“Cumhuriyet 101’inci yaşına giriyor. Artık koca bir ihtiyar olan cumhuriyet, son 22 yıllık dönemle birlikte sistemsel hatalar veriyor, orasından burasından yapılan yamalar da tutmuyor” ve “Yeni Anayasa tartışmaları, dokunulmaz maddelere dokunulması, Kürt sorunu, Yeni-Osmanlıcılık hayallerinin Türkiye’yi Ortadoğu’da içine çektiği bataklık, ihtiyar cumhuriyeti de bir çıkmaza soktu” gibi söylemler muhalif basında sıkça yer alıyor.
Fakat cumhuriyet gençlik zamanlarında nasıldı? Sürekli “demokrasi” ile özdeşleştirilen cumhuriyet gerçekten de demokratik miydi? Yoksa son 22 yılda mı demokrasiden çıkıldı. Kavramlara yüklediğimiz anlamlar ile onların pratikteki karşılığı birbiri ile örtüşüyor mu? Fikret Başkaya, Başka Bir Uygarlık için Manifesto kitabında cumhuriyeti anlatırken, kavramların içinin boşaltılarak bir manipülasyon aracı olarak kullanıldığını vurguluyor. Bunun bir “bilinç köreltme” olduğuna dikkati çekiyor ve “Türkiye’deki rejime 1923’ten beri cumhuriyet deniyor ama bu zaman zarfında adından başka ‘gerçek’ cumhuriyetle pek ilgisi olmadı. Zira o tarihte sadece rejimin adı değiştirilmişti. Anayasaya, resmi binaların ön cephesine, resmi kağıtlara, sınır kapılarına cumhuriyet yazıldı diye oradaki rejimin cumhuriyet olması gerekmiyor” (1) diyor.
Müslüman-Türk devlet geleneği
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş bir bakıma monarşiden cumhuriyete basit bir geçişken, yeni ülkede de Osmanlı’nın izleri devam etti.
“Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet ‘kutsal’ sayılırdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun budanmış, ufalmış doğrudan devamı olan Cumhuriyet döneminde de devlet kutsal sayılmaya devam etti. Oysa devletin kutsal sayıldığı yerde, cumhuriyetten söz etmek abesle iştigaldir. 1923’te devlet kurulmadı, devlet olduğu yerde duruyordu. Sadece devletin adı değiştirildi. Cumhuriyetin 29 Ekim 1923’te ilanı da bildik bir hükümet darbesinin sonucuydu.” (2)
Zaten ne kadar farklı olması beklenebilirdi. Abdülhamit ile başlayan İttihat ve Terakki ile devam eden ve 1923’te neredeyse tamamlanan Hristiyan azınlıklardan kurtulma projesi yeni cumhuriyetin de kuruluş kodlarından oldu. Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi kitabında bu projenin uygulanmasında Müslüman merkez ile Müslüman taşranın ortaklığını vurgularken, “Birliğin ortak düşüncesi ve duygusu İslam, amacı ise Yunanları/Rumları, ve Ermenileri Anadolu’dan atmaktı” (3) diyerek ikisi arasında bir birlik kurulduğunu anlatıyor. 1913-1923 arası Müslümanlık Sözleşmesi (sermayenin Müslümanlaştırılması) 1923 sonrası ise günümüzde de süren Türklük Sözleşmesi Barış Ünlü’nün de vurguladığı gibi ülkenin kurucu sözleşmeleri oldu. 1923 sonrasında da Anadolu ve Pontos’ta Rumların Yunanistan’a zorunlu göçü, Trakya Yahudilerine uygulanan pogrom, 6-7 Eylül Pogromu, Gazi, Maraş, Çorum, Madımak gibi toplu katliamlar ya da Rahip Santoro, Hrant Dink ve Zirve Yayınevi katliamı gibi cinayetler devam etti.
Cumhuriyet tarihi: Darbeler tarihi
Tek dil, tek din, tek mezhep, tek ırk hatta son 10 yıllık süreçte tek partiye dönüşen bir anlayışa dayalı cumhuriyetin ne kadar demokratik olduğunu söyleyebiliriz? Buna kendileri bile inanmamış olacaklar ki demoklesin kılıcı 1960 ve 1980 askeri darbeleri ile 12 Mart 1971 ve 28 Şubat 1997 muhtıraları olarak sivil siyaset üzerinde sürekli olarak sallanıp durdu. Darbeler sonrasında siyasi partiler, sendikalar, dernekler, gazeteler kapatıldı, onlarca kişi idam edildi, cezaevlerinde öldürüldü, binler tutuklandı, on binler ise ‘aylarca’ gözaltında kaldı, seçimler ertelendi, şaibeli referandumlar yapıldı. Cumhuriyete sahip olmanın illa da demokratik bir ülkeye sahip olmak anlamına gelmediğini her on yılda bir yaşanan darbeler, pogromlar, siyasi cinayet ve linçlerde bizzat yaşadık. Başkaya bunu “İşte bir devlet tarafından verilmiş bir nüfus cüzdanına sahip olmak, 4-5 yıl arayla önüne konan sandığa oy atmakla yurttaş olunmaz. Zira birtakım hakların tanınması, pratik yaşamda o hakların reel bir karşılığı olduğu anlamına gelmez. Kaldı ki kazanılmamış haklar, verilmiş haklar her zaman kolaylıkla geri alınabilir” (4) diyerek özetledi.
