“Barış, savaşın yokluğu anlamına gelmez, o bir erdem, bir ruh hali, bir iyilik, itimat ve adalet duygusudur.”[1]
Türkiye’deki siyasi iktidarın ortağı olan MHP lideri Devlet Bahçeli’nin TBMM’nin yeni yıl açılış töreninde beklenmedik bir biçimde, daha önce sık sık kapatılmasını istediği DEM Parti’nin eş genel başkanı Tuncer Bakırhan ile tokalaşması, sonrasında kendisinin ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın verdiği demeçler 2015 yılının başında rafa kalkan Kürt barış sürecinin yeniden başlayabileceğine dair beklentilerin özellikle demokratik kamuoyunda yeniden yeşermesini sağladı.[2]
En son 2013-2015 yıllarında kapalı kapılar ardında yürütülen barış süreci, başta demokratik Kürt siyasi hareketi olmak üzere demokrat ve sol çevrelerde kısa süreli de olsa kalıcı barışın gerçekleşebileceği umudunu doğurmuş ve bu umudun yarattığı coşku 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde bu kesimleri temsil eden HDP’nin oylarını bir önceki seçime göre iki kattan fazla arttırarak yüzde 13.2 oy oranına ulaştırmıştı. Bu başarı o zamana kadar hep açık ara seçimleri kazanarak tek başına iktidar olan AKP’yi ilk defa bu olanaktan yoksun bırakmış, dönemin cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlık rejimi hayallerini o zaman için suya düşürmüş ve aynı zamanda tek tipleştirici şoven Türk milliyetçi devlet aklının telaşa kapılmasına neden olmuştu. Bu duruma, dış dinamik olarak Kuzey Suriye ve Irak’ta Kürtler ile savaş halinde olan radikal siyasal İslamcı IŞİD gibi terör örgütlerinin de kısmi başarısı eklenince, bu örgütlerin bazılarını doğrudan destekleyen AKP genel olarak demokratik Kürt hareketinin zayıflayacağı zannına kapılmıştı. Şeffaf ilerlemeyen barış süreci gene tatmin etmeyecek bir şekilde kamuoyunu bilgilendirmeden ve sürecin tıkanmasının suçu PKK’ya atılarak sona erdirildi.[3]
O günden bugüne başta demokratik Kürt siyaseti olmak üzere onunla beraber hareket eden sol sosyalist çevrelere tam bir devlet terörü uygulandı. En başta demokratik Kürt siyasetinin doğal lideri olarak kabul edilen Abdullah Öcalan’ın hapishane koşulları tam bir tecride çevrildi, HDP’nin eş genel başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile beraber yüzlerce parti yöneticisi, onlarca belediye başkanı tutuklandılar. Birçok siyasetçi zorunlu olarak yurtdışına göç etti. 2015 Kasım-2016 Mart ayları arasında “Hendek savaşları” olarak da bilinen çatışmalı süreçte Kürt illerinde yüzlerce sivil ve onlarca güvenlik görevlisi hayatını kaybetti. Yüz binlerce insan yaşadıkları bölgelerden başka kentlere veya Türkiye’nin başka bölgelerine gitmek zorunda bırakıldı.[4] Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır İnsan Hakları Şubesi’nin hazırlamış olduğu raporda çatışmalı sürecin yeniden başladığı 24 Temmuz 2015’ten bu yana en az 27 bin kişinin gözaltına alındığını, 5 binden fazla kişinin tutuklandığını ve 18 binden fazla işyerinin baskına uğradığını açıkladı.[5] Tüm bunlara ilaveten Türk devletinin uluslararası hukuku da çiğneyerek Suriye’nin ve Irak’ın Kürt bölgelerinde başlattığı ve halen devam eden askeri operasyonlarında yüzlerce masum kadın ve çocuk hayatını kaybetti.[6]
Kürt sorununun demokratik bir çözümünün bir türlü gerçekleşmemiş olması aynı zamanda kaynaklarını önemli ölçüde savaşa ayıran Türkiye’nin ekonomisinin bu durumdan çok olumsuz etkilendiği ve halklarının yoksullaştığı tartışılmaz bir olgudur. Eğitime, sağlığa ayrılabilecek kaynakların güvenlikçi politikalara ayrılması mevcut ekonomik krizi derinleştirerek özellikle dar gelirli emekçi kesimlerin ve sabit gelirli emeklilerin daha çok acı çekmesine neden olmaktadır.
