Mete Gönültaş
Giriş
Herakleitos’un dediği gibi “panta rhei”. Yani herşey akar ve değişir. Değişim, insanlık tarihi boyunca değişmeyen tek olgudur.
Bilginin edinim, iletim, depolama, işleme ve paylaşımında katlanan bir yetenek artışı sağlayan bilgi ve iletişim teknolojileri, eş zamanlı diğer çeşitli eğilimlerle beraber çok boyutlu bir küresel dönüşümü tetiklemektedir. Küresel dönüşümün bilimsel, teknolojik, ekonomik, siyasal, sosyo-kültürel, ekolojik ve demografik yönleri bulunmaktadır. Dönüşüm eğitim, sağlık, güvenlik, savunma, ticaret ve yönetim gibi yaşamsal alanlarda derin etkilere yol açmaktadır. Artık bilgi altyapısının büyük ölçüde oluşturularak, bireysel ve toplumsal kurumlarla ilgili tüm hizmetlerin bu alt yapı üzerinden sürdürülmesi, gelişmişliğin temel ölçütü olarak kabul edilmektedir.
Çağın Değişen dinamikleri
Bilgi teknolojilerine ilişkin gelişmeler salt bilgisayarın ve İnternetin gündelik uygulamaya girişi ile sınırlı görülmemelidir. Bilgi teknolojilerinin şok edici etkisi, gündelik yaşantıdaki yaygın kullanımının yanı sıra, bilgi işleme yöntembilimlerindeki alanındaki dönüşümcü etkileri ile de ortaya çıkmaktadır.
Dönüşüm, bilimsel ve akademik çevreyi etkilemekte, klasik ayrık disiplinlerin yanı sıra, bir yandan yoğun veri işlenmesine dayanan yeni disiplinler, diğer yandan disiplinler arası ve disiplinler ötesi araştırma alanları gelişmektedir. Bu çağda nanoteknoloji, biyoteknoloji, biyomalzeme bilimi, robotik, genetik gibi yoğun veri işlenmesi gereken alanlarda sıçramalar sağlanmıştır. Tüm bu ilerlemeler, ortalama insan yaşamının süre ve kalitesini artırma, endüstriyel döngüyü hızlandırma, yaşam boyu eğitim, küreselliğin devamı, belirli bölgelerde refahın, daha geniş coğrafyalar ve toplumlarda yoksulluğun arttırılması, kültürel etkileşim artışı, egemenlerin gücünün artması, sivil toplum örgütlerinin çoğalmasına rağmen etkilerinin azalmasını, bireylerin yalnızlaşmasını, savaş ve tecavüzlerin artmasını, çevresel etkileşimin karmaşıklaşması ve doğanın daha çok tahrip edilmesini, yaşam kalitesinde kimi aristokrat isçiler yaratan artış gibi konuları da gündeme getirmektedir. Kısacası, geçmişin tarım ve endüstri devriminden sonra, küresel teknolojik değişimler zinciri günümüzde dünyayı değiştirmektedir.
Bu dönemde Marksist bakış bu hız içinde ötelenmeye çalışılarak, bilimsel yöntembilimde, mekanistik indirgemeci anlayış yerini karmaşıklık yaklaşımı, nonlinearite ve kaotik determinizme, Aristoteles mantığı bulanık mantık gibi klasik ötesi mantık türlerine, nesne temelli atomist bakış açısı ise eylem ve süreç temelli analiz ve değerlendirmeye (sistem dinamikleri) bırakmaya başlamıştır.
Çağımızda, küresel iletişimle, birimler birbirleriyle bütünleşmekte, kritik bilgi altyapıları kurulmakta, ekonomi ve toplum küreselleşmektedir. Küreselleşme sonucu yeni endüstri alanları ve yeni iş yapma şekilleri (e-ticaret) ortaya çıkmış, pazar küresel ölçeğe taşınmıştır. Küreselleşme olgusu, yine bilgi teknolojilerinin de etkisi ile üretim, tüketim, dağıtım ve paylaşım süreçlerinin yeniden tanımlanmasına yol açmaktadır. Ekonomik düzeyde başlayan küreselleşme, internet ve medyanın etkisi ile kültürel bir küreselleşme olgusunu da peşinden getirmekte, bu durum mevcut yapı ve değerlerde birbiri ile çatışan eğilimlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Sosyal anlamda kentleşme olgusu artarken, yabancılaşma ve bireyselleşme ön plana çıkmaktadır. Demografik alanda, özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde hızlı nüfus artışı sonucunda yoksullaşma, işsizlik, göç gibi sorunlar giderek ağırlaşmakta, gelişmiş ülkelerde ise genç nüfusun azalması, yaşam beklentisinin yükselmesi, nüfus artış hızının azalması ve yaşlı nüfusun artması gündeme taşınmaktadır. Eş zamanlı olarak, dünyada çevre kirliliği, küresel ısınma, erozyon ve çölleşme gibi ekolojik değişimler de gözlenmektedir
Dünyadaki teknolojik değişimler sosyo-ekonomik ve organizasyonel değişimi de zorunlu kılmaktadır. Küresel pazarlara açılma, ezici rekabet ortamı, malzeme teknolojisindeki gelişmeler ile bilgi ve iletişim alanındaki yenilikler organizasyonların yapısal ve işlevsel süreçlerini yeniden düzenlemelerini kaçınılmaz kılmaktadır.
Teknolojik yeniliklerin hızlanarak artması, çalışanlar için eğitim ve öğretimin sürekliliğini önemli kılmaktadır. Gelişen koşullar fırsat değil tehdit ortamı yaratmaktadır. Aynı şekilde sağlık, güvenlik, savunma ve diğer hizmetlerde de halkların aleyhine dönüşüm tüm hızıyla devam etmektedir.
Teknolojik gelişim gıda yetersizliği ve beslenme problemleri gibi sorunlara çözümler üretememiş, gelişmiş ve gelişmemiş olan ülkeler arasında mesafeyi ve yine bu ülkelerde sınıf ayrımını artırmıştır. Endüstriyel sürece ayak uydurma konusundaki başarısızlıklar bu ayrımı daha da artırmakta, gelişmekte olan ülkelerde pazarın zayıflığı, yoksul nüfus ve zayıf ekonomik yapı, yeni teknolojik yeteneklerin edinimini sağlamada yetersiz.
