Ertuğrul KÜRKÇÜ yazdı: İbrahim Kaypakkaya ise, kendi özgün yolunu en dezavantajlı zamanda, en dezavantajlı konumda, devrimci hareketin peş peşe yenilgilerle sarsıldığı bir dönemde çizmiş ve bunu üstelik statükonun bütün kalelerine, milliyetçiliğe, Kemalizme ve sömürgeciliğe doğrudan doğruya saldırarak yapmıştı.
Bugün 18 Mayıs, İbrahim Kaypakkaya’nın Diyarbakır işkencehanelerinde öldürülmesinin 47. Yılı. Devrimci hareketimizin bu değerli öncüsünü sevgi ve saygıyla anıyoruz, katillerini bir kere daha vicdanımızın derinliklerinden gelen hınçla lanetliyoruz.
İbrahim Kaypakkaya çok genç yaşlarında, Marksist düşünceyi işçilerin ve köylülerin sömürü ve yoksulluktan kurtuluş mücadelelerinin kılavuzu kılmak için gösterdiği çabalarla temayüz etmiş bir devrimciydi. 1960’lar sonu kabaran devrimci gençlik hareketi yalnızca akademinin ve siyasetin tahakkümcü hiyerarşik doğasına değil, sosyalist hareketin toplumdaki hiyerarşiyi yeniden üreten, seçkin kadrolarca yukarıdan aşağıya doğru sevk ve idare edilişine yönelik bir isyandı da. O yüzden siyasal merkezlerde, merkezi yayın organlarında “bizden biri”nin, yani sosyalist seçkinler arasından değil, öğrenci kitle mücadeleleri içinden, sokaktan, alanlardan, anfilerden, yurtlardan gelen devrimcinin, sosyalist hareketin “ağır topları”yla aynı zeminlerde kanaat beyan etmesinden, sadece “bilenler”e mahsus addedilen teorik ve siyasal değerlendirmelerde bulunmalarından kendi adıma gizli bir gurur duyardım.
Bu gençlik enerjisi, 1968’in üniversite isyanlarının ardından, topraksız köylülerin, çiftçilerin, küçük üreticilerin, fabrika ve hizmet işçilerinin mücadelelerinin imbiğinden geçerek piştikçe yeni kuşak devrimciler, yalnızca Türkiye İşçi Partisi (TİP) merkez yönetiminin tarzı siyaseti ve sunduğu politikaların değil, TİP muhalefetinin, Milli Demokratik Devrim kampının sunduğu perspektifin de toplumsal mücadelelerin açığa çıkardığı devrimci ihtiyaçlara yanıt veremeyeceğini seziyorlardı. FKF 1969 Kurultayı bu açıdan tarihsel bir rol oynadı, o güne kadar TİP yönetimi karşısında söz tekelini elinde bulunduran MDD “ağır topları”nın ufkunu aşan yeni çehrelerin parladıkları bir sahne oldu. Bu kurultayın yıldızı Mahir Çayan’dı, Kurultay konuşmasını Aydınlık’taki yazılarıyla derinleştirirken, aynı dergide İbrahim Kaypakkaya imzasıyla çıkan yazılar da, kabuğun çatladığını ve yeni bir Marksist kuşağın devrimci hareketin önündeki yerini almaya başladığını haber veriyordu. Onların varlığı, genç devrimcilerin tam olarak tanımlayamasalar da sosyalist hareketin toplumdaki altlık-üstlüğü bir şekilde yansıtan bir hiyerarşiyle sakatlanmış olmasından duyduğu huzursuzluğu yatıştıran bir güvence gibiydi.
Bugün, neredeyse yarım asır sonra geriye dönüp baktığımızda, 1960’lar sonu ‘70’ler başlarında sosyalist hareketin tabanında uç veren bu eğilimler olmasa bugün bir devrimci Marksist hareketimiz olamayacağını çok daha berrak olarak görebiliyoruz. O nedenle her geçen yıl, 1968’in büyük öğrenci, işçi, köylü ve aydın başkaldırısının içinden fırlayan bu öncülerin değeri gözümüzde daha da büyüyor.
