ortak düşman ÇHC oldu mu kendi aralarındaki it dalaşını ertelemeyi tercih eden emperyalist güçler, şaklabanlık, şov ve kabadayılık karışımı bir seviyede twitter üzerinden dünya liderliğini elinde tuttuğunu sürekli vurgulayan rezil bir tipin peşine takılarak ÇHC’ne karşı şimdilik ortak bir tavır içindeler. Planlı, stratejik olarak yürütülen bu medyatik taarruzun içerisinde birçok hedef ve niyet yatmaktadır. En önemli hedeflerden biri elbette kendi ülkelerinde Korona virüsünün nasıl olur da böyle muazzam boyutlarda insani ve ekonomik tahribe yol açtığını gösterebilen nedenleri saklayabilmek, bu konudaki dikkatleri dağıtmak ve suçu başkalarına atabilmek. Genelde bütün dünyada, özelliklede ABD’de, kapitalizmin azgınlaşmış bir özelleştirme ile sağlık sektörünü nasıl kırıp geçirdiği, var olan sağlık sisteminin toplumun çoğunluğunu korumadığı, insanların yeterli geliri olmadığı taktirde sıhhi açıdan sürekli hayati bir tehlike içinde yaşadıkları, tekrar bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı. Böylece dünyadaki en varlıklı kapitalist ülkelerde bile bu sistemin sürekli sızıntı yapan arızalı lağım borularının, yani sağlık, iş ve bütün diğer yaşam koşullarının, nasıl yüzeye çıkıp patladığını, nasıl bir hasara ve tehlikelere yol açtığını, dünya halklarının ezici bir çoğunluğunun geçinebilme ve yaşam garantisinin nasıl kırılgan ve geçici olabileceğini tekrar görüyoruz. Toplumların en ince kılcal damarlarına yayılmayı başarabilmiş olan kapitalizm sadece dünya halklarının değil aynı zamanda doğanında muazzam bir tahribiyle meşgul. Şu andaki Korona virüsünün bu kadar rahatça insana sıçrayabilmesi aslında bu tahribin bir ifadesi, bir semptomudur.
Korona virüsün haftalardan beri yol açtığı bu gelişmeler, ekolojik ve sosyal krizler gibi, aynı yapısal neden ve sorunlara bağlıdırlar ve bunlar klima değişikliği, doğanın tahribi ve bozuk sağlık sistemi gibi bir bütünün parçalarıdır. Bunların nedenlerini doğayı acımasızca yağmalayan kapitalist üretim ilişkilerinde, neoliberal ideolojide, zengin ülkelerdeki emperyal yaşam tarzlarında aramak gerekir.
Zoonoz kökenli hastalıklar
İnsanlarda yaklaşık %60 oranında görülen enfeksiyon hastalıkları Zoonoz kökenlidir. Son yıllarda yeni ortaya çıkan AİDS, Kuş gribi, Ebola, Zika, MERS ve SARS’ın şu andaki yeni versiyonu olan SARSCoV-2, Zoonoz kökenli bu hastalıkların %75’ini oluşturmaktadır. Bu salgın hastalıkların bir kısmı tropik, ormanlık yörelerde yaşayan yabani hayvanlardan kaynaklanmaktadır. Henüz insanla yoğun olarak karşılaşmamış olan bu hayvanların yaşadıkları doğal ortamların ve ekolojik sistemin tahrip edilmesi, bu yörelerdeki hayvan türlerindeki çeşitliliğin kayıp olmasına ve memeli/omurgalı hayvanlardaki popülasyon dengesinin değişmesine yol açmaktadır. Çeşitliliğin azalması, bir türün daha fazla popülasyona sahip olmasını doğurmaktadır. Aynı yaşam ortamında bir türün sayısının artması ise, bu türün kendi arasındaki temasın yoğunlaşması anlamına gelir ve bu da bulaşıcı bir hastalığın aynı türden hayvanlar arasında daha kolay yayılmasına yol açar. Ayrıca yaşam alanları zorla parçalara ayrılan ve böylece birbirlerinden izole olan bu hayvan popülasyonları içinde yeni virüs türlerinin oluşması ve mutasyon geçirmesi daha da kolaylaşmaktadır. Başka bir sorun da, normal koşullarda birbirleriyle fazla ilişki içinde olmayan farklı türlerin, doğal çevrelerinin yok olmasına bağlı olarak birbirlerine daha fazla yakınlaşmasıdır. Bu ise, farklı cinslerin kendi aralarında virüs alışverişini yoğunlaştırır. Örneğin biyologlar doğal koşulları tahrip edilen ve stres yaşayan yarasaların salya, idrar ve dışkılarında daha fazla virüs taşıdıklarını ve böylelikle diğer hayvanlara birçok virüs çeşidini bulaştırabildiklerini gözlemlemişlerdir.