Bilgi teknolojilerinin yol açtığı temel değişim, küresel sistemde ve bunun alt unsuru olan “ulusal” ölçekte bireyler arası etkileşimi artırarak kontrol edilebilirliği göreli olarak azaltmaktır. Diğer yandan da teknik kitleri sıkı bir gözetim altına alabilmektedir. İnsanlık tarihi boyunca, bu kadar hızlı ve dramatik dönüşümlerin, mevcut dengeleri bozucu etkisi defalarca, açıkça görülmüştür. Karmaşıklık çağında yöneticiler binlerce bilgiye kolayca ulaşmakta, toplumlarsa doğru tercihlerde bulunabilmek için daha çok bilgi sahibi olmak zorunda kalmaktadırlar.
Gelişmeler dünyayı daha da korkunç hale getirmiştir. Daha açık anlatımla, kapitalist emperyalizm tarafından haksız savaşlar ve barbarca işgaller, hayatları öğüten yoksulluk ve vahşi eşitsizlik, kadınların her yerde mağdur hale gelmesi ve aşağılanması ile dolu bir ortam yaratılmakta ve pekiştirilmektedir. Bırakın çevresel krizin sadece gündelik yaşamın çarpıklığının ve hoyratlılığının sonucu olmasını, ekolojik dengeleri ve yaşam destek sistemlerini tehdit ettiği bir dünya yaratmakla kalmıyor, bütün bir evrene yayılıyor. Dünyada irili ufaklı bir çok çelişkiler her gün toplumsal politikada yer almakta, insanlığın çektiği acılar ve gezegeni bekleyen tehlike, asal olarak, “çağımızın temel çelişkisinin – hayli toplumsallaşmış, birbirine bağlı ve küreselleşmiş üretici güçler ile bu üretici güçlerin özel mülkiyet ve kontrol ilişkileri arasındaki çelişkisi- çözümü sağlanmadıkça derinleşerek genişleyecektir.
İnsanlığın ve coğrafyamızın önündeki sorunu; bu sorunun çözülmesi için neyin değişmesi gerektiğini ve bu değişim nasıl gerçekleşebilir olduğunu kavramak; insanlığın ve doğanın lehine değiştirme arzusuyla, dünyayı daha derin bir şekilde anlamasını sağlayan bilimin yöntemlerini kullanmakla olacaktır. Bütün öteki bilimlerde olduğu gibi devrimci Marksizm de sorunun gerçekte ne olduğundan, çözümün gerçekte karşı karşıya olduğu gereksinimlerden yola çıkar. Gerçekliğin içinde, sömürünün ve baskının üstesinden gelmenin ve devrim yoluyla farklı bir dünyayı var etmenin gerçek temeli yatar.
Kapitalizm ve altüst oluş
Sınıf hareketi 1980’lerin sonundan başlayarak, dalgalar halinde karşı devrimci dönüşümlerle, geri çekilmek zorunda bırakıldı. Polonya Gdanks Tersane’sindeki “gerici Dayanışma Sendikası”, bireysel özel mülkiyet sahibi taşımacıların ve market açma fırsatı bulmuş başkaca mülkiyetçilerin de tahriki, Kilise’nin özel çabalarıyla karşı devrimi gerçekleştirdi. Daha sonra Macaristan, Doğu Almanya’da uzun yıllardır faaliyet gösteren emperyalist güçlere bağlı oluşumların zorlamalarıyla ve ayaklanmalar buralara sıçradı. Sovyetler sözde açıklık ve reform politikaları ile geri çekilmeye çalışınca karşı devrim hızla buralarda baskın gelen sonuçlar elde etti.
Bütün bu sürecin üstüne, daha öncesinden sözü edilen bilimsel ilerlemelerle kimi işçilerin üretim sürecindeki kas güçlerinin azalışı, hizmet sektörünü arttıran fabrikasyon-depolama-mağaza faaliyetleri, gerekse, büro tekniğindeki gelişmeler ile hizmet sektöründe çalışanların sayısının artmasıyla birlikte emeğin fiziki yapısında yeni komplikasyonlar oluşturunca, sınıf ve sınıf mücadeleleri kavramı deforme edilerek kafa karışıklığı yaratılmaya çalışıldı.
Bu nedenle modern toplumun sınıf karakteristiğini yeniden yordamlamak yerinde olacaktır. Daha önce vurgulanması gereken Sosyalizm ile Kapitalizm arasındaki mücadelede yaşanan gel git olayını kavramaktır. 7 bin yıllık özel mülkiyet iktidarı ve onun aygıtlarının bir 70-100 yılda tümüyle ortadan kaldırılamaması, sosyalizmin ilk deneyiminin başarısızlıkla sonuçlanması, sınıf mücadelelerinin, ya da Tarihsel Devrimler Çağının bittiği anlamına gelmemektedir. Çünkü eski toplumun üretim karakterleri, gerekse üst yapı alışkanlıkları bir önceki toplumun en basit üretim aleti ortadan kalkmadan yeni toplum biçiminin mutlak olarak kurulamayacağını Marx kapitalin 1. Cildinin ilk 80-120 sayfasında anlatmıştır.
Kapitalizmin tek ve değiştirilemeyecek sistem olarak kendini dayatmak istemesine rağmen; yaşanan bir başka tablo ise makinelerdeki değişimin gerek üretim sürecinde, gerekse yaşam koşullarında ortaya çıkardığı farklı sonuçlardır. Düne göre işçilerin mülkiyetinde olamayan ev araçları, (buzdolabı, çamaşır makinesi vb.), oto’nun yanı sıra, kimi çalışanların konut sahibi olabilmeleri “işçi sınıfı” tanımını zayıflatmış gibi göstermektedir. Kapitalizmin kas işçiliğini her azaltış döneminde, işçi sınıfının kendi arasında, bazı farklılaşmalar yaşandığı görülmektedir. Bu farklılaşmalar kapitalistler tarafından ustaca ücretlere yansıtılarak sınıf arasında kopuşmaların yaşanması zorlanmaktadır.
Kapitalizmin başlangıcında topluca yaşadığı mahallelerde, hiç bir şeyi olmayan (mülksüzler), işçi sınıfı artık otomobil, ev sahibi, tatil yapabiliyor. Ama bütün bunlar gene de “kapital” değil, bunlara sahip olmak kapitalist olmaya yetmediği gibi, işçi sınıfı olmaktan kurtarmıyor. Bir şeyin “kapital” olabilmesi için bir “meta” (değer) kazanım işinin kurulması, yürütülmesi amacıyla gereken “anapara” ve/veya paraya çevrilebilir malların tamamı, “meta” olması gerekir. Oysa yukarda saydıklarımız emekçilerin hayatlarının sürmesinde kullandığı, hayatlarının vazgeçilmezi olan maddelerin tüketiminde dikkatli davranmaları, kısıntı yapmaları, idareli tüketmeleri sonucu edilmiş tasarruflarıdır. Ve sonuçta ertesi gün iş yerlerinde daha iyi üretim yapabilmeleri için kendilerini yeniden üretmelerini sağlar. Bu da iş güçlerini sattıkları kapitalistlere hizmet eder.
