MHP Genel Başkanı Bahçeli’in 1 Ekim günü Meclis açılışında DEM Parti grubuna gitmesi, tokalaşması ve ”iç barışı sağlamalıyız” mesajını vermesiyle başlayan, AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da açıklamalarıyla destek verdiği ”yeni çözüm süreci” tartışamaları sürüyor.
Gazete Duvar’dan Ceren Bayar konuyla ilgili olarak DEM Parti Milletvekili Cengiz Çandar’la görüştü.
Oslo Süreci ve Çözüm Süreci’ne dair çok sayıda belgeye ve arka plan bilgisine dayanan bir kitap yazan, her iki sürecin de gidişatı, sonlanma sebepleri, tarafların hataları, atılan yanlış ve doğru adımlar konusunda değerlendirmeler yapan Çandar, son gelişmeler için ‘‘Çözüm süreci’ demek için erken ama bir şeyler pişiyor’ dedi.
‘Erken ama bir şeyler pişiyor’
Bayar’ın Çandar ile yaptığı röportaj şöyle:
Bahçeli ve Erdoğan’ın son dönemdeki tutum ve söylem değişikliğini ve yeni bir çözüm süreci hazırlığı olduğu iddialarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Geçmişi 2006’ya dayanan, 2008’de başlayan ve 2011 seçimlerinde berhava olan ‘Oslo Süreci’ ve hepimizin hatırladığı 2012 sonunda başlayan Abdullah Öcalan üzerine inşa edilerek yürüyen, HDP milletvekillerinin de rol aldığı ‘Çözüm Süreci’ni hatırlayalım. Bu iki dönemin arka planlarından şu andaki işaretlere verilen demeçlere bakarak buna çözüm süreci denebilir mi? Çok emin değilim. Bugüne kadar gerek Türkiye’de gerek dünyadaki çözüm süreçlerine benzer bir mekanizma gözükmüyor.
‘Bir şey pişiyor mu, bir şey var mı?’ derseniz evet, pişen bir şey var ama buna ‘çözüm süreci’ demek için çok erken. Türkiye’de çok sevilen deyimle ‘istikşafi görüşmeler’ döneminin ta en başındayız gibi gözüküyor.
‘Çözüm sürecinin taşları döşeniyor’ demek doğru olur mu?
Gazeteci Amberin Zaman’ın Al Monitör’de çıkan yazısına bakılırsa taşların döşenmesinden biraz daha öte bir şey var. Amberin çok değerli bir meslektaşımızdır. Hiçbir zaman manipülatif amaçla yazdığına tanık olmadım. Yazıyı çok dikkatli okuyunca kaynakların kim olduğunu aşağı yukarı tahmin edebildim. O yüzden Amberin Zaman’ın yazısında verdiği bilgilerin geçerliliğine dair bir kuşkum yok.
Ama başka bir tartışma var: Acaba o yazıda konuşanlar erken doğum mu yaptırmak istiyorlar? Yoksa gerçekten bir ön hazırlığı mı yaratmak istiyorlar? Bunu şu noktada bilebilmek mümkün değil.
Eğer Amberin Zaman’ın yazısını esas alırsak o yazıda iki tane somut vurgu yapılıyor. Bir; Öcalan’la devlet görüşüyor. İki; Öcalan’la Kandil arasında bir iletişim var. Tabi bu da devlet tarafından sağlanıyor.
Tüm bunlarla Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin grup toplantısında yaptığı konuşmada seçtiği sözcükler, hemen arkasından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yine kendi partisinin grup toplantısına yaptığı konuşmada seçtiği sözcükler ve kurduğu cümleler de birleştirildiği zaman bir şeylerin piştiğini görebiliyoruz, hissedebiliyoruz.’
Taşlar mı döşeniyor, döşenmek üzere taş mı aranıyor? Bunu en azından bulunduğum noktadan baktığım zaman ben net bir şekilde göremiyorum. Bu yüzden ‘çözüm süreci’ ifadesini kullanmanın erken olduğu ve bu konuda ihtiyatlı olunması gerektiği kanısındayım.