Bu gelişmelerin yarattığı son derece olumsuz ve güvencesiz politik iklimde Türk devletini yöneten AKP-MHP iktidar bloğu bir anda yeniden açılımdan bahsetmeye başladı. Bu durumu bazı çevreler ekonomik krizin etkisiyle bir hayli yıpranan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisini ve yönetimini uzun süreliğine yeniden iktidarda tutmasına yardımcı olacak olası Anayasa değişiklikleri için demokratik Kürt siyasetini, adeta tabir yerindeyse, dereyi geçene kadar kafa kola alma çabası olarak değerlendiriyor. Kanımca bu değerlendirme hükümet cephesi açısından kısmen doğru bile olsa, Türkiye’nin siyasi dengelerini değiştiren yeni bir uluslararası siyasi dinamiğin ortaya çıkmış olması gözden kaçırılmamalıdır. Bu dinamik 7 Ekim 2023’te İsrail’in kolonyalist yayılmacı politikalarına karşı[7], İslamcı Hamas örgütünün İsrail sınırları içerisinde silahsız sivilleri katlederek başlattığı kanlı kör terör saldırısı sonrası tüm Ortadoğu’yu etkisi altına alan ve giderek yayılan savaş halinin ortaya çıkmasıdır.[8] İsrail’in uluslararası hukuka aykırı biçimde emperyal güçleri de arkasına alarak orantısız güç kullandığı şu ana kadar kırk iki binden fazla sivil insanın ölümüne neden olduğu savaş[9] ve şu ana kadar gelinen aşamada Hamas ve Hizbullah’ın lider kadrolarının öldürülmüş olması ve İran ile doğrudan açık çatışma durumuna gelinmesi, Türkiye’nin dış politikasında hiç olmadığı kadar bir belirsizlik hali yaratmıştır.
7 Ekim 2023 tarihine kadar savaşın iki zıt kutbunda yer alan İsrail ve Hamas’ı idare etmede başarılı gözüken Türk dış politikası, İsrail’in siyasal İslamcı gruplara karşı taarruza geçmesi karşısında afallamışa benziyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üç ay öncesine kadar İsrail’e girmekten bahsederken[10], şimdilerde İsrail’in Türkiye’ye saldırabileceğinden dem vurması sadece iç kamuoyunun dikkatini ekonomik krizden milli birlik ve beraberliğe saptırma çabası olarak yorumlanamaz. Gene aynı şekilde Hamas lideri İsmail Haniye öldürüldüğü zaman üç günlük yas ilan eden Cumhurbaşkanının onun yerine liderliğe geçen Yahya Sinvar’ın öldürülmesine hiç tepki vermemesi dış politikada kafa karışıklığı durumuna işaret ediyor. Buna bir de bölgede siyasal İslamcı gruplarla bilfiil çatışan ve büyük bedeller ödeyen demokratik Kürt siyasetinin ABD ve Batı dünyası nezdinde öneminin artabileceği korkusunu eklemek gerekiyor.
Sebepler ne olursa olsun demokratik Kürt siyaseti, sol sosyalist cevreler, aydınlar başlama ihtimali beliren bu yeni barış sürecini temkinli bir iyimserlikle sahipleneceklerdir. Şu ana kadar DEM Parti, ve Kürt hareketinin diğer aktörlerinden yapılan açıklamalar duruma haklı olarak ihtiyatlı yaklaşıldığı izlenimi vermektedir. 2014’deki barış görüşmelerinde bizzat yer alan dönemin HDP Grup Başkanvekili İdris Baluken’in de altını çizdiği gibi yeniden başlama ihtimali bulunan barış sürecini içerik olarak tartışmaya başlamadan evvel önce usul açısından tartışmak gerekecektir. Bunlar kısaca, sürecin şeffaf, kamuya açık biçimde yürümesi, belli bir yasal zemininin olması ve dünyadaki diğer barış süreçlerinde olduğu gibi her iki tarafın çıkarlarından bağımsız meseleye objektif bakan üçüncü bir gözün hakemliğinde ilerlemesidir.[11] Bu usulde gerçekleşecek olan barış süreci mümkün olduğunca kapsayıcı olup en geniş kamuoyuna ulaşabilecektir. Bir de geçen seferki sürecin aksine şu ana kadar ana muhalefet partisi CHP’nin yöneticilerinin demeçleri de süreci destekleyici yöndedir. Bu durumun da önemli bir siyasi kazanım olduğu unutulmamalıdır.