Günümüz toplumunun üretim süreç ve saatleri aslında son derece yoğun ve tempoludur. İnsanlar değil şehrin bir başından bir başına, kimi yerlerde ülkelerin bir başından bir başına gidip gelmektedirler. Binlerce bilgiye yetişmek, olanı biteni izlemek vb. zorundadırlar. Bu üretim seviyesinde borçlanarak elde ettikleri bireysel varlıkları artık lüks olmaktan çıkmakta mıdır? Bu varlıklar da onları iş gücünü satarak geçinen olmaktan çıkarmakta mıdır?
Fiziki olarak kas gücü ile çalışmayan, ancak fikir işçisi olmayanlar, ya da artık fabrikanın içinde araştırma yapan bilim adamları işçi midir değil midir? Sınıf nedir?
Sosyal Sınıflar ve Dinamikler Üzerine
Kapitalizmin Çağsal çözülüşü, Feodal toplum dönemini yıkmaya yönelik zamanlardaki kalkışmalarda öne çıkan ana sınıf tariflemelerini aşan dinamikleri gözler önüne sermekte.
Kaldı ki daha Burjuva demokratik devrimler döneminde mücadele saflarının en önünde yürüyen kadınlar, emek hareketinin ötesinde, kadının özgürleşmesinin, sosyalizmi de zorlayan fenomen olduğunu gösterecek idi. Alexandra Kollontai „İşçi Arıların Aşkı“nda kadın sorununun önemini ve toplumsal tabakalaşmanın sosyalizme geçişte zorlayıcı problemler yaratacağını anlatır.
Buradan Marx’a uzanalım. Sınıf’ın en gelişmiş güçlü bir tanımlamasını Das Kapital’in üçüncü cildinde yapmaya çalışır, ama cümlesi yarım kalır. Kendisinden sonra Engels, arkadaşının bıraktığı gibi yayınlamayı tercih eder. Daha sonra gelen bir ok „Marxist“ öğretici pratiğe uydurmaya çalışarak tamamlamaya çalışır. Bir başka değişle “sınıf” tanımlaması Marks tarafından etraflıca yapılamadan bu güne gelinmiştir.
Diğer yandan Sosyal sınıfların varoluşları ve savaşları buluşu Marksistlere özgü değildir. Hegel’in „Hukuk Felsefesinin Ana Çizgileri“ çalışmasının „giriş“ yazısı buna atfedilmiştir; yazı „her tanılamanın yüzeyde kalan bir bilim çerçevesi“ olduğunu açıklar. Ona göre olayların tam anlaşılması tanımlamalarla olmaz. Kaçınılmaz olan tarihsel gelişimleri ile gerçeklik kazanırlar.
Günümüzde de „sosyal sınıf“ olgusunun bilimsel ve tarihsel süreçlerinin gelişimi sırasında dönüşüme uğradığı düşünülerek, az ya da çok değişiklikle ele alınması gerektiğini göz önüne alınmalı. Tarihsel ve teknik dönüşüm, gelişim evrelerinin şöyle ya da böyle bazı deformasyon, renovasyonlar oluşturabileceği hesap edilerek, bir an için yapılmış sosyal sınıf tanımlamasının, “ bir şekilde yetersiz veya yüzeyde kalabileceği” unutulmamalı. (H.K) Geçmişten gelen tanımlamaları toplumsal ilişkilerin onlara, bilimsel gelişme ve tarihsel süreç içinde katabileceği yeni ögeler olduğunu düşünmez isek, donmuş ezbere formüller olarak kabuklaştırabiliriz. Bu nedenle sosyal sınıf ilişkileri bir çok geleneksel katagoriler gibi fosilleştirilmemelidir.
17. ve 18. Yüz yılda Feodallere karşı kolayca tariflenen Burjuvazi, İşçi sınıfı (ki manifaktürde, liman, tersane vb. çalışanlardı.), işsizler, köylüler, yoksul köylüler (hiç toprağı olmayanlar), lümpen proletarya sosyal sınıfları oluşturuyordu. Ancak ilişkiler yerli yerine oturmaya başlayınca örneğin Burjuvazinin Ticaret Burjuvazisi ve Kapitalistler (sanayici) gibi iki kategori oluşturduğu görülmekte idi.
Hemen sonrasına, modern topluma gelindiğinde, üretim sürecinde doğrudan rolleri bulunan Sosyal sınıflar öncelikle iki karakterde anlatılabilir; 1- Sınıfların bu süreçte durumları başkacadır, 2- Sınıfların beklentileri (çıkarları) başkacadır. Böyle ilk bakışta İşverenler, sermaye sahipleri olan üst (yöneten), ve sermayesi, üretim aracı olmadığı için çalışmak zorunda kalan İşçi sınıfı, emekçiler, çalışanlar (yönetilen) göze çarpar. Burada bildiğimiz bir artı değer sömürüsü ve gündelik olarak bunun üzerine pazarlık ekonomik demokratik mücadelenin eksenini oluşturacaktır. Doğaldır ki aralarında ki çatışma bu kadarla kalmayarak, üretimin kolektifliği ile yaratılan (Artı) değere “üst sınıflarca” el konulmasını sağlayan üretim araçlarının özel mülkiyeti; yeniden ve yeniden üretim araçları ve sermayeye dönüşümü hareketiyle art değere el konulması toplumsal alt üst oluş potansiyelini açığa çıkartacaktı. Bu durumun yarattığı resimde ilk algılanan kabaca, “kapitalizmde iki sınıf vardır; proletarya ve burjuvazi” olmaktaydı. Bu yanlış olmamakla birlikte eksiktir. Öğrenmenin kendi durduğun yerden metafizik yordamlamasıdır. Algıda seçiciliğin, kendi verileri ve çıkarlarını öne koyarak tanımlamasının da güzel bir örneği olsa gerek. Doğal olarak bu bakış yeni bir toplumsal yapıyı devraldığında karşılaşacağı sorunlara kapitalistlerin oyunu, ya da hastalık olarak bakacaktır.