Erdoğan ve Bahçeli’nin söylem ve tutum değişikliğinin daha pragmatist bir amacı olduğunu söyleyenler, 2028 seçimiyle ilişkili olduğunu ifade edenler var. Siz nasıl değerlendirirsiniz?
Günlük polemiklere çok uygun bir Ankara habercilik tarzı var. O günün, o haftanın gündemine uyacak şekilde algılar ve tepkilerle haber üretiliyor.
Oysa Devlet Bahçeli’nin Milliyetçi Hareket Partisi grup toplantısında yaptığı konuşmada seçtiği sözcüklere, arkasından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, bir gün sonra bu sefer AKP grubunda yaptığı konuşmada seçtiği sözcüklere ve Sırbistan dönüşü uçakta söylediği sözlere dikkat etmek gerekiyor. Bu söylemlerin sadece seçimlere yönelik bir yatırım olduğunu veya Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tekrar Cumhurbaşkanı seçilmesi için böyle bir hesap yaptığını düşünmek bana çok dar bir siyaset denklemi kurmak gibi gözüküyor.
Anayasa çalışmaları başlarsa ve ilerlerse anayasa çalışmalarını bahsettiğimiz sürecin yan ürünü olarak görebiliriz ya da doğal sonuç olarak görebiliriz. Ama bu çok önemli bir şey. Türkiye’de Kürt sorununa ilişkin bir yaklaşımın güncel tartışmalar çerçevesinde mütalaa edilmesi işi basite indirgemek olur.
Erdoğan grup konuşmasında, ‘Kobanê davasından tutuklu olan ve olmayan siyasetçiler ayrıştırması yaptı’ yorumu yapıldı. Erdoğan’ın ifadeleri, bir süreç olacaksa Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın bu sürecin dışında tutulacağına dair bir işaret olarak okunabilir mi?
Öyle okunmaya uygun sözler. Nitekim, bu yönde yorumlar da görüldü. Ancak, Kobanê ile ilgili HDP’yi kriminalize eden ve AİHM kararlarına rağmen Selahattin Demirtaş’ı hapiste tutan hiçbir yaklaşım Türkiye’ye olumlu biçimde yol aldıramaz. Erdoğan’ın bu gerçeği göreceğini umut edelim.
Cumhur İttifakı’nı, iktidarı böyle bir siyaset ve söylem değişikliğine ne itti?
Türkiye yerlilik ve millilik takıntısıyla dünyaya, bölgeye kapalı bir ülke haline geldi. Öte yandan Ortadoğu’da kim, neyi, niye yapıyor, bölge nereye doğru gidiyor; bunu serinkanlı bir şekilde analiz eden bir tavra rastlamıyoruz. İsrail bir yandan askeri olarak son derece saldırgan bir politikayla hasımlarını, en başta da İran’ı zayıf düşürüyor. Fakat bir yandan da İsrail’in nerede, nasıl duracağını kendisi de bilmiyor. Bütün bunlar bölgeyi muazzam bir karmaşa ve belirsizlik içine doğru itiyor. Bu belirsizlik içinde Türkiye’nin algıları da ister istemez etkileniyor.
Türkiye’nin en önemli sorunu olan Kürt sorununun Türkiye sınırları dışında aktörleri var. Suriye’de de var, Irak’ta da var, İran’da da var. Dolayısıyla Ortadoğu’daki gelişmelerin Türkiye’ye yansımaları olacağı algısı iktidar sahiplerinde oluşmuş durumda. O nedenle bölgenin genel tablosu ve gelecek belirsizliği içinde ön alma çalışmaları var.
Fakat bugüne kadar öyle berbat bir şekilde bu sorunu yönettiler ve çözümsüzlüğe ve karmaşaya ittiler ki içinden nasıl çıkacaklarını onlar da tam olarak bilmiyor. İşte o yüzden istikşafi adımlar atılıyor.
“İmralı ve Kandil ile ne yapılabilir? Aynı sosyolojik yapının Meclis’teki yansıması olan DEM Parti’ye karşı ne türlü tavırlar geliştirilebilir? Türkiye’nin güvenliği nasıl olumlu bir şekilde etkilenir?” gibi sorulara cevap arayışı var gibi gözüküyor.