Yaşam dengesi bozulmuş ve içlerinde yeni virüsler taşıyan bu hayvanlar aynı zamanda kendileri için daralan yaşam alanlarını insanların yaşadığı alanlara doğru kaydırmak zorunda kalarak insanlara daha fazla yaklaşmaktadırlar. Çoğu zaman buna bile gerek kalmamaktadır, çünkü buradaki süreç aslında tam ters istikamette ilerlemektedir. Azgın bir kapitalizmin hizmetinde ve bağrında yaşayan insanlar, devasa yeni tarım alanları açmak, yeraltı yerüstü zenginliklerini, madenleri yağmalamak için ormanları kesip yakıp yok ederek açtıkları yollarla, çarpık olarak kentleştirdikleri yörelerle zaten hayvanların yaşam alanlarına girmektedirler. Bu süreçte insanların bilinmeyen bir virüs ve hastalık taşıyan bir hayvan cinsiyle herhangi bir teması, artık kaçınılmaz ve öldürücü bir tehlike yaratmaktadır. Bunun mutlaka böyle olması gerekmez, fakat olmamasının da bir garantisi yoktur. Elbette zoonos kökenli hastalıklar insanlık tarihinde her zaman vardı, fakat zamanımızda yaşanan durum; bu hastalıkların insana sıçrama sürecine muazzam ivme kazandırmıştır. Hayvanların taşıdığı bir patojenin insana ulaştığı yolun artık çok şeritli büyük bir çevre yoluna, bir oto yola dönüştüğü bir dönemden geçiyoruz. Böyle bir durumda tanımadığı bir virüs ile karşılaşan bir bağışıklık sisteminin programında sorunu nasıl çözeceğine dair bir reçete yoktur ve başlangıçta genellikle savunmasızdır.
Birleşmiş Milletler Çevre Programı kuruluşunun (UNEP- United Nations Environment Programme) Yabani Hayvanlar Dairesinin yöneticisi olan Doreen Robinson şu tespitte bulunmaktadır: “Hayvanlardan insanlara geçen hastalıklar artmaktadır, çünkü dünya hala serbest yaşam sahalarının insanların aktivitesi yüzünden emsalsiz bir şekilde tahrip edildiği bir dönemi yaşamaktadır”. Birçok bilimsel araştırmaya göre zoonoz kökenli hastalıkların ortaya çıkış nedeni doğanın tahribi ve klima değişikliğidir. Bu tahrip ve değişiklik bu hastalıklarla doğrudan orantılı olarak gelişmektedir ve bu yüzden son 30 yılda bu hastalıkların sürekli artması bu perspektifle bakıldığı takdirde daha kolay kavranabilir.
Bu tahribi bilinçli olarak uygulayan kapitalist sistem sayesinde artık her yıl dünya çapında İngiltere büyüklüğünde orman yok edilmektedir. Endonezya’dan Brezilya’ya kadar uzanan, kimisi yüzlerce kimisi de binlerce yıldan beri var olan bu ormanlar bu sistem sayesinde birkaç gün içinde endüstriyel tarım için yakılmakta, kesilmekte ve uçsuz bucaksız tarlalara çevrilmektedir. Ardından bu topraklardaki mono kültürlerde devasa miktarda yetiştirilen bitkisel ürünler dünya piyasasına sürülmektedir. Somutta bu duruma neden olan ve bunu teşvik eden aktörlerden bazıları her zamanki gibi uluslararası alanda faaliyet gösteren tarım ve gıda endüstrisi şirketleridir. Bu çok yeni bir gelişme değil, yani uzun zamandan beri bilinen bir durum. Fakat yeni olan, özellikle son 10-15 yıldan beri ortaya çıkan durum; bu “klasik” piyasalarda artık küresel ölçekte operasyon yürüten güçlü finans kuruluşlarının, bu sektörlerde yatırım yapan çok uluslu şirketlerin, borsalarda milyarları oynatan spekülatörlerin belirleyici rol oynadığıdır.
Bütün dünyada tarım alanlarının azalması ve bu yüzden yeni tarım alanlarının kazanılması, finans sektörü için bu alanların alım-satımında fevkalade fırsatlar yaratmaktadır. Eskiden büyük toprak mülkiyeti bir ülke içinde belli yörelerde geçerli idi. Zamanımız toprak ağaları ise BlackRock Inc. gibi bütün dünyada birçok yöreyi politik ve mali güç ile ele geçirip sınırlar ötesi alanda faaliyet gösteren tekeller, oligarşik finans kuruluşlarıdır. Yöneticilerinin yiyici, dolandırıcı olduğu zayıf ve yoksul 3 ülkelerde bu toprakların ele geçirilmesi “Land Grabbing” olarak tanımlanmakta ve bu uygulama genellikle rüşvetle, tehditle ve zorbalıkla gerçekleşmektedir. Land Grabbing gerçekleştirildikten sonra bu topraklar üzerinde borsa fiyatlarındaki değere göre endüstri bitkileri, bitkisel gıda ürünleri, hayvan yemi veya biyo-akaryakıt üretimine başlanmaktadır. Bu bitkiler ve ürünler fleksibl, yani esnek olarak devreye sokulabildikleri için “Flex Crops“ olarak tanımlanmaktadır.