Gerçekten burjuvazi içinde sosyal tabaka ve bazı farklılıklar (din, dil, mezhep, halk, inanç, usta, aydın, muhasebeci, avukat vb.) olmasaydı sistem tıkır tıkır işlerdi. Oysa onu ortaya çıkaran bizzat özel mülkiyete dayalı üretim yapılarını kendisidir.
Sosyal sınıf ve tabakaları ya da farklılıkları insanların kendi arzuları ya da kaprisleri değil, üretim düzeni ve bu düzenin yürütülmesi için ön görülen uygulamalar yaratır. Karşılık olarak sınıflar savaşı ve sosyal tabakalarla farklılaşan kümelerin istek ve çatışmaları ortaya çıkar. Sosyal sınıfların varlığını da başlangıçta burjuva düşünürleri gözlemlemiş ve üzerlerine yazmışlar. Marx ve Engels’ten çok önceleri bazı gerçekçi, pozitivist burjuva akımlarını kurucusu burjuva düşünür ve yazarlarının üzerine çalışma yapmalarının nedeni onları gerçeklik oluşudur.
Sosyalizm birinci evresinde başta burjuvazi ve işçi sınıfı olmak üzere diğer tabakaları üretim süreci karşısında yerli yerine oturtarak tarihsel deneyimleri irdelemiş ve yeniden gününe gelerek sınıf çatışmalarının temel nedenini açıklamıştır. Sosyal (üst) yapının ekonomik (alt) yapının üzerine kurulu olduğu savıyla tarihsel altüst oluşlar anlaşılır kılınmıştır. Günümüzdeyse savlanansa işçi sınıfını ortadan kalktığı veya “nitelik” değiştirdiği, bu nedenle tarihsel devrimler çağının bittiğidir. Artık olması gereken Burjuva Demokratik Devrim döneminin yarım bıraktığı reform ve Rönesansların tamamlanması!Kapitalizm tüm gücüyle sürerken işçi sınıfının ortadan kalktığını ileri sürmek “hile-şeriye”dir. “Gafleti beşer, bir adım sonra mahşer.” İnsanlık kıyamete böyle götürülür. Artı değer sömürüsü olmadan işleyen bir kapitalizm! Peki toplumlarda bu kadar insan ne yapıyor, neden çalışıyorlar? Neden asker, polis, savcı, yargıç oluyorlar? Bu kadar mağazayı kim açıyor, satın aldığımız için ödediğimiz paralar nereye gidiyor? Çalışanların aldığı ücret gerçekten ürettikleri “değeri”, yani emeklerini karşılıyor mu? Bunların cevabını biz biliyoruz. Ama kitlelerden gizlemek için başvurulan hilelerin en utanmazı “elveda proletarya” sözcüğüdür.. Üretim ilişkileri temeli üzerine kurulu kapitalizmin sosyal yapısını bu ya da şu insanlar, bu ya da şu krallar değil tarihsel gelişimi şekillendirmiştir. En basit bir dürüstlükle bakmak gerekirse hala olmayan işçi sınıfı ile kapitalistler arasında toplu iş sözleşmesi yapılmakta, olmayan işçi sınıfı greve çıkmakta, olmayan işçi sınıfı işsiz kalmaktadır. Kapitalsilerin kar oranları yükselmekte ya da sözüm ona düşmekte, borsada hisse senetleri satılmaktadır. Kapitalizm birbirine karşıt iki sınıf üzerine kuruludur ve bu sınıflar arasındaki çelişki ardı ardına kesilmeyen çatışmalarla doludur.
Karşı devrimleri tezgahlayan, coğrafyaları işgal ederek yeraltı yer üstü kaynaklarını yağmalayan, buraları kendi pazarları yaparken düşük iş güçleriyle “küresel artı değer sömürüsü” yaratan hegemonik finans kapital güçleri sınıf savaşlarını yasaklamaya, işçi sınıfını yok saymaya, dahası toplumdaki din, ulus, mezhep gibi bazı çatışmaları kışkırtarak ezilen sınıf ve tabakaların kardeşlik bağlarını parçalamaya çalışmaktadır. Böylece sınıflar savaşını insan bilincinden uzaklaştırarak, onları kendileri için yarar getirmeyen, daha da çok sömürülmelerini sağlayan boşuna hayvansı bir çekişme ve çatışmanın içine itmektedirler.
Sosyal Tabakalar üzerine
En genel anlamıyla işverenler (Kapitalistler) ve işçiler Modern toplumun birinci dereceden aktörleri olmakla birlikte, ikinci derecede kümelenmeler söz konusudur. Bunlar her bir birinci rol oynayan sosyal sınıfların kendi içinde buluna bileceği gibi, bütün bu başlıca sosyal sınıfları dışında da bulunabilmektedirler. Birincil derecede rol oynayanlar içinde kimi farklı özellikleri olan insanlar olacaktır. Bunlara ayırıcı olması için takım, grup, kesim diyebiliriz. Örneğin Burjuvazi içinde sanayiciler, ziraatçılar, bankacılar, tüccarlar Sermaye sınıfının başka kesimleridir. Bu kesimler arasında kapitalizmde kimi zaman neyin önemli oluşuna göre hiyerarşi değişebilir. Sanayici ve ziraatçi kesimlerin 19. Yüzyıl sonuna kadar birinci derecede egemenlik ve sermaye ve iş gücü potansiyeline sahip olup bankacılar ikinci düzeyde kalırken, 20 yüzyıldan itibaren bu ilişki tersine döndü. Bankalar birinci düzeyde hegemonya geliştirerek öteki kesimleri kendilerine uydu durumuna getirdiler.
