İsrail, Seyyid Hasan Nasrallah’ı (1960-2024), kendilerinin Filistinlilere yönelik soykırıma son verene kadar İsrail’in kuzeyine yönelik saldırıları durdurmayı reddettiği için öldürdü. İsrail’in kısa süreli ateşkesi sırasında Nasrallah’ın örgütü Hizbullah da saldırılarına ara verdi. İsrailliler savaşa yeniden başladıklarında Hizbullah da saldırılarına devam etti.
Nasrallah öldürüldü çünkü Filistin’e verdiği destekte ısrarcıydı. Diğer Arap liderlerin aksine Nasrallah İsrail’e karşı iki kez savaşmış ve İsrail’i yenilgiye uğratmıştı: İlki 2000 yılında İsrail Lübnan’dan çekilmek zorunda kaldığında, ikincisi ise 2006 yılında İsrail Hizbullah’ın hakkından gelemediğinde. İsrail’i mağlup eden adam nihayet 27 Eylül 2024’te binlerce Lübnanlı arkadaşıyla birlikte öldürüldü.
2013 yılında, Suriye’deki savaş tırmanırken, bir arkadaşımla birlikte Lübnan’ın başkenti Beyrut’un bir mahallesi olan Dahiye’de kalabalık bir alana girdik. Nasrallah’ın yapacağı bir konuşmayı dinlemeye gelmiştik. Bana Nasrallah’ın, Lübnan’da hem siyasi bir parti hem de Lübnan’ı sürekli İsrail saldırılarına karşı savunmak için kurulmuş askeri bir grup olan Hizbullah’ın neden Suriye’ye girmeye karar verdiğini anlatacağı söylenmişti. Açık alana büyük bir televizyon ekranı yerleştirilmişti, sonunda Nasrallah ekrana çıktı ve yüksek sesli tezahüratlarla karşılandı. Benzer sahneler Lübnan’ın diğer bölgelerinde de yaşanacak ve Nasrallah televizyon ekranlarına çıkarak bu önemli kararla ilgili olarak halka seslenecekti.
Nasrallah’ın bizzat orada bulunmamasının nedeni, 1992 yılında 32 yaşındayken Hizbullah’ın liderliğine getirilmesinden bu yana İsrail’in kendisine suikast düzenlemeyi hedeflemiş olmasıdır. Şahsen katılması onun için intihar olurdu. Bu nedenle tam olarak nerede olduğu bilinmiyordu ama insanların onu dinlemek için nerede toplanabileceği belliydi. Konuşma yavaş başladı ve Nasrallah Suriye’deki savaşın karmaşıklığını, El Kaide ve El Nusra Cephesi’nin sınırlara yakın saldırılarının Lübnan halkı için yarattığı tehlikeleri ortaya koydu. Nasrallah, El Nusra’nın Lübnan’a girmesi halinde Şii toplumunun yanı sıra Hıristiyanları ve diğer kesimleri de hedef alacağını söyledi. Nasrallah, Lübnan’ı korumak için Hizbullah savaşçılarının sınırı geçip Suriye’nin Kalamun Dağlarında savaşması gerektiğini söyledi.
Daha sonra başka bir gazeteciyle birlikte Hizbullah ile Nusra arasındaki çatışmaları gözlemlemek için o dağlara gittim. Hizbullah mensuplarının Nasrallah’tan bahsederken gösterdikleri hürmet etkileyiciydi ve Lübnan’ı El Nusra belasından korumak gibi bir kader anlayışları vardı. Seyyid onlara bunu yapmalarını söylediğinde, yapacaklarını söylediler. Ve böylece orada, evlerinden uzakta, toprak kazanmaktan ziyade şehitlik motivasyonuyla hareket eden El Nusra savaşçılarıyla zorlu çatışmalara girdiler. Eğer Hizbullah üyeleri ve aileleri arasında bir anket yapılsaydı, Nasrallah dünya genelinde en yüksek kabul gören kişi olurdu.
Nasrallah konuşmasında Hizbullah için Şam’ın hemen dışındaki El-Sit’te bulunan Seyyide Zeynep Camii’ni korumanın hayati önem taşıdığını söyledi. Bu caminin Ali ve Fatıma’nın kızı ve dolayısıyla Muhammed Peygamber’in torunu olan Zeyneb bint Ali’nin mezar yeri olduğu söylenmektedir. Türbenin Şii toplumu tarafından saygı görmesi ve El Kaide gruplarının Suriye’deki Şii nüfusu terörize etmesi ve Şii türbelerine saldırması nedeniyle Nasrallah’ın endişesi destekçileri arasında yankı buldu.