Bütün bu nedenlerle de anayasa tartışması boyutlarının dışında büyük bir önemi var bu işin.
Geçmiş çözüm süreçlerinin şeffaf yürütülmemesi, yasal bir zemine oturmaması bu süreçlerin eksikleri olarak değerlendirilmişti. Bugün bu ‘istikşafi’ görüşmeler ete kemiğe bürünürse nelere dikkat edilmeli?
Şu ana kadar ele alındığı tarzıyla bu soruda işaret ettiğiniz sakıncaları barındırmaya devam ediyor.
İkincisi; ‘DEM Parti’nin Türkiye Partisi olması’ gibi bir slogan üzerinden bir algı operasyonu yapılıyor. Türkiye’de DEM Parti’den daha Türkiyeli bir parti yok ki. MHP’den daha Türkiyeli bir parti DEM Parti. MHP Güneydoğu’da ve Doğu’da neredeyse yok. DEM Parti Türkiye’nin bütün bölgelerinde var.
Şimdi ‘Terörle aranıza kesin sınır çizin’, ‘PKK’den kendinizi kurtarın’ diyerek bunu adeta bir ön şart gibi ortaya koyan bir akıl var. Bir kere siz bunu bir veri olarak kabul ediyorsanız kim, nasıl, nereden bu ilişkiye sahip ve nasıl kopacak bu ilişki; onu bir söylesenize.
DEM Parti’nin sabah akşam PKK’ye küfür etmesini istiyorsanız bunun olmayacağını ve bundan sonuç da alınmayacağını bilmelisiniz.
Terörle bağlantı anlamında bakıyorsanız da DEM Parti başından itibaren varoluşunu müzakere ile sorun çözme üzerine kurmuş bir parti. Kürt sorununu müzakere ile çözmeyi varoluşsal yanı olarak ortaya koymuş, eline silah sürmemiş, kararlı bir parti. O bakımdan bu şartları ileri sürmek, işi yokuşa sürmek demektir.
Amberin Zaman’ın yazısını hatırlarsak DEM Parti değil bizzat devlet temas halinde PKK’yle. Devlet PKK’yi bir terör örgütü olarak mı algılıyor yoksa Süleyman Demirel’in deyimiyle ‘Kürt isyanının kimlik kartı’ olarak mı algılıyor? Eğer birincisi ise polisiye önlemlerle çözmek zorundasınız, başka yolu yok. İkincisi ise bir müzakere yolu bulmanız lazım. O zaman da daha önceki çözüm sürecinde HDP’den istifade edildiği gibi bugün DEM Parti’den de istifade etmek, yararlanmak zorundasınız.
Bir önceki çözüm süreci neredeyse medya mensupları için İstanbul garajlarından Kandil’e otobüs kaldırılacak bir süreçti. Ama tamamıyla ‘yerli ve milli’, üçüncü tarafı olmayan, gözlemcisi olmayan açık bir süreçti. 2015 temmuz ayında bitti ve bittikten sonra Türkiye içine sokulduğu durum itibariyle bir karabasan dönemi yaşadı. Yani üçüncü tarafı olmayan bir çözüm sürecinin tıkanma ihtimali kuvvetli oluyor. Üçüncü taraftan çok hoşlanılmıyor ve iki taraflı olacaksa bu da Kürtlerin siyasi temsilcileri ve devleti temsil edecek AKP ve MHP olacaksa onların da söylemlerinde net olması gerekir.
Denetlenebilir, sivil toplumun da dahil olabileceği bir süreç olması gerekir.
Kimse üstünde durmuyor ama Cumhuriyet’in kurucu partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin de mutlaka sürecin içinde bulunması gerekiyor.
Tabii bütün bunlar eğer bir yeni çözüm süreci olursa, geçerli olacak unsurlar. En başında söylediğimiz gibi henüz bir çözüm sürecinden söz edebilmemiz pek erken. Gelişmeleri ve ne yöne doğru evrilebileceğini daha net görebilmemiz, beklememiz lâzım.”