Sanayi tarımı ve Flex Crops için tahrip edilen Amazon ormanlarından bir görüntü
2011 yılında Birleşmiş Milletler’in bir yan kuruluşu olan Gıda ve Tarım Örgütü FAO’nun (Food and Agriculture Organization) namına Land Grabbing üzerine bir araştırma yapılmıştı. Bu araştırmaya göre Flex Crops, toprakların konsantrasyonunda ve Land Grabbing uygulamalarında bir motor görevi görmektedir. Buna göre az sayıda şirketin elinde yoğunlaşan topraklarda şu üç ürün ekilmektedir: soya, şeker kamışı ve özel palmiye ağaçları. Bu da elbette yeni bir durum değil, fakat uzmanlar burada başka bir duruma dikkatleri çekmektedirler. Bu üç bitkiden fleksibl olarak değişik alanlar için kâr sağlanmaktadır.
Şeker kamışı gıda endüstrisinde önemli bir temel maddedir, kendisinden ayrıca Etanol ve “biyoplastik” de elde edilebilir. Modern rafineriler borsalardan/piyasalardan gelen mesajlara göre hemen programı değiştirip arzulanan başka bir ürünü üretebilmektedirler. Soya’da gıda endüstrisinde önemli bir temel maddedir, bundan ayrıca hayvan yemi elde edilir ve biyodizel üretiminde rol oynayan en önemli bitkilerden biridir. Palmiye yağı ise margarin, çikolata, kızartma yağı gibi gıda maddelerinde ve biyodizel üretiminde merkezi bir rol almaktadır.
Bu çok yönlü uygulamalardan dolayı biyodizel mi yoksa gıda maddesi için mi, akaryakıt deposu mu yoksa tencerenin içindeki yemek için mi Land Grabbing yapıldığı artık belli değildir. Burada kararı veren dünya piyasasında, borsalarda en yüksek fiyatı veren mesajlardır. Böylece kısa bir süre içerisinde milyonlarca ton gıda maddesi dünya piyasasından çekilebilmektedir.
Örneğin böyle bir durum, “Tortilla-Krizi” adı altında Meksika’da patlamıştı. ABD, mısır üretiminin büyük bir bölümünü Meksika’ya ihraç etmeyip Etanol üretiminde kullanmıştı. Büyük tefecilerin/tüccarların spekülasyonuyla kısa bir süre içerisinde Meksika’da önemli ve temel gıda ürünü olan (mısır unundan mamul) Tortilla’nın fiyatı dört katına fırlamış ve yoksul halk arasında ciddi sıkıntılara yol açmıştı. Bu örnekler Flex Crops uygulamalarının sadece doğaya karşı değil, aynı zamanda beslenmeye, gıda maddelerine ulaşabilmeye de nasıl müdahale ettiğini göstermektedir.
Birleşmiş Milletler beslenmeyi bir insan hakkı olarak tanımlar ve bu hak bu uygulamalarla sürekli bir gasp ve tehdit altındadır. Temel gıda maddelerinin beslenmek için değil aksine etanol, plastik, biyodizel veya hayvan yemi olarak üretilebileceğine dünya piyasalarında satın alma gücü kuvvetli olan, zengin kapitalist ülkelerde emperyal bir yaşam sürdüren nüfus karar vermektedir.
İklim krizinden kaynaklanan hastalıklar
Kapitalist sistemin global çapta örgütlediği bütün bu tahriplerin, doğaya karşı uyguladığı azgınca saldırıların ortaya çıkardığı, sürekli büyütüp körüklediği başka bir konu da iklim krizidir. Bu kriz sayesinde dünyadaki ortalama sıcaklık sürekli artmakta ve bunun neticeleri artık dünyanın her yöresinde çoğalan tabiat facialarıyla dolaysız olarak hissedilmektedir. Klima krizinin başında, daha şimdiden, fırtınalarla, sellerle, kuraklıklarla binlerce insan ölmekte, yerinden yurdundan olmaktadır. Her gelen facia bir öncekinden daha sık, şiddetli ve büyük çapta gelişmekte, insanlar aynı Korona krizinde olduğu gibi içinde yaşadıkları koşullar ve dahil oldukları sınıflara göre bundan payını almaktadırlar. Elbette burjuva basını ağırlıklı olarak bu insanların içine düştüğü sefaletle değil, klima krizinin neden olduğu yangınlarla Kaliforniya yamaçlarında villaları yanan şöhretlerin, varlıklı sınıfların dertleriyle uğraşmaktadır.
Dünya nüfusunun yaşantı ve sağlığını bu gibi facialarla doğrudan etkileyen bu klima krizi dolaylı olarak çok daha büyük tehlikeleri içinde barındırmaktadır. Epidemiyoloji uzmanları var olan hastalıkların artan sıcaklık ile yeni yörelere yayılacağını, mutasyondan geçeceğini ve daha tanınmamış/saklı hastalıkların ortaya çıkabileceğini açıklamaktadırlar.