‘Özgür yurttaş’ aldatmacası
Sivil siyasetin ne kadar demokratik zeminler üzerine kurulduğu ise Susurluk’ta yaşanan “kaza”da ortaya çıktı. 3 Kasım 1996’da saat 19.25 sularında Balıkesir-Bursa kara yolunda Susurluk ilçesinde yaşanan trafik kazası, devlet-polis-mafya ilişkilerinin ortaya çıkması ile Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli skandallarından biri oldu. Kazada arabada olan DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak yaralı olarak kurtulurken, İstanbul Kemalettin Eröge Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ, “Mehmet Özbay” sahte kimlikli mafya lideri Abdullah Çatlı ile Gonca Us öldü.
Askeri darbeye bile ihtiyaç kalmadan askeri kamuflajlarla poz veren başbakanlar, adı sık sık faili meçhul cinayetlerle anılan bakanlar, son olarak gelinen aşamada tüm erklerin tek adamda toplandığı bir rejimin kurulduğu bir “sivil” siyaset gördük. Oysa Türkiye’de cumhuriyetin demokrasi ile özdeşleştirilmesi gibi bir yanılgıya hep düşüldü. Cumhuriyet varsa demokrasinin de doğalında olması gerektiğini varsaydık. Demokrasiyi 5 yılda bir kullandığımız oylarla sağladığımızı düşündük. Son yıllardaki “sandığın değişim getirmeyeceği” söylemleri ise bizi “umutsuzluğa” düşürdü. Fakat sandığın hiçbir zaman demokrasi getirmediğini görmedik. Çünkü “bir kavram olarak cumhuriyet, insanı olduğu gibi değil, yaptığı şeyler temelinde dolayısıyla da öznelliği çerçevesinde ele alan bir düzendir” (5) gerçeğini hiç bilmedik. Yurttaşlarını özne yapması gereken cumhuriyet, Osmanlı’dan aldığı mirasla yurttaşa tebaa olarak bakmaya, onu nesneleştirmeye devam etti. Cumhuriyetin temel ilkelerinden olduğu söylenen “özgür yurttaş” ne zaman işverenden hakkını istese, ne zaman öldürülen kadınlar için sokağa çıksa, ne zaman köyünün maden veya enerji şirketi tarafından talan edilmesine karşı çıksa, karşısında cumhuriyetin asker ya da polisini buldu.
Yüzleri ‘kızarmadı’
Peru Sağlık ve Dışişleri Bakanlarının halktan önce covid aşısı olduğu için istifa etmesini, Yunanistan Denizcilik ve Ada Politikaları Bakanı’nın görevliler tarafından bir yolcunun denize atılması sonrası istifa etmesini, Japonya’da 4 bakanın bağış toplama etkinliklerinden elde edilen geliri tam olarak bildirmediği için istifa ettiğini, İtalya Kültür Bakanı’nın sevgilisini danışman yaptığı için istifa ettiğini, İngiltere İnsan Hakları ve Anayasadan Sorumlu Adalet Bakan Yardımcısının, covid yasaklarını delerek evinde parti düzenlemesi sonrası istifa etmesini, yine Peru’da 6 bakanın lüks saatler kullandığına ilişkin çıkan haberler sonrası istifa etmesi ve buna benzer onlarca haberi okurken bunlar bize hep “ilginç” geldi. Çünkü biz bunlara alışık değildik, Türkiye’de Susurluk sonrası bile istifa yaşanmadı. Sokaklara çıkıp “Hükümet istifa” derken bile bunun gerçekleşmeyeceğini, çünkü evinde ayakkabı kutularında paralar bulunan bakanların da, yeni doğan bebeklerin yoğun bakımda katledilmesi sonrası mevcut Sağlık Bakanı’nın da istifa etmediğini biliyoruz.
Susurluk’ta sıradan yurttaşların bilmediği, devletin mafya ile bu kadar iç içe olduğu gerçeği ortaya çıkmış, toplumda şok yaratmıştı. Sonraki süreçte ise bu ilişki adeta doğallaştı. İktidar ortağının cezaevinden çıkan mafya liderleri ile poz vermesinin ötesinde, Türkiye’nin Balkan mafya baronlarının üssü haline geldiği, birçoğuna vatandaşlık dahi verildiği ortaya çıktı. Fakat mafya ile siyasetin alenen iç içe geçtiği bu süreçte de istifa hiç beklenemezdi.
Gereken şey: Demokratik bir cumhuriyet
Şimdi oturup düşünmemiz gereken, cumhuriyetin demokrasi ile nasıl buluşturulacağı olmalı. Tekçi anlayışı reddeden, geçmişle yüzleşen, üzerine kurulmuş olduğu Türklük Sözleşmesi’ni reddeden yeni bir cumhuriyeti tartışmalıyız. Bu cumhuriyetin mutlaka çoğulcu, demokratik, özgürlükçü, doğadan yana olması gerektiğini unutmayalım.
KAYNAKÇA
1 Fikret Başkaya, Başka Bir Uygarlık için Manifesto, Yordam, sf. 217
2 Fikret Başkaya, Başka Bir Uygarlık için Manifesto, Yordam, sf. 217-218
3 Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Dipnot Yayınları, sf. 149
4 Fikret Başkaya, Başka Bir Uygarlık için Manifesto, Yordam, sf. 220
5 Kadir Cangızbay, Hiçkimsenin Cumhuriyeti, s. 25