Feodalizmi tasfiyeyi amaçladığı yıllarda Kapitalistlerin birincil gereksinimi olan işçiler en önemli ittifakı idi, hemen ardından yoksul köylülük gelmekteydi. Kapitalizmin gelişmesinin önündeki engel Feodal sistemin yıkılması için birincil dereceden işçiler ve daha sonra yoksul köylülerle ekmek, emek gücünü serbestçe pazarlama ve toprakların derebeylerin elinden alınarak köylülere dağıtılması üzerine kurulu yazılı olmayan, sloganlaştırılan, kavramlar halinde seslendirilen, bir anlamda “sosyal akit” söz konusuydu. Bu dönemlerin Devrimci Potansiyelini bir önceki, artık çağcıl olarak var olmaması gereken feodal sistemin yıkılması için yeni tip üretim biçim ve ilişkilerini kendi mülkiyet tarzında oluşturan anamalcılar ama onun vurucu gücü olarak da emek gücünü (gerçek ilişkilerde iş gücünü satmaktadır,) satmaya hazır işçiler (işçi sınıfı; Proletarya) oluşturmakta idi. Köylüler mülkiyet sitemi içinde yeni bir dönüşüm geçirecek, önce küçük mülk sahibi olarak kapitalist çarkın içine katılacak, sonra toprak rantı-artık ürün fiyat-Pazar ilişkilerinden ötürü topraklarını satmak zorunda kalacak. Toprak sahipleri Kapitalist sınıf arasında bir tabaka olarak oluşurken, topraksız köylüler ve tarım işçileri ortaya çıkacaktı..
İşçi sınıfı ve yoksul köylülerin aralarında ücret ve çalışma koşullarında ötürü bazı çatışmalar olsa da yazılı olmayan “sosyal akitleri” feodalizmin “ana kapitalist ülkeler”de tasfiyesine kadar sürecekti. Ta ki sanayi devrimin bu ülkelerde büyük ölçüde tamamlanışına kadar. 19. Yüz yıl ortalarında saatleri 15-18, kimi daha da fazlaya ulaşan, oldukça düşük ücretler, kadın ve çocuk emeğinin daha da kötü koşullarda olduğu çalışma koşulları dikkati çekmekte idi.Sanayicilerin, bankaların, tüccarların, toprak sahiplerini gelirlerinde büyük bir artış görülmesine karşılık köylerde ve kentlerde yaşayan fakir halk bu zenginlikten nasibini almamıştı. Köylerde artan nüfus işsizliğe ve toprak yetersizliğine yol açmış, alt yapının yetersiz kalmasına neden olmuştu. 1845 ve 1846 hasat mevsimlerinde Belçika’da kendinin gösteren Patates Hastalığı Avrupa’nın diğer ülkelerine yayılırken, büyük açlık salgınına yol açmış, toplumun yoksul kesimlerinde büyük bir tatminsizlik duygusuna neden olmuştu.
Aynı yıllarda işçilerin ve yoksul köylülerin sorunları ve çeşitli eylemlerinden dersler çıkaran Karl Marx ve Friedrich Engels çalışmalarına ara vererek Komünist Manifesto’yu kaleme aldı. 1 Şubat 1848 tarihinde yayınlanan Manifesto, özel mülkiyeti bir devrimle ortadan kaldırarak sınıfsız ve devletsiz bir toplum düzenini gerçekleştirmesi gerektiğini savlamakta idi. Bu koşullar altında devrim düşüncesi toplumun çeşitli kesimlerinde çok sayıda taraftar bularak yayıldı ve 1848 yılında patlak vermeye başladı.
1848 devrimleri, kıta Avrupa’sındaki çoğu ülkede toplumun büyük bir çoğunluğundaki büyük hayal kırıklığının ve yaygın huzursuzluk sürecinde farklı toplumsal sınıflar ile meslek kollarının üyeleri arasındaki geçici iş birliğinin bir sonucudur. İşçiler, öğrenciler ve zanaatkârlar Paris, Berlin ve Viyana’da barikatları kuran eylemciler ve sokak savaşçılarıydılar. Toplumun daha sağlıklı ve daha etkili unsurları olan iş adamları ve hukukçular ilk başlarda, eylemcilerin kendiliğinden giriştikleri ayaklanmaya sempati ile yaklaştılar, zaman geçtikçe tehlikeli derecede irrasyonel olarak gördükleri güçleri kontrol altına almanın ve devrimleri daha sınırlı ve özel hedeflerin elde edilmesine yönlendirmenin bu yolunu aramaya başladılar. 1848’de çeşitli geçici hükümetlerin kurulması yönündeki görüşlerini açıkça ifade etmişler ve bu süreci etkilemişlerdir.
1848 itibariyle kitlesel hareketlerin başını çeken devrimci militanların çoğu vasıflı işçiler ve zanaatkardı. Paris’te metal işçileri ve Berlin’de dokumacılar son birkaç on yıldır, toplumun patlamaya en hazır unsurlarıydılar. İktisadi değişimlerin getirdiği sorunlarla karşı karşıya idiler. Avrupa’nın belli başlı devletlerinde artan üretim vasıflı emek talebinin azalmasına neden oldu ve ustalar ile yöneticilerin arasını açtı. Diğer önemli bir devrimci faktör, önceden tahammül edilebilir olan koşulların kötüleşmesi ve uzun bir süre sonucunda oluşturulabilmiş olan toplumsal ve iktisadi büyüme ve yükselme olanaklarının tıkanmasıydı; 19. yüzyılın ortalarında bu durum güçlenerek yaygınlaşıyordu. Bir çok ülkede nüfus artışının da etkisi ile, işleri daha da kötüleştiren taşradan şehirlere göçün artması, bu da çalışanların üzerinde aleyhte durumun yaratması idi. İşverenler ve Hükümetler, işçilerin isteklerini göz önünde bulundurma konusunda daha isteksizleşmekte idi. Peşpeşe onların çıkarlarına karşı gelen yasalar yaptılar. 22 Şubat’ta Paris, 11 Mart’ta Viyana ve Prag ve 17 Mart’tan sonra da Berlin sokaklarına çıktılar aynı zamanda Paris’teki geçici hükümetin siyasallarına ve Frankfurt Parlamentosu’nun telkinlerine karşı geldiler. Bu devrim ve ayaklanmalar bütün Avrupa’ya yayıldı.
Tarihsel Devrim olarak burjuva devrimlerinin ve daha sonra İşçi sınıfı devrimi anlamında sosyalist ayaklanmaları öncüsü olan Avrupa’yı özetle taradık. Burada gözlemlediğimiz Tarihsel dönüşüm, sosyal devrim, ya da al üst oluş hızının zaten var olan, ya da sonradan eklemlenecek sosyal tabakaların kedi farklılıklarını ifade edecek zaman bırakmayacak hızda ve sertlikte gelişmesidir.