Coğrafi etki
Klima krizi hastalıklar konusunda ilk olarak coğrafi bir etkide bulunacaktır. Bu kriz ekolojik sistemleri kırarak, hastalıkların şimdiye kadar sınırlandıkları yörelerden çıkıp başka yörelere yayılmasını sağlayacaktır. Örneğin, sivrisinekler tarafından bulaşabilen hastalıkların yayılma sahaları henüz sınırlıdır, fakat bu sınırlar klima krizi yüzünden tropik sahaların genişlemesiyle yavaş yavaş kaybolmaktadır. Brezilya’da özellikle iki sivrisinek cinsi tarafından bulaşabilen Sarı Humma hastalığı kuşaklar boyunca Amazon nehrinin/yöresinin derinliklerinde, burada yaşayan, çalışan, seyahat içinde olan insanlar için bir dertti. Fakat 2016’dan beri bu sivrisinekler klimanın değişmesiyle uygun yaşam koşullarına Amazonların dışında da sahip olabildikleri için başka yörelere yayılmaya başlamışlar ve artık 2017’den beri 30 milyon kadar nüfusa sahip olan Sao Paulo ve Rio de Janeiro gibi metropollerin kenarlarına yuvalanmışlardır. Hastalığın yeni yayıldığı bu yörelerde hastalığa kapılanların ölüm oranı %3-8’i kadardır.
Sarı Humma’yı yayan Aedes aegypti sivrisineği
Sarı Humma dünyanın gittikçe ısınmasıyla sivrisineklerin yeni yaşam sahalarına taşıdıkları hastalıkların sadece bir tanesidir ve bu durum aslında pandemik bir seviyededir. Sadece sıtmadan yılda bir milyon kadar insan ölmektedir ve bu hastalığın bulaştığı insan sayısı ve çekilen eziyetler çok daha fazladır. Elbette sıtma; hastalığı yayan sivrisinek için klima açısından henüz pek elverişli olmayan ve kuzey yarım küresinde bulunan zengin kapitalist ülkeleri ve buraların ahalisini henüz etkilememekte ve endişelendirmemektedir. Fakat dünyanın ısınması devam ettiği için bu durum da değişecektir. Dünya Bankası’nın bir tahminine göre 2030 yılında 3,6 milyar insan sıtma hastalığı tehdidi altında kalacaktır. Ayrıca Deng humması (“kırık kemik humması”/İngilizce: Dengue Fever), Chikungunya-Ateşi, Sarı Humma, Zika gibi hastalıkları bulaştırılan sivrisinek cinsleri artık kuzey yarım küresinde, örneğin Avrupa’da da, görülmeye başlanmıştır. Elbette makro seviyedeki bu coğrafi etki kendisini, eğer deyim yerindeyse mikro seviyede de, yani yerel, kentsel boyuttada göstermektedir. Rio, Jakarta, Yeni Delhi gibi dünyaya serpilmiş metropellerin varoşlarında sefalet içinde yaşayan milyonlarca insan; varoşlardan tamamen soyutlanmış olarak lüks sitelerde ve mahallelerde rahat bir yaşam sürdüren zengin bir azınlığa nazaran çok daha büyük bir tehlike içinde bulunmaktadır.
Mutasyon
Klima krizinin bu coğrafi etki dışında doğurduğu ve doğuracağı başka bir etkide hastalıkların mutasyonuyla ilgili. Hatırlanırsa, bundan birkaç yıl önce bir anda bütün dünyada panik yaratan Zika isimli bir virüs ortaya çıkmıştı. Bu virüs bu zamana kadar neden pek tanınmıyordu? Çünkü sadece Uganda ve Uzak Doğu Asya’da görülüyordu ve henüz Mikrosefali’ye, yani doğmamış bebeklerin beyninde nörogelişimsel tahribe yol açmıyordu. Bilim adamları bu hastalığı bugüne kadar hala tam kavrayabilmiş değil. Acaba virüs genetik mutasyonu Amerikan kıtasına ulaşmadan önce mi gerçekleştirdi, yoksa yeni ortama uyarken mi değişti? Veya virüs belki de sadece Afrika’da pek yaygın olmayan, fakat Bezilya gibi başka ülkelerde yaygın olan bir hastalıkla birlikte embriyolarda tahribe yol açmaktadır? Uganda’da hangi çevre koşulları veya yaşanmış bağışıklıklar bu ülkedeki anneleri ve doğmamış çocukları korumaktadır?
Yeni Aktörler
Lyme-Borreliose hastalığı diğer Zoonoz kökenli hastalıklara nazaran yeni ortaya çıkan bir hastalık. 1975 yılında ABD Connecticut’ta Lyme kasabasında yoğun olarak bu hastalığı yaymaya başlayan böcekler klima değişikliğiyle, havanın ısınmasıyla beraber artık dünyanın birçok yöresinde uygun yaşam koşullarına sahip olabilmektedir. Genellikle kene, ender olarak da at sineği ve sivrisinek üzerinden insana bulaşabilen bir bakteri çeşidinin yol açtığı bu hastalığın karakteri hala tam olarak çözülememiştir. Her ne kadar hastalığın en önemli belirtileri bilense de kendisi hala gizemli, bağdaşık olmayan birçok başka semptomlarıyla teşhisi oldukça zorlaştırmaktadır. Teşhisi zorlaştıran başka bir faktör de bu hastalığın birçok başka hastalığın belirtisiyle benzerlik göstermesi. Bu yüzden kendisine “büyük taklitçi” ismi takılmıştır.
