Geçtiğimiz haftaki yazıyı, sanayi politikalarının geri dönüşü sol için ne ifade ediyor sorusuna ayırmıştım. Kaldığım yeri kısaca özetlemem gerekirse, sanayi politikalarını yeniden gündeme getiren jeopolitik dinamikler ve sermayeler arasındaki rekabetti. Dolayısıyla, karşımızda işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileşmesi talebiyle ortaya çıkan bir hareketin sonucunda aşağıdan yukarıya gelişen bir değişim yok. Bu nedenle de sanayi politikalarının dönüşünün kendisi, ekonomi politik düzenin 1945-1980 arasındaki döneme dönmesi anlamına gelmeyebilir.
Sanayi politikasına olan ilginin yeniden artmasına paralel olarak ekonomik korumacılık konusu da gündemdeki yerini giderek daha da üst sıralara taşıyor. Özellikle ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşlarıyla belirginleşen ekonomik korumacılığın genelleşmesi ve küresel ticaretin bölgeselleşerek parçalanması ihtimali, uluslararası kurumlarca da tartışılmaya başlandı. Bu değerlendirmelerin büyük çoğunluğu yine sürece firma gözüyle ve birbiriyle yarışan sermaye gruplarının çıkarları penceresinden bakılarak yapılıyor.
Önümüzdeki haftalarda, ekonomik korumacılığın yükselişi sol için ne ifade ediyor sorusunu ele almak istiyorum. Ama bu soruyu ele almak için öncelikle tartışma zeminini tespit etmemiz gerekiyor. O nedenle bu yazıda kısa bir tarihsel giriş yaparak ekonomik korumacılık konusunu ele alacağım.
Ekonomik korumacılık
Öncelikle ekonomik korumacılığın yeni bir uygulama olmadığını belirtmekle başlayayım. Kapitalizmin gelişimine baktığımızda Birleşik Krallık sonrasında kapitalistleşen ülkelerin hemen hepsinde sanayileşme çabalarının ekonomik korumacılık sayesinde gerçekleştiği görülecektir. İki tipik örneği Almanya ve ABD’dir. Almanya’da Friedrich List’in ve ABD’de de Alexander Hamilton’un ekonomik korumacılık konusundaki kurucu fikirleri öne sürmeleri tesadüf değildir. Korumacılık esasında basit bir düşünceye dayanır: Devlet yerli üretimi geliştirmek istiyorsa iç pazarını uluslararası rekabete karşı gümrük vergileriyle korumalıdır.
‘Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü’ kitabında Ha Joon Chang’ın detaylı bir şekilde açıkladığı gibi, her ne kadar neoliberal dönemde bu ekonomi politikası rafa kaldırılsa da, esasında gerek merkez ülkeler gerekse geç kapitalistleşen yarı-çevre ülkeler bu aracı sermaye birikiminin belirli bir aşamasında, özellikle de birikimin ulusal dönüşümünün yaşandığı evrede kullanmıştır. Bu anlamıyla korumacılık, sadece iktisadi düşünce tarihinin bir konusu değil, aynı zamanda güncel bir araçtır.
Korumacılığın ekonomi politiği
Ekonomik korumacılığın farklı uygulama biçimleri var. Korumacılık, örneğin ABD’nin Çin’e karşı uyguladığı gibi belirli sektörlerdeki belirli ürünlere yönelik olabileceği gibi, daha genel olarak bir sanayileşme programının ya da kalkınma planının parçası olarak da tasarlanabilir. İkincisine verilebilecek bir örnek 1945-1980 arasında pek çok Küresel Güney ülkesinde takip edilen ithal ikameci sanayileşme stratejileridir.
Ancak bu dönemki korumacılık uygulamasının iki temel politik ekonomik açmazla karşı karşıya kaldığı görüldü. İlki, uluslararası rekabete karşı koruma sağlanan yerli firmaların iç pazarda tekelleşmeleri ve rekabete maruz kalmamaları nedeniyle emek üretkenliğini yani üretimdeki verimliliği artıracak önlemleri almaktan uzaklaşmalarıdır. İkincisi de, dış rekabete karşı korunan bir ulusal pazarda faaliyet gösteren firmaları kalkınma planlarında öngörülen sanayileşme hedefleri doğrultusunda adım atmaya zorlayacak mekanizmaların olmamasıdır.
Bu durumda korumacılık basitçe yerli tekellere kaynak aktarma mekanizması olarak işlemiştir. Türkiye uygulaması, bu açıdan tipik bir örnek olarak görülebilir. Esasında bu iki açmaz, aynı zamanda ‘yerli burjuvazi’ yaratma hedefinin ya da kapitalist gelişme sürecinin kendi yarattığı açmazlardır. Korumacılığın ekonomi politiği konusu oldukça kapsamlı, ileride yeri geldikçe farklı boyutlarını açmak üzere şimdilik burada kesip, güncel tartışmaya döneceğim.
Günümüzde korumacılığın geri dönüşü
Günümüzde ekonomik korumacılığın geri dönmesi, tıpkı sanayi politikasında olduğu gibi jeopolitik gerilimler, çeşitli sermaye kesimleri arasındaki rekabet gibi dinamiklerce şekillendiriliyor. Henüz genelleşmiş bir korumacılıktan ziyade sektörel ve kısmi uygulamalar görüyoruz. Örneğin Avrupa Birliği elektrikli otomobil sektöründe Çin’den gelen rekabete karşı yerli firmalarını korumak için ekonomik korumacılık araçlarından bazılarını kullanıyor. Ya da ABD yine Çin rekabetine karşı benzer uygulamalar yapıyor.
İşin ironik tarafı, merkez ülkelerde gelişen bu korumacılık dalgalarının henüz Küresel Güney’e ulaşmamasıdır. Örneğin IMF gibi uluslararası kurumlar halen serbest ticaretin ve küreselleşmenin erdemlerinden bahsederek, koşullu kredilerini bu ilkelere dayanarak düzenliyor. Hele Türkiye’de uygulanan Şimşek programını düşündüğümüzde, ekonomi yönetiminin tamamıyla çağ dışı, deyim yerindeyse zombileşmiş bir düşünce çerçevesine dayandığını tespit etmeliyiz.
Dolayısıyla sanayi politikalarının geri dönüşü gündeminden farklı olarak ekonomik korumacılığın şimdilik neredeyse tamamen Çin’e karşı rekabette geri düşen ya da geride kalma riski belirginleşen merkez ülkelerde görülen ve sektörel önlemlerle sınırlı bir eğilim olduğunu söyleyebiliriz.