Dönemin hemen peşinden gelen Tekelci Kapitalizm döneminde Toplumun geniş kesimlerinde yoksullaşma olurken daha da az kesimleri daha çok zenginleşmektedir. Bu döneme gelirken, toplumsal ilişkiler belirli ölçülerde 19. yüzyılın ortalarından başlayan işçi sınıfı, zanaatkar ve köylülerin, ekmek, gül ve hürriyet için, komün için kalkışmalarının da etkisi ile kimi kazanımların „yazılı sosyal akitlere“ dönüşmesi nedeni ile „ana kapitalist ülkeler“de, (İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya, Belçika, vb.,) sınıf hareketlerinin devrimci hattında soru işaretleri belirmiştir. Bu dönemde sendikal sınıf hareketinin gündelik ekonomik, demokratik hareketlerle ivmelemeyi hedefler görünmesi işçi sınıfı içinde aristokrat kesimin ideolojik ağırlığının da baskın gelişini sağlamakta. Sendikalar genel anlamda Komünist partiler ile işçi sınıfının bağlarını zayıflatan bazı politikalara imza atmıştır. 19. Yüzyılı işçi sınıfı dinamiğindeki kalkışmalar kadın özgürleşmesine, kadınların cins olarak da ikinci sömürüye gerçek anlamda dikkat çeken momentumdur. Bütün bunlara rağmen miras hukuku gerekse oy verme konularında kazanımları Sosyalist Devrimler Çağında kadınlara göreli (ama yetersiz) önceliklerin dikkat çekmesi ile ilgili dengeler sağlanmak istenmesindendir. Burada bir not düşecek olursak; Mustafa Kemal kadınların oy verme hakkı ve meslek edinme konularında İsviçre’yi değil, Sovyetleri taklit etmiştir.
Kapitalizmde 4. dönem ulus ötesi hegemonyacılığın emperyalizm halini almasıdır. Feodal dönemdeki işgal ve ilhaklar biçimsel değişikleriyle sürerken, sermaye ve kültürel olarak boyunduruk altına aldığı ülkelerde sömürgecilik ilişkilerini kapitalist modernitenin gelişim paradoksuna endekslemiştir. Avrupa Komünistleri, oradan Menşevikler ile Lenin arasında gelişen polemik devrimci durumla ilgilidir. Kapitalist Emperyalizm başta işçi sınıfı olmak üzere ondan zarar gören sınıf ve tabakaların çelişkilerin yeni durumuna işaret eder. Bu durum Rusya İmparatorluğuna karşı Sant- Petrograd’da başlayan devrim Moskova, Kiev ve giderek tüm Çarlık Rusyasına yayılacaktır. Burada Halklar açısında yeni bir dönem başlayacak ve Emperyalizme karşı halk kurtuluş mücadeleleri yolu ile sosyalist devrime geçişlerin yolu açılacaktı. Sınıflar mücadelesinin boyutlanmasının, yani tabakalar, cinsler, halklar ile sarmallanarak yol alışının başlangıcı her ne kadar Kapitalist Burjuvazi ile birlikte başladığı serüven olsa da, özel mülkiyetçi sistemlerin sonuçlarının toplumsal ilişki bakımından sınıf mücadelesiyle tekleştiremeyecek bir çok yarattığı çeşitlilik ve onların çelişkilerini tarihsel-toplumsal dinamiklerin arasına katarak ve onların kendi alanlarını sosyal eşitlik kavramı açısından teorik ve pratik olarak kendi dinamiklerini yaratmalarını ve bunu tarihin ana devrimci akımı ile buluşturmalarını sağlayarak var olmalarının önünü açmaktadır.
Buradan bir başka Sosyal Tabakaları toparlamaya geçmeden önce vurgulanmadan geçemeyeceğimiz; Kapitalist Burjuvazinin henüz geleceği göremediği günlerde, toplumu bir arada tutabilmek için „Ulus“ önce kavramını, daha sonra aynı coğrafya’da farklı kavim ya da halk, ya da inanç vb. olduğu gerçeğini örtemediği için „Millet“ kavramını kullandı. Bu dönem de söz de başka „ulus“lara „kendi kaderini tayin hakkı“ ilkesini temalaştırdı. Ancak devrimci karekterini yitirdikten sonra bu temayı hasır altına itti. Bu tanım daha sonra Lenin tarafında ele alındı. Günümüzde Aynı coğrafyada farklı kadim toplumlar yaşadığından, gerekse „Ulus“ kavramının Rasist özellikler taşımasından dolayı „Halk“ kavramı uygun olarak kullanılmaktadır. Nihayet 2. Dünya savaiı sonrası büyük Ölçüde Halk Kurtuluş kalkışmaları dönemidir.
Halk sınıfla sarmallanmış, hem sınıfsal karakterleri içinde barındıran, hem de işçi sınıfını dışında köylüler, küçük esnaf, çalışanlar ve küçük burjuvazinin de olduğu emperyal boyunduruk altında bulunan, dil, yaşam tarzı, inanç ve kültürel olarak farklılıklar göstermesine rağmen özgürlükleri olmayan, sömürülen kümeler bütünüdür. Bunların içinde kadın ve cinsel yönelimleri farklı olanlarla, tabaka ve sınıf olarak kendi özgün durumlarına göre talepleri olanların ortak çıkarları Kapitalist emperyalizmin, giderek kapitalizmin boyunduruğundan kurtulmak için ortak yan yana gelmeleri, böylece kuracakları (devrimci) bir halk cumhuriyetinde devrimci demokrasi ile kazanacakları özgürlüklerdir.
Başka Bir deyişle Tarihsel Materyalizm açısında Halk Özgürlük Hareketleri kendi süreçlerini tüketerek sosyalist sisteme konusunda taviz vermemek durumundadırlar. Ne var ki kapitalizm büsbütün ortadan kalkmadan, hele kapitalist küreselleşme ve kapitalist küresel paylaşımlar çağı olan bu dönemde Kapitalizmi ortadan kaldırmaya yönelik bir kalkışma olmadan, daha da açıkçası Kapitalizm ortadan kalkmadan Halkların Kurtuluşu mümkün değildir ve bu tarihsel problem çözülemeyecektir.
21. yüzyıla neredeyse teknik ilerlemelerle endüstriyel iş sürecinde yapısal dönüşümün gerek işçi sınıfı (proletarya) üzerinde fiziki etkisi, gerekse aynı neden sınıf bağlarını zayıflatan yasa, uygulamaları sonucu sınıf içinde statü, ücret farklılıkları oluşturarak yapay tabakalaşma inşa etti. Yanı sıra önceki yüzyıldan beri burjuvazinin desteklediği sendikalizmin aristokratlaştırdığı işçi küçük burjuvaları sınıf hareketinin yükselmesini engellediler.