Bilimsel konularda araştırmalar yapan gazeteci Mary Beth Pfeiffer, Türkiye, Japonya ve Güney Kore’de 2010 yılına kadar pek bilinmeyen bu hastalığın sayısında ciddi artışların olduğunu yayınladı. Hollanda’da toprakların %54’ü bu kenelerin istilasıyla karşı karşıya. Avrupa’da görülen vakaların sayısı geçmişe nazaran üç kat daha fazla. ABD’de yılda bu hastalığa kapılanların sayısının 300.000 civarında olduğu tahmin ediliyor ve genelde sivrisinek, kene, pire tarafından taşınan hastalıklarda ise son 13 yıl içinde üç katı bir artış var.
Lyme-Borreliose’yi yayan küçücük fakat tehlikeli kene cinsi Ixodes ricinus
Bu böcekler/haşaratlar insana nazaran başka canlılarda çok daha büyük etkide bulunmaktadırlar. Minnesota’da iki binli yıllarda bir kene cinsi sadece on yıl içinde sığın geyiğinin nüfusunu %58’e düşürmüştür ve bazı çevre korumacıları 2020 yılı içinde bu eyalette bu geyiğin soyunun tükenebileceğini hesaplamaktadırlar. New England’da, ABD’nin kuzeydoğu yöresinde, ölen sığın geyikleri ise Borreliose yüzünden değil, kan kaybından ölmektedirler. Her ölen hayvanın üzerinde sayısı 90.000 – 120.000 kadar olan kene bulunmuştur.
Avrupa’nın ve Kuzey Amerika kıtasının sembolik hayvanlarından biri olan Sığın geyiğinin nesli tükenme tehlikesi altında
Donmuş toprak / Permafrost
Klima krizi ve dünyanın ısınması, irili-ufaklı, bilinen-bilinmeyen birçok hayvan cinsinin öldürücü hastalıkları yoğunca taşıyabilme, bulaştırabilme olanağına ve kabiliyetine kısa bir süre içinde erişip “meşhur” olmasına yol açmaktadır ve bu sadece bu yazıda değinilmiş ve değinilmemiş hayvanlara özgü bir özellik değildir. Astronomik sayıda olan mikroorganizmalar ve aslında canlılara dahil olmayan virüsler bu hayvani taşıyıcılar olmadan da muazzam bir tahrip olanağına sahiptirler.
Genelde pandemik tehlikeler üzerine konuşulurken nasıl olur da, başka ve çok daha tehlikeli bir konu üzerine, yine doğrudan klima krizi ve yeryüzünün ısınmasının doğurduğu bir tehlike üzerine hala pek konuşulmamaktadır?
Adına genellikle Permafrost denilen, dünyanın 2%5’ini kapsayan, arktik, buzul yörelerin, donmuş toprakların dünya çapında sürekli yükselen sıcaklık altında erimesiyle beraber yüzlerce, binlerce yıl doğal bir “buzdolabının” içinde kalmış olan, şu andaki insan nüfusunun ve geçmiş kuşakların hiç tanımadığı, astronomik sayıda ve çeşitlilikte virüsler, bakteriler, mikroorganizmalar artık derin uykularından uyanıp aktif olarak yüzeye çıkmaktadırlar. Eriyen buzlu ve çamurlu sulardan oluşan sayısız göl ve derelerde birleşen ve nasıl bir karaktere sahip olduğu ve nasıl bir mutasyondan geçeceği bilenmeyen bu organizmalar Permafrost’un özelliğini ve coğrafyasını sürekli değiştirmeye başlamıştır. Güneydeki sıcak, ılıman, rutubetli hayayı seven patojen taşıyıcılarının kuzey yarım küresine yayıldığı belirtilmişti. Permafrost’daki bu hızlı değişim ve tahrip bu patojenlerin çok daha kuzeydeki bölgelere ulaşabilmesini sağlayacaktır.
Sayga veya Saiga olarakta bilinen ve orta asyada, genellikle Kazakistan’da yaşayan küçük bir antilop cinsi, Mayıs 2015 tarihinde ve birkaç gün içinde kitle halinde ölerek neredeyse tamamen neslinin kaybolma tehlikesiyle karşılaşmıştı. Şimdiye kadar hiç karşılaşılmamış böyle bir fenomenin içinde ve yüzbinlerce Sayga leşi arasında araştırmaya başlayan bilim adamları bir süre sonra suçluyu buldular: Pasteurella multocida adında basit bir bakteri. Fakat garip olan durum, bu bakteri kuşaklar boyunca bu hayvanların bademciklerinde ve teneffüs yollarında var olmakta idi ve bu hayvanlara bir zarar vermeden “masum” bir yaşantı sürdürüyordu. Fakat neden bir anda bu bakterilerin sayısı hayvanların vücudunda patlarcasına çoğalmış ve dalak, ciğer ve böbrekleri tahrip etmişti? Ayrıca enfeksiyon bir hayvandan başkasına sıçramamıştı, çünkü 250.000 km2’ lik bir yörede, Avusturya’nın üç katı büyüklüğündeki bir alanda, birbirinden bağımsız olarak yaşayan 13 sürüde bu ölümler neredeyse aynı anda başlamıştı. Bu fenomeni araştıran bilim adamları sonuçta bu bakterilerin neden aşırı boyutlarda çoğalarak kitlesel ölüme yol açtığını bulabildiler. 1948 yılından beri bu yörelerde ölçülmeye başlanan sıcaklık ve rutubet ilk defa olarak normalin yukarısında bir gelişme göstermiş ve 6 bu durum hayvanların vücudunda bir anda bu bakterinin çoğalmasını doğurmuştu. Bu konudaki araştırmaları ve neticeleri açıklayan gazeteci Ed Yong’a göre “Pasteurella mermi, klima ise tetikteki parmak” idi. 90’lı yıllarda bir milyon kadar olan Sayga antilopların sayısı şu anda 180.000 kadardır ve bu cinsin nesli mafya gibi örgütlenmiş avcı çeteleri ve bir daha gelecek olan klima darbesi sayesinde tükenecektir.