Nasrallah’ın röportaj üstüne röportaj vererek mezhepsel bölünmelerin kabul edilemez olduğunu ve bir arada yaşamanın esas olduğunu söylediğini anlamak çok önemlidir. Hizbullah’ın Suriye’ye girmesi kısmen Lübnan’ı El Nusra’dan korumak, kısmen de Suriye’deki Şii toplumunu ve Şii türbelerini korumak içindi. Bu, Hizbullah’ın Lübnan’da hem Lübnanlı ulusal bir güç hem de İslami (Şii değil) direniş olarak konumlanmasının bir göstergesidir. Nasrallah, Hizbullah liderliği boyunca örgütün bu iki yönü arasında ustalıkla ilerledi.
Lübnan’ın güney şehirlerinde dolaşırken Hizbullah’a verilen desteğin derinliğinin sarsılmaz olduğu açıkça görülüyor. Bunun nedeni, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesiyle başlayan ve 2000 yılında Lübnan’ın büyük bir bölümünü zorla ele geçiren İsrail işgaline Lübnan’ın son vermesini sağlayan şeyin Hizbullah’ın askeri becerisi olmasıdır. Hizbullah bu çatışma sırasında doğdu ve baskıya karşı cesaretin yanı sıra hem askeri hüner hem de siyasi zeka sergiledi. Nasrallah 1989’dan 1991’e kadar İran’da bulunmuş ve Kum’daki Şii ilahiyat okulunda eğitim görmüştür. 1991’de Lübnan’a döndüğünde kendini Hizbullah’a adadı ve ertesi yıl -Hizbullah lideri Abbas el Musavi’nin (1952-1992) ABD tarafından öldürülmesinden sonra- örgütün lideri oldu.
Nasrallah derhal, öldürülene kadar yürürlükte kalacak bir politikayı hayata geçirdi: Hizbullah sadece İsrail askeri hedeflerini vuracaktı, ancak İsrail Lübnanlı sivilleri vurursa Hizbullah da İsrailli sivillere misilleme yapacaktı. İsrail 2000 yılında yenilgiyle geri çekildiğinde, Hizbullah Lübnan’da İsrail işgaliyle işbirliği yapan hiç kimseyi hedef almayacağını kamuoyuna açıkladı. Lübnanlılar iyileşmek ve bir ulus olmak zorundaydı.
Lübnan’ın sahil kenti Sur’da (Tire) kimliği belirsiz kişiler 2012 yılının sonlarında alkol servisi yapan bir dizi restoranı bombaladı. Bu restoranların ve bir bira fabrikasının sahiplerinden bazılarıyla konuşmaya gittiğimde, hepsi de Hizbullah’tan birilerinin kendilerini ziyaret ederek saldırılar kendi üyeleri tarafından yapılmamış olsa da zararlarını karşılamayı teklif ettiğini söyledi. Nasrallah, alkol tüketimine karşı olmasına rağmen Lübnan halkının herhangi bir kesimin toplumsal değerlerine uymak zorunda olduğuna inanmadığını, aksine birbirlerinin adetlerine tahammül etmeyi öğrenmeleri gerektiğini söylemişti.
Nasrallah ve antisemitizm hakkındaki tüm konuşmalara rağmen, Beyrut’taki Maghen Abraham Sinagogu’nun yeniden inşasına yardım edenin Nasrallah yönetimindeki Hizbullah olduğunu göz önünde bulundurmakta fayda var. Arab News, Nasrallah’ın “[Sinagog] dini bir ibadet yeridir” ve “restorasyonu memnuniyetle karşılanmaktadır” dediğini aktardı. Nasrallah 2012 yılında Filistin’le ilgili bir tartışma sırasında Julian Assange’a “Tek çözüm Filistin toprakları üzerinde Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların demokratik şekilde ve barış içinde yaşayacağı tek bir devletin kurulmasıdır. Başka herhangi bir çözüm uygulanabilir olmayacak ve sürdürülemeyecektir” demişti.