İşçi sınıfı içinde tarım işçileri, kaba işçiler (üretime alışmamış kaba işçiler), orta işçiler, usta işçiler, uzman işçiler (yönetici), vb. işçi sınıfını diğer tabakalarıdır. Bu ve yukarıdaki sosyal (tabaka) kümeler, sosyal sınıf gibi davranma özelliği göstermeyecek kadar heterojen, altlı üstlü bir çok durum ve çıkar farklılıkları gösterecek basamaklara dizilmişlerdir. Sosyal tabakaların hepsi önce modern üretim yordamı ile doğrudan ilişkide olamazlar. Aslında kapitalizm için gerekleri olmayan bu tabakalar, makinelerin üretim sürecindeki farklılaşmaları çatlatarak ilerlemesi ile birlikte gelişecek sınıf hareketinde saf tutabilirler.
Politik kargaşaya düşmemek için sosyal sınıf ve sosyal tabakaları ayrıca sosyal tabakaları birbirine karıştırmadan politik hat izlemek gerekir. Birincil sosyal modern sınıfların dışında kalan sosyal tabakaları bölümlendirmek, her ülkenin özel üretim, ekonomi politika koşullarına göre ayrılık ve güçlükler gösterir.
Bizim coğrafyamızda örneğin Kamu çalışanları bir çok ana kapitalist ülkenin çalışanına göre farklıdır. Devlet tarafında bir işi yapmaya „Memur“ edilmiştir. Bunu karşılığında para (ücret) alır. Bazı statüleri var (idi). Bu onu toplumun üstünde olarak, kendini güdücü hissetmesini sağlıyor, işçi sınıfından (amelelerden) ve köylülerden ayırıyordu. Tabakalaşmaya zorlayan „Memur“ vasıflandırması aslında bir işi yapmaya yükümlü olmanın karşılığı idi. 657 sayılı yasa da tam bir boyunduruk yasası idi. Gerçek karşılığını şimdi „Kamu Çalışanı“ olarak bulan „sosyal çalışman“lar Türkiye’de bu günkü haklarını kazanmak, işçi sınıfı içine onların dışında olmayan bir tabaka olarak katılmak için çok mücadele verdiler.
Bu örnekleri artırmak olasıdır.
Diğer yandan geçmiş çağların üretim yordamlamalarının, Tarihsel yadigar olarak kapitalizme taşıdığı sosyal tabakalar hala ayaktadır. Petrol ve altın kaynaklarıyla sanayisini Avrupa’dan sonra ama hızla geliştiren US Köleliği 1807’de Büyük Britanya’da çıkan Köle Ticaretini Yasaklayan Yasayla Birlikte Yasaklamış, Britanya’da 1833 yılında tamamen yasaklanmış. 1834 yılında Abdülmecit Osmanlı’da köleliği yasaklayan Yasa çıkartmıştır. 1947 yılında Birleşmiş Milletler Köleliği tamamen yasaklayan Karar almıştır. Buna rağmen kölelik dünyanın bir çok yerinde sürmektedir.
Feodalizm Özellikle doğu toplumlarında henüz tasfiye edilmemiştir. Bir çok coğrafyada üst yapı olarak sürmektedir.
Bunları bir kenara bırakacak olursak kapitalist siteme eklemlenmiş olarak yaşayan köylü tabakaları ile esnaf tabakaları geçmiş tarihin yadigarı olarak varlıklarını sürdürürler. Özel mülkiyet alışkanlığı olan ve modern üretim tarzına yabancı olan bu tabakalar kapitalizmden zarar görmekte olmalarına rağmen kendilerini işçi sınıfı çıkarlarıyla ortaklaşacak zeminde görmezler. Kapitalizmin tarımda ve sanayide hızla geliştirdiği yöntemler, depo, antrepo ve pazarlama sürecine birlikte el atması, yani; oligopol ve monipol sürecinin yanı sıra tarımda uyguladığı tohum endüstrisi, sera tarımı, deniz ötesi tarım gibi uygulamalar köylüler ve esnafları yer yer kapitalizme karşı dinamik olarak toplumsal mücadeleler dinamiğine katmaktadır.
Egemen sosyal sınıflar giderek azalırken daha çok kesimleri işçi sınıfı veya adayları arasına katmaktadır. Taylorizm, Fordizm gibi, zaten görevi artı değeri artırmak olan, bütün endüstriyel iş süreçlerini alt üst eden, aşırı kar hırsına bağlı makineleşme ve otomasyon işçileri makineler karşısında küçük bir çivi gibi önemsizleştiriken, kimi yerde iş saatleri 13-15 saatlere yükseliyor. Bilim ve bilimsel çalışmalar tamamen „verimi artırma yoluna“ kurban ediliyor. Oysa artı değer sömürüsü dijital teknoloji ile „ortalama“ (buna dijital makine kullanmayan, henüz kas gücünü kullanmayan, hizmet işçileri ve beyaz yakalılar (ki bunların %98’i genel anlamıyla endüstriyel iş sürecinin içinde hizmet işçilerine dönüşmüştür) 5 kat artmıştır.
İşçi sınıfının esas anlamda yerini ve yapısını belirleyen onun iş gücünü satmak zorunda oluşudur. İş gücünün ölçümü günümüzde farklı yöntemlerle yapılabilmektedir. Örneğin banka çalışanlarının gün içinde kaç müşteriye (servisine göre nasıl) hizmet verdiği, doktorun kaç hastaya baktığı, market çalışanının reyona ne kadar mal çıkarttığı vb. farklı hesaplamalar kullanılır. Üretimin sürecinin içine alınan Bilim İnsanları’nın neredeyse özgür araştırma inisiyatifleri yok edilmiş, sipariş üzerine araştırma yapan „uzman işçiler“ durumuna getirilmiştir.
Modern Büyük Toprak Sahipliği veya Mülk Sahipliği dahil Sanayi ve her şey tüm dünyada Bankalar yoluyla Finans Kapitalin denetimine geçmektedir. Bütün dünyayı etkisi altına alan online yolu ile para dolaşımı gümrük duvarlarını ortadan kaldırmış. İrili ufaklı meta dolaşımı ve para aktarımlarını Finans Kapitalin eline bırakmıştır.
Tüm küreyi Pazar durumuna getiren meta dolaşımı aslında üretimi artırmıştır. İletişim sektörü, ulaşım, Tüketim sektörlerindeki gelişme, Bankacılığın genişlemesi vb. hizmet sektörü çalışanlarının sayısını rengini değiştirerek artırmıştır. İlk Bakışta işçi sınıfının dışında tabaka gibi görülen yeni hizmet alanlarının beyaz yakalıları işçi sınıfının içinde ve onu fiziksel değişimi ile ilgidir.