Klima krizi yüzünden nesli tükenecek olan Saiga antilopları
Genelde Kriyosfer ortamdan çıkan/kurtulan organizmaların karşısında bütün canlıların nasıl yeniden konumlanabileceğini, bunların getirdiği tehlikeler karşısında nasıl bir imtihanın verilebileceğini değil bilmek, tahmin etmek bile şu anda çok zordur. Milyonlarca kilometrekareye yayılmış Permafrost’daki sadece gözle bile görülebilir değişim ve tahrip; geleceğin pandemileri için ideal bir ortamı yaratmaya başlatmıştır.
2017 yılında belçikalı biyologlar “Petri kabı içinde geleceğe dönüş“ (1) başlığı altında yayınladıkları bir yazıda 700 yıl buz altında kalmış Ren geyiği dışkısında canlandırdıkları iki virüs cinsinin bitki ve böcekleri nasıl enfekte ettiklerini anlatmaktadırlar. Bundan daha önce fransız biyologlar Sibirya’daki Permafrost’da buzların altında 30.000 yıl donmuş kalan Pithovirus cinsinden bir dev virüsü laboratuvarda canlandırabilmişlerdir. Bu virüs laboratuvar koşullarında önüne yem olarak atılan bir amipi, çoğalabilmek için, hemen enfekte etmiştir. Kuzey Sibirya’da, 2016 Temmuz ayında, bu yörelerde göçebe yaşayan çobanlar arasında bir anda bir şarbon salgını ortaya çıkmıştı. Sibirya’da 75 yıllık bir aradan sonra ilk defa çıkan bu salgında bir insan ve 2300 kadar Ren geyiği ölmüş ve 72 insan hastaneye kaldırılmıştı. Dalak yanığı, antraks veya anthrax olarakta bilinen şarbon hastalığı Bacillus anthracis adlı bakteri sayesince oluşan zoonotik karakterde bulaşıcı bir hastalıktır. İnsanlara genellikle doğrudan hayvanlarla temastan, süt, et, kürk, deri gibi hayvan ürünlerinden ve hatta solunum yolu üzerinden bile geçebilir. Çabuk bulaşabilen şarbon çok hızlı bir şekilde öldürücü özelliğe sahiptir. Bu yüzdende bir çok devlet bu özelliklerinden dolayı şarbonu orduları için biyolojik silah olarak depolamaktadırlar. Sibiryadaki bu son vakada bilim adamları bu salgının 70 yıl önce ölen Ren geyiklerinin leşlerinden bulaştığını tahmin ediyorlar. Şarbon sporları buz altında kaldığı sürece yüzlerce yıl tahrip olmadan bulaşıcı özelliklerini koruyabilmektedirler. Buzların erimesiyle yüzeye çıkan leşlerdeki şarbon sporları, ardından dört hafta kadar süren sıcak hava koşulları ve esintilerle hayvanların otladığı alanlara yayılmış ve böylece salgın için ideal bir ortam doğmuştur. Ayrıca şarbon sporları solucan ve böceklerle de toprak yüzeyine taşınabilirler.
Klima krizi yüzünden Ren geyikleri ve çobanların geleceği tehlike altında olacaktır
Veteriner ve Calgary üniversitesinde profesör olan Susan Kutz, sadece karada yaşayan hayvan cinslerinin tehlikeli mikroorganizmalar taşımadığını belirtmektedir. Kendisi şu durumlara dikkat çekmektedir: “Beringboğazı üzerinden, arktik yörelerden güneydeki eyaletlere göç eden yüzbinlerce kaz vardır. Bunlar bazı patojenleri taşımada kesinlikle potansiyel bir koridor görevi görmektedirler, yani genel olarak bu patojenler birden fazla cinsi enfekte edebilmektedirler. Bu gayet realdir. 2009 yılında Spitzbergen’de uygulanan bir araştırma, kazların İngiltere’den Toksoplazma-Patojenini Norveç’in arktik adalarına taşıdığını ve burada Kutup tilkilerini enfekte ettiklerini göstermişti. Deniz trafiği ve arktik bölgelere doğru yoğunlaşan turizm; patojenler için bölgeye bir koridorun daha açılmasına olanak vermektedir. Eskiden izole olmuş bir arktisten geriye fazla bir şey kalmamıştır.” (2)
Global boyutlardaki sıcaklık artışı, görüldüğü gibi sadece deniz seviyesinin yükselmesine, kasırgaların, tayfunların, siklonların, sellerin, kuraklıkların artmasına, şiddetlenmesine ve uzamasına neden olmamaktadır. Bu sıcaklık artışı ve klima krizi bu sayılan doğa felaketlerine nazaran herhalde çok daha çabuk, fazla ve her birisinin etkisini uzun sürdürebileceği pandemileri ve felaketleri doğurabilme kapasitesine sahiptir.