Doğrusu, devrimci teori ve pratik, bilimin, toplumsal mücadelelerin, faşizmle savaşın, diktatörlüklerle mücadelelerin, kültür kavgalarının, bilgi üretim olanaklarının harmanından geçerek kazandığı derinlik ve çapın durmaksızın genişlediği 45-50 yılın ardından o gün gözümüzü ve bilincimizi açan pek çok fikrin aslında sadece bir başlangıç değerine sahip olduğunu düşünebiliriz. Ne var ki, İbrahim Kaypakkaya ve çağdaşlarının bütün değeri de zaten burada.
Onların, sosyalist hareketin güncel ve açık siyaset içinde, meşruiyet edinme kaygısı içinde devrimci teoriyi işlemeyi biteviye ertelemesinin yol açtığı düşünce ve davranış yavanlığına; devrimin ve devrimciliğin elemanter bilgilerinin en gizli çekmecelerde saklanmasının yol açtığı bönlüğe mukabil bir devrimin, üstelik teoride öngörüldüğü gibi bir devrimin mümkün olduğunda ısrarları ve teoriyi sınıf mücadelesine uygulamaya cüret edişleri, Türkiye ve Kürdistan’a çağdaş devrimci mücadeleler için ideolojik cephaneliğin kapılarını ardına kadar açtı. İşte sonraki kuşakların kendilerini düzenin ötesinde bir hayata ve bağlanışa götüren bu yolu açanları hiç unutmayışları bundan. Bu, kendi çağında sadece bir fikriyat meselesi değil, aynı zamanda bir davranış ve ahlâkiyat meselesiydi de. Devrimciyi en büyük acılarla, ölüm, esaret, yoksunluk, ayrılık ve dışlanmayla sınayan o çağın hesaplaşmaları onları sadece devrimciler için değil bütün insanlık için bir model olmaya çağırdığında gözlerini kırpmadan yürüyüşleriydi, onlara sıradan insanların kalbinde ve ruhunda bir yer açan…
İbrahim Kaypakkaya’yı özellikle bu yürüyüşteki büyük diğerkâmlığından ötürü ayrıca büyük bir saygıyla anıyoruz. 1968-71 devrimci hareketinin diğer öncüleri, düşünceleri ve eylemlerine yaşarlarken kitlesel karşılıklar bulabilmiş, sözleri ve davranışlarının yaygın bir toplumsal kabul gördüğüne şahit olmuşlar, kendi yollarında kitlelerin sevgi ve hayranlığını kazandıklarını hissederek yürümüşler, ölümü böyle karşılamışlardı. İbrahim Kaypakkaya ise, kendi özgün yolunu en dezavantajlı zamanda, en dezavantajlı konumda, devrimci hareketin peş peşe yenilgilerle sarsıldığı bir dönemde çizmiş ve bunu üstelik statükonun bütün kalelerine, milliyetçiliğe, Kemalizme ve sömürgeciliğe doğrudan doğruya saldırarak yapmıştı. Bunun için ne kadar çok inancı, ne kadar çok bağlanmayı, ne kadar çok kararlılığı ve ne kadar çok umudu içine yerleştirmiş olmalıydı. İbrahim Kaypakkaya kısacık ömrüne, çalışkanlık ve azmiyle pek çok yazılı eser sığdırmayı başarmıştı. Duygu ve düşüncelerini açık yayınlar ve örgütsel yazışmalardaki sade, yalın ve berrak anlatımlarından kolayca görmek mümkün. Günümüzde bunların bir bölümünün belki de büyük çoğunluğunun kendi zamanındaki önemini hala koruyup korumadığı tartışılabilir. Ama son eseri, ölüm tehdidi altında verdiği “magnum opusu” asırlarca ortak hazinemizin en değerli mirası olmaya devam edecek.
Son satırlarını tekrarlamama izin verin: “Esasen biz komünist devrimciler prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle birlikte çalışan arkadaşlarımız ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Bir gün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım.”
Anısı önünde sevgi ve saygıyla eğiliyorum.