İsrail, ABD’nin desteğiyle 2006 yılında Lübnan’ı bombalamaya başladığında Hizbullah’ın yok edileceği kesin gibi görünüyordu. Ancak Hizbullah saldırıya direndi ve İsrail’e karşı saldırıya geçti. Yıllar önce Arap ülkelerindeki dostlarım bana “Neden bir Hugo Chavez çıkaramıyoruz?” diye sorarlardı, yani neden Batı’nın müdahalesine ve İsrail’in Filistin’i işgaline karşı duracak bir lider çıkaramadıklarını sorarlardı. 2006 savaşı sırasında aynı kişiler Nasrallah’ın onların Chavez’i olduğunu, Cemal Abdül Nasır’ın vücut bulmuş hali olduğunu söylemeye başladı. Hizbullah’ın yok edilmemesi ve kendi ayakları üzerinde durabilmesi, Arap dünyasının geniş kesimlerine İsrail’in bu savaşı kaybettiğini kanıtladı.
Bu zafer kısmen Nasrallah’ın Hizbullah’ı askeri bir güçten Lübnan’ın büyük bölümündeki “direniş toplumu”nun (mujtama’ al-muqawama) ayrılmaz bir parçası haline getirme becerisine atfedilmektedir; bu direniş toplumu, İsrail’in Filistin işgalini ve güney Lübnan’daki müdahalelerini sona erdirmek için kendilerini uzun vadeli mücadeleye adadıkları Lübnan’ın güneyi ve Bekaa Vadisi banliyölerinin dünya görüşünü şekillendirmiştir. Hizbullah’ın dayanıklılığını belirleyen de Lübnan’ın güney bölgesindeki tünellerde sakladığı binlerce füzeden ziyade bu direniş topluluğudur. İsrailliler 2006 yılı boyunca ve sonrasında Nasrallah’ı birçok kez öldürmeye çalıştı ama başarılı olamadı. İsraillilerin ne zaman başarılı olacağı belli olmadığı için sık sık konuşmalarından birinin son konuşması olduğundan bahsederdi.
Nasrallah’ın öldürülmesi Lübnan’da şok etkisi yarattı çünkü Nasrallah’ın öldürülemeyeceğine dair bir kanı oluşmaya başlamıştı. Ancak Nasrallah bir insandı ve insanlar öyle ya da böyle ölür. Robert Fisk 2001 yılında yazdığı bir makalede Nasrallah’tan şehitliğe hazırlanmanın ne anlama geldiğini açıklamasını istemişti. Nasrallah “Bir saunada olduğunuzu düşünün” dedi. “Çok sıcak ama yan odada klima, bir koltuk, klasik müzik ve bir kokteyl olduğunu biliyorsunuz.” İsrail bombaları düştüğünde onun duruma yaklaşımı da bu olabilirdi.
1997’de en büyük oğlu Muhammed Hadi, Mlikh’te bir İsrail pususunda öldürüldü. Bu onun için kişisel bir kayıptı. Ölümünden bir gün sonra oğlu Cevad Nasrallah, İsrail uçakları tarafından atılan 85 adet 2000 ve 500 kiloluk bombalar sonucu oluşan korkunç kraterin bulunduğu yere gitti ve yok olan cesetlere bakarak acı içinde çığlıklar attı. İsrail’in devam eden bombardımanı şu ana kadar Lübnan’da 1000’den fazla insanın hayatına mal oldu ve yarım milyondan fazla insanı da yerinden etti. Savaş beklentisiyle yaşayan bir toplum, şimdi Filistinlilere yönelik soykırımını Lübnan’a ve nihayetinde İran’a karşı bir savaşa dönüştürmek isteyen İsrail’deki çaresiz bir liderliğin kendisine bahşettiği acımasızlıkla mücadele ediyor. İsrail’in eylemleri cehennemin kapılarını açmıştır.
Bu arada İran’ın Meşhed kentindeki İmam Rıza türbesi ve Şam yakınlarındaki Seyyide Zeynep türbesinde siyah bayraklar dalgalanıyordu; bu çok az kişiye nasip olan bir şereftir, Ayetullah Ruhullah Humeyni (1902-1989) bile bu şerefe nail olamamıştı. Şu anda Arap dünyasını saran şok yakında dağılacaktır. Hizbullah toparlanmaya çalışacaktır. Ancak İsrail’i mağlup ettiğini haklı olarak iddia edebilecek tek Arap lider olan Seyyid Hasan Nasrallah’ın yerini kolay kolay dolduramayacaktır.
Vijay Prashad’ın bu yazısı Peoples Dispatch’e 30 Eylül’de yayımlandı. İngilizce orijinalindeki spot şöyle: “İsrail, 27 Eylül Cuma günü 6 apartmanı yerle bir eden 2000 poundluk (907 kg) 80 bomba kullanarak Lübnanlı direniş liderine suikast düzenledi.”