Sürecin içeriğine ilişkin pratikte atılması gereken adımlar kısaca söyle özetlenebilir: Öncelikli olarak demokratik Kürt hareketinin en geniş kesimlerinin önder olarak gördüğü Abdullah Öcalan’ın tecrit koşullarının son bulması ve kendisine özgürce siyaset yapabileceği koşulların sunulması, başta Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere demokratik Kürt siyasetinin ve onunla ittifak halinde olan tüm sol sosyalist hareketlerin hapiste olan siyasetçilerinin ve aktivistlerinin hepsini kapsamak üzere genel bir af çıkartılması, siyasi davaların düşürülmesi, tüm kayyum uygulamalarına son verilmesi, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’deki Türk Ordusu’nun askeri faaliyetlerinin ve fiili işgalinin sona ermesi, anayasaya herhangi bir etnik kimliğe atıfta bulunmayan bir başlangıç bölümü ve kapsayıcı bir vatandaşlık tanımı getirilmesi, Kürtçenin bölgede ikinci resmi dil olarak kabul edilmesi, kültürel hakların tanınması, yerel yönetimleri güçlendirici uygulamaların başlaması, geçmişte ve günümüzde Kürtlere yönelik tüm haksızlıkları ortaya çıkarmaya yardımcı olacak hakikat komisyonlarının kurulması, resmi tarih yazımının Kürtlere yönelik ayrımcı yaklaşımının son bulması. Tüm bunlar eş zamanlı olarak PKK’nın silahları bırakacağı tam bir çatışmasızlık ortamını kısa sürede yaratacaktır.
Barışla sonuçlanacak çözüm süreci Türkiye siyasetini cumhuriyetin kuruluşundan beri hiç olmadığı kadar demokratikleştirmekle kalmayacak, aynı zamanda kırk seneden fazla ekonomik kaynaklarını güvenlikçi savaş politikalarına ayıran ülke ekonomisinin de hızla toparlanmasına ve geniş halk kesimlerinin de refahının ciddi düzeyde artmasına katkıda bulunacaktır. Unutulmamalıdır ki, en kötü barış, en iyi savaştan daha iyidir. Usta yazarımız Yaşar Kemal’in de söylediği gibi, dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir, barıştır.
[1] 17. yüzyılda yaşamış filozof Baruch Spinoza’nın barışa ilişkin sözleri.
[2]Bahçeli’den DEM Parti’li vekillerle tokalaşma açıklaması: Uzattığım el milli birlik ve kardeşliğimizin mesajıdır
[3]‘PKK, barış sürecini bitirecek adımları attı’
[4]Türkiye: Devlet Güneydoğudaki Ölümlerin Soruşturulmasını Engelliyor | Human Rights Watch
[5]İHD Diyarbakır Şubesi 9 yıllık ihlal raporunu açıkladı: En az 27 bin gözaltı – Evrensel
[6]ECCHR: Crimes in Syria: The neglected atrocities of Afrin
[7] Israel and Palestine: a story of modern colonialism | openDemocracy
[8]October 7 Crimes Against Humanity, War Crimes by Hamas-led Groups | Human Rights Watch
[9]Reported impact snapshot | Gaza Strip (16 October 2024) | United Nations Office for the Coordination of Humanitarian Affairs – occupied Palestinian territory
[10]Erdoğan: Türkiye, İsrail’e girebilir ve Filistinliler’e yardım edebilir | Türkiye Cumhuriyeti | İletişim Başkanlığı
[11]Çözüm süreci mümkün mü? Geçmiş tecrübeler ne diyor? | İdris Baluken ve Ruşen Çakır yorumluyor – YouTube