Permafrost’un erimesi sadece patojenleri, yöresel salgınları ve pandemileri teşvik edebilecek tehlikeleri yaratmamaktadır. Bu erimenin aynı zamanda dünyayı bir metan felaketine doğru sürüklemesi mümkündür.
Devrilme noktası / Tipping -point
Permafrost topraklar son tahminlere göre yaklaşık 1,7 trilyon ton doğal karbonun saklı olduğu yörelerdir. Bütün atmosferdeki karbon miktarı ise yaklaşık bunun yarısı kadar yani 800 milyar tondur. Bilimsel bir dergi olan “Nature Communications”un açıklamalarına göre (3) bu yörelerin erimeye başlamasıyla bakteriler ve mikroorganizmalar binlerce yıl buzlar altında hayvan ve bitki artıklarından oluşan ve serbest kalan karbonu karbondioksite ve metana çevirmektedirler ve bu da sera gazlarının muazzam boyutlarda atmosfere ulaşabilmesini sağlamaktadır. “Sera gazları, sera etkisini destekleyen, atmosferde bulunan ve en çok ısı tutma özelliğine sahip olan bileşiklerdir”. (4) (5) Atmosfere karışan bu sera gazları arasındaki etkiler de farklıdır, örneğin metanın ısınma potansiyeli karbondioksitin 25 katı kadardır.
Son zamanlarda bilim adamlarını dehşete düşüren ve hesapta olmayan bir gelişme de; bazı eriyen permafrost alanlarda karbondioksit ve metanın çok çabuk, bir kaç ay ve sene içinde oluştuğu ve bu tempo böyle devam ettiği takdirde öngörülebilir bir zaman içinde milyarlarca ton sera gazının havaya karışabileceğidir. Bu duruma “Nature“ dergisinde “Bu hiç kimsenin tahmin edemediği bir şekilde hızla gelişmektedir” diyen araştırmacı Merritt Turetsky şu tesbitte bulunmaktadır: “Gerçi bu aniden erime Permafrost yörelerin sadece %20’den az bir kesimini etkilemektedir, fakat buradaki karbondioksit emisyonları klimaya olan mevcut karbondioksit etkisini ikiye katlayabilme potansiyeline sahiptir.” (6) Bilim adamları 2005 yılının yaz aylarında batı Sibirya’da Almanya ve Fransa’nın toplam büyüklüğü kadar olan bir permafrost alanın eridiğine şahit olmuşlardır. Bu gelişme sadece yerel ve yöresel olmayıp, aynı zamanda dünyanın Himalaya, Alpler gibi bir çok yerindeki başka kriyosfer ortamlarda sıcaklığı yükseltmeye başlamıştır.
Metan gazı sadece sadece ısınan ve eriyen yüzeyde bakteri ve mikroorganizmalar tarafından yaratılmamaktadır. Eriyen topraklarda açılan yarık ve boşluklardan binlerce yıl daha derinliklerdeki toprak tabakaları arasında sıkışmış olan eski gazlar da artık yer yüzüne çıkmaktadır. Bu endişe verici gelişmeleri Potsdam’daki Alman Geo-Araştırmalar Merkezinde klima uzmanı Katrin Kohnert önderliğinde araştırmalar yapan bir grup “Nature Scientific Reports” dergisinde yayınlamıştı. (7) Permarost’un ısınması geri-dönüşlü bir ortam yaratmaktadır, yani bu ısınma sürekli buzları eritip sera gazlarını oluşturmakta ve çoğaltmaktadır, bu ise buzların daha çabuk erimesini sağlayan bir sıcaklığa yol açan bir kısır döngüdür. Sonunda patlayacak olan bir saatli bombayı andıran permafrost, klima krizinin büyümesinde aldığı bu önemli rolden dolayı dünya klima sisteminde bir kırılma/devrilme noktası olarak (“Tipping-Point“) tespit edilmiştir. (8) (9) Bu sistemde şimdiye kadar 15 kadar kırılma noktası tespit eden bilim adamları, bu noktaların kırıldığı andan itibaren bir daha geri dönüştürülemeyecek yeni ve hesabı zor gelişmelerin ortaya çıkacağını açıklamaktadırlar.
Göreceli sonuç ve perspektifler
Aynı yapısal ilişkiler sistemi içinde olmasına rağmen korona krizi klima krizinin güncelliğini şimdilik geri plana itti. Korona ve klima krizi bir mermi ise tetikteki parmak kapitalizmdir. Kapitalizm, kendine özgü sınıfsal emek-sermaye çelişkisi içerisinde bu ve başka mermileri yaratan, üreten/çoğaltan ve ateşleyen bir sistem olarak doğdu, gelişti ve sonuçta kendi de dahil Homo sapiens cinsini tümden yok edebilme noktasına geldi.
Artık insanlık, klima krizinin başlıyabileceğinin söylendiği fakat ciddiye alınmadığı 40-50 yıl önceki bir durumda olduğu gibi uçurumun kenarında değil, aksine uçurumdan aşağıya düşmüş durumda. Buradaki detaylar şimdilik halen düşüş halinde olduğu için insanlığın acaba ne zaman dibe vuracağı; bu dibe vuruşun ne kadar çapta derine gideceği; bu düşüşten kimin, kaç milyar insanın hangi koşullar altında kurtulacağı gibi sorular ve buradan doğabilecek cevaplarla ilgili.
Almanya’da basılan ve sermaye çevrelerinin çıkarlarını açıklayan haftalık dergi WirtschaftsWoche kapak resminde Marks’ın ilginç ve gündeme uyan bir resmini basarak „O tekrar geldi“ diye manşet atarak, pandeminin sol pozisyonları tartışmaların merkezine koyduğunu belirtti.
Medyalarda bol bol duyuyoruz, korona krizi yüzünden birçok şey eskisi gibi olmayacakmış. Neler eskisi gibi olmayacakmış? Bunu somut olarak sormak ve cevap almak gerek. Birçok şeyin eskisi gibi olmayacağı iddiası, Berlin duvarının yıkılmasından, SSCB’nin ve yandaş ülkelerinin kendisini lağvetmesinden ve dünya halklarının bunu sosyalizmin iflası olarak algılamasından sonra da, sanki dünya güllük gülistanlık olacakmış gibi, bolca piyasaya sunuldu. Gerçekten dünya eskisi gibi kalmadı, klima krizinin gösterdiği gibi, daha da beter oldu! SSCB ve yandaş ülkelerin sahip olduğu sistemin tarih sahnesinden kaybolmasıyla kapitalizm artık kendine özgü bütün karakterini politik, ekonomik, mali, askeri güçleriyle dünyanın bütün ülkelerine, en ince kılcal damarlara kadar yaydı sayılır. Elbette ideolojik olarak da boş durulmadı, zafer sarhoşluğu içerisinde tarihin sonuna ulaşıldığı (Fukuyama), kapitalist sistemin mutlak olduğu ve bunun ötesinde artık başka bir şeyin gelmeyeceği ilan edildi. Ne olur ne olmaz, işi garantiye almak için, arkasında milyarlık sermaye çevrelerinin olduğu Thinktank’lar, dev medya kuruluşları bu ideolojik kampanya ve manipülasyonları hala devam ettiriyorlar.
Ne eskisi gibi kalmadı? Kapitalizmin doğuşundan beri, kapitalizmi kapitalizm yapan, kâr yapma ve bunu rekabet içinde katlama eğilimi mi? SSCB’nin çökmesiyle birlikte kaybolan iki kutuplu dünyada güler yüzlü, adil bir kapitalizm mi ortaya çıktı? Hayır, tam tersi, doymaz bir şekilde gerekirse kâr içinde boğulup gebermeyi ve öldürmeyi göze alan; vur patlasın çal oynasın, kim kime dum duma mentalitesi içinde yarattığı tek boyutlu tüketim toplumlarını ve kendine bağımlı, hedonist, nihilist, bencil, apolitik, neoliberal görüşlü bireyleri geliştiren; dünyanın her yerinde insanları gerekirse iliklerine kadar sömüren, gerek duymadığında ise işsiz ve aç bırakan, ölüme terk eden; insana, doğaya ve yaşama düşman olan bir sistemin içinde yaşıyor ve bundan payımızı alıyor ve bunun bedelini ödüyoruz.
Eğer birçok şeyin eskisi gibi kalmaması isteniyorsa, burada neyin istendiğine bir açıklık getirmek gerekir. Benzetmek gerekirse, burada hamam mı değişecek yoksa tas mı? Şimdiye kadar sadece tas değişti fakat hamam değişmedi. Kapitalizmin varlığı sorgulanmadığı ve ardından bu sistem ortadan kaldırılmadığı sürece insanlık emin adımlarla felaketlerin ardından yok olmaya doğru gidecektir. Bütün bilimsel veriler göstermektedir ki, emin olan şey felaketlerin, kırılma noktalarının kaçınılmaz olacağıdır. Sosyalizm bu felaketlere giden yolda, bu felaketleri ve ardından gelebilecek dönemi en iyi göğüsleyebilecek tek alternatiftir. Bu gerçekleşmediği takdirde insanlığı bekleyen tek kader barbarlık olacaktır.
(1) https://onlinelibrary.wiley.com/doi/full/10.1111/eva.12538
(2) https://polarjournal.ch/2019/11/22/klimawandel-wissenschaftler-warnen-vor-arktischen-pathogenen/
(3) https://www.nature.com/articles/s41467-018-08240-4
(4) https://tr.wikipedia.org/wiki/Sera_gazlar%C4%B1
(5) https://tr.wikipedia.org/wiki/Sera_etkisi
(7) https://www.nature.com/articles/s41598-017-05783-2
(8) https://www.pik-potsdam.de/services/infodesk/tipping-elements/kippelemente?set_language=en
(9) https://en.wikipedia.org/wiki/Tipping_points_in_the_climate_system