İşçi sınıfının esas anlamda yerini ve yapısını belirleyen onun iş gücünü satmak zorunda oluşudur. İş gücünün ölçümü günümüzde farklı yöntemlerle yapılabilmektedir. Örneğin banka çalışanlarının gün içinde kaç müşteriye (servisine göre nasıl) hizmet verdiği, doktorun kaç hastaya baktığı, market çalışanının reyona ne kadar mal çıkarttığı vb.
Bu anlamda çalışma alanları ne olursa olsun iş güçlerini satanların iş verenler karşısındaki çıkarları ortak, kendi aralarındaki ilişki iş bölümü ve iş birliği şeklindedir.
Genel Olarak Kadınlar ve Cinsel Yönelimler
Son 30-40 yıldır kadın hareketi ivmeler halinde yükselmektedir. Köylü sorunu ya da Halklar sorunu gibi Sosyalizm dönemine de kendisini taşıyacak olan bu dinamik tabi ki bunlardan oldukça ayrı ve önemlidir. Kadın, bir bakıma „sosyal tabaka“, ama esas olarak „sosyal bir sınıftır”. Bu coğrafyamızda farklı nedenlerden katmerlenir.
„En aşağılık kölenin evinde, tarlasında tepe tepe sömürüp ezdiği, etini ve ruhunu cımbızla didikleri ev kölesi, cariyesi vardır.“… „Sosyal stratejimizin hem en sonuncusu, hem en en birinci gelen kat: kadın-erkek sınıflaşmasıdır. Kadının ezilen, soyulan bir alt sınıf oluşu; Türkiye toplumunun köy kasaba, Şehir bütün katlarında en yaygın bir sosyal ve orijinal trajedimizdir.“ (H.K. Kadın Olarak Sosyal sınıfımız)
Kadın sorunu ve hareketi en genel tanımıyla 7000 yıllık mülkiyetçi düzen ve onun öncesinde avcı ve savaşçı kabileler döneminin günümüze taşınmıştı. Kavram çok yönlü analiz ve tespitlerle birlikte çok yönlü de çözümler bekleyerek geleceğe kapitalizme, feodalizme, köleliğe karşı ittifak içinde olduğu işçi sınıfı ile de mücadelesini sürdürerek taşınacaktır. Kadınlık içi ve köylülük içinde hem bir tabakalaşma, hem de ikincil olarak patriarkal egemenlikte evde, sokakta vb. iş gücü ve cinsel olarak ikinci kez sömürülen alt sınıftır. Bu her ne kadar sosyalistlerin sözde bilincine çıksa bile halk kolektiflerinde kadın kolektifinin, giderek kadın komününün tam bir özgürleşme bilinç ve pratiği oluşmadan çözülemeyecektir.
Bu gün için Kadın mücadelesini yeniden bir feodal algı yanılsaması içinde erkek kadın ilişkisine dönüştürmeden, doğrudan, patriarka ve üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı mücadeleye dönüştürmelidir.
Cinsel yönelimler ile ilgili sorun da tıpkı Kadın sorunu gibi vahşet çağına dayanır. Günümüzde bazı modern yaşamı tercih etmeyen, ya da henüz tanışmamış kabilelerde „eş cinsellik“, „cinsel yönelim“ kutsanmıştı. Kimi zaman kendi aralarında mistik törenler yaparlar. Antik çağda (kadın ya da erkek doğumlu) eşcinsel tanrılara rastlanmaktadır. Eş cinsel sevgilisinin olması ise bir lükstür. Eş cinsellik çağlar boyu Patriarkal düzen tarafında istismar edilmiş, kimi zaman da günah ve suç sayılarak toplum dışına itilerek ancak güçleri daha da hoyrat ve azgınca kullandığı köleler olmuştur. Burjuvaziyi Feodaliteyi yıkmada devrimci olmaya zorlayan işçi sınıfı ittifakı döneminde kadınlar ve cinsel yönelimleri farklı olanlara göreli haklar tanınmakla birlikte, bu yer yer gerilemiş, yer yer de anlaşmaz karmaşa içinde boğulmuştur. Feodal üst yapının kendi sömürü dizeni bakımından engel olmadığına karar veren Kapitalist burjuvazi ve onun tabakaları Kadın sorununda olduğundan daha da fazla „cinsel yönelimler“ sorununda grici ya da istismarcı politikalar izlemektedir. İşçi sınıfı hareketi gerek Sosyalist Devrim gerekse Halk Devrimleri stratejilerinde „Kadın“ sorununa sosyal sınıflar objektifinden, „Cinsel Yönelimler“ sorununa ikincil sosyal tabakalar objektifinden bakar. Bunlar „tam“ olarak sınıf indirgemeci mantıkla ele alamayacak, ama „tam“ olarak toplumsal bir alt üst oluşla çözülecek özgürlükler sorunudur. Sınıf mücadelesiyle buluşması kendisi için bir şanstır. Sınıf hareketi için de ideolojik sentezlemesini „cinsel yönelimlerin“otonom hareket alanlarında buluşması onları özgürlüğü deneyim ve istemlerin, döne döne partiye taşıyarak sınıfın perspektif zenginliğini artıracaktır.
İnançlar ve Cemeatler
Tarihsel alüstlerin toplumsal yaşam (üretim ve paylaşım) döneminin alet, edevat, alanlar ve üreticiler olarak köle sahiplerince yerle bir edilmesinden başlayarak, farklı inançları da baskısı altına aldığı bilinmektedir. Zamanın evrelerine göre; Köleler, (Kimi) Zanaatkârlar, Esnaflar, Tüccarlar, Köylüler ve Toplum kesimleri; efendiler, feodaller, derebeyleri ve en son egemen kapitalist kültürlerin tercih ettiği inanç örgütlenmelerine direnmiş, kendi inançlarını yaşatmaya çalışmış, ya da salt farklılaşma gayreti ile yeni inanç fraksiyonlarında kümelenmiştir. Günümüzde kitleleri çağcıl sıçrama anlamında çelişkide bırakmakla birlikte, inancın tek tipleştirilmesine karşı çıkmaları, bu konuda örgütlenme ve eylemlerde bulunmaları sistemi zorlamaktadır. Sınıf hareketinