Korkut AKIN yazdı – Jînda Zekioğlu yeni kitabı Derve’de “Acıyla yoğurulup onca yokluktan geçip de göğü yırtan mermilerin ve uçak seslerinin ardından ‘tükenmiş’ gibi duran yedi kadınla konuşmasını kitaplaştırmış.”
Her gün bir şey oluyor, kiminin ne kadar gerçek olduğunu bilemediğimiz gibi medya öyle verdiği için “doğru” sanıyoruz. Oysa biliyoruz ki, doğru, bir halkın doğrusuysa doğrudur. Yaşam da öyle… Tarih, coğrafya da… Umut da, ihanet de, korku da, direnç de öyle…
Gazeteci Jînda Zekioğlu, tarihin ve coğrafyanın, umudun ve ihanetin, korkunun ve direnmenin içerisinden dışarıya anlatıları taşıyor: “Uzun zamandır, birçok insanı dinliyordum. Her yeni insanda tepkiler, heyecanlar, öfkeler farklı farklı oluyordu. Her insan başka bir denizdi benim için; onun kıyılarını, dalgalarını, dinginliğini, fırtınasını merak ediyordum.” (s.153) Bizlere iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı, haklıyla haksızı… yetmiyor bir sözle başlayıp ölümlere, yoksulluklara ve yoksunluklara yılmadan mücadele eden kadınların yaşamını aktarıyor.
Tükenmiş bir insan…
Acıyla yoğurulup onca yokluktan geçip de göğü yırtan mermilerin ve uçak seslerinin ardından “tükenmiş” gibi duran yedi kadınla konuşmasını kitaplaştırmış yazar. Onun gözlemiyle “tükenmiş” gibi duran kadınların içlerinde yanan ateşi ve dayanışma gücünü satır satır işliyor. O insanlar anlattıkça, onları tanıdıkça yazarın baştaki tanımına itiraz ediyorsunuz, hem de içtenlikle…
Yaşananların içerisinden süzdükleri bir düşün, iki sınır arasında kalmış bir halkın, Birleşmiş Milletler’in bile -ister istemez- egemenden yana tavır takınmasıyla karda kışta, yağmurda sıcakta, üstte yok, başta yok, çadırdan, ekmekten yoksun ama her daim içlerini ısıtan ve ışıtan umudun peşinden savruluşlarını okuyoruz.
Önce okul…
Sürüldükleri yerde bir dal yeşil bile olmamasına, toprak yerine altında akrep kaynayan taşlarla dolu olmasına karşın bir cennet yarattıklarını anlatırlarken; evet, sizin de gözlerinizde canlanıyor oralar.
Önce okul kuruyorlar sürüldükleri topraklarda… Ekmekten, sudan, aştan, hastaneden önce okul kuruyorlar. Bir yudum sudan yoksun kalsa da o küçük çocukların eğitimini aksatmamak için ölümü bile göze alıyorlar. Dengeli ve adil paylaşılan gerilla kampında, onlarca insanın (çocuk demek gerek, aslına bakarsanız, çünkü hepsi 12-13 yaşlarında…) duygu dünyasına, neşesine, hüznüne, sevincine ortak oluyor “arkadaş”lar.
Günlük tutmalarını salık veriyorlar onlara, belki hepsi tutuyor, acılarını, sıkıntılarını, beklentilerini, aşklarını sıraladıkları günlüklerinde. Sanki o günlükler ulaşsa, bu insanları sürgüne gönderenlere, açlıkla, yoklukla, silah ve işkenceyle yok etmek isteyen egemenlere, iki satırını okusalar, anlarlar ne olduğunu, tabii, içlerindeki o insan yanlarını yitirmemişlerse…
Kürdistan ve Azad…
Önce ülkelerinin adını verdikleri çocukları doğuyor (ölümü gerçekten çok acı, küçük Kürdo’nun, sizlerin de boğazınız düğümlenecek). Şırnak’tan Zaxo’ya, Erbil’den Maxmur’a sürüldükleri her yerde sadece yaşam mücadelesi veriyorlar. Gerek TSK’nin gerek peşmergenin gerekse IŞİD’in baskı(n)larının arasında verdikleri yaşam mücadelesinde umutları hiç tükenmiyor. Kanıtı da en küçük kardeş: Azad!
İşte o nedenle, “Bu yüzden senin yazmanı istedik ya. Ailenin dışından biri, bir gazeteci dinlesin istedik bizi” (s.104) diyerek döküyorlar içlerini. Sözcüklerdeki acının yoğunluğunu hissetmemek mümkün değil. “Bir taraftan, onlar savaşan, can alan, eli barut kokan terörist… Bizim için ise, canımızı emanet edebileceğimiz yegâne sığınaktı. Anlamak çok zor belki ama bir o kadar da gerçekçi.” (s.110)
Devlet ile erkek aynı…
Sokakta devletin, evde erkeğin sözünün geçtiği bu coğrafyada yakın tarihin anlatıldığı, herkesin kendi gerçekliğiyle yüzleşmesini sağladığı, hakikati yeniden öğreniyoruz. Derve’de, 1980’lerden başlayarak günümüze kadar gelen bir sürecin içindeki yaşam var. Annelerin, çocukların, aralarında yaşanan açlığın, yoksunluğun, ağıtların öyküsü yer alıyor.
Zaman zaman barış rüzgarları esiyor, zaman zaman kan kokuyor her yan. Yaşayanlar her ikisinde de aç, açık, zorda ve yoksun. Zaten tek istekleri var: Barış.
Kendimizi savunuyoruz…
Mehmet Ali Birand da gidiyor oralara… Öyküsü anlatılan Annenin, “Biz de herkes gibi, doğduğumuz topraklarda, kendi dilimiz ve kültürümüzle yaşamak, ecelimizle ölmek istiyoruz. Bu savaşı bitirin, yeter! Kardeşi kardeşe kırdırmaktan vazgeçin. Şırnak’a, şehrimize dönmemize izin verin…” sözleri alkışlanıyor. Yaşlı bir amca uzatılan mikrofona konuşuyor: “Devlet, devlet olsaydı PKK olmazdı. Devlet bizi ayırmasaydı çocuklarımız dağlara çıkmazdı. Dilimizi yasaklamasaydı, köylerimizi yakıp yıkmasaydı, binlerce insanımızı faili meçhul şekilde öldürmeseydi biz de kendimizi savunmak zorunda kalmazdık.” Birand’ın söyleyecek sözü yok doğal olarak, “sorunuzu alayım” diyebiliyor. Amca son sözü söylüyor: “Ben burada düşüp hastalansam TC mi koşacak yardımıma, KDP mi, BM mi? Hiçbiri! Canını tehlikeye atarak bu kampa gelip bize yardım adan gençler iyileştiriyor bizi. İşte bu iki devlet de o insanlara ‘Terörist’ diyor. Kuzuyu kurdun kucağından kurtaranlara saldırıyor… De git şimdi bunları yayınla, hadi!”
Küçük bir not:
İçerisiyle dışarısı arasındaki sınırda, kim içeride, kim dışarıda? İçerisi mi dışarısı mı ikilemi arasında… Siz olsanız hangisini seçerseniz? Derve sizin için içerisi midir, dışarısı mı?
Derve
Jînda Zekioğlu
Dipnot Yayınları
Anlatı
2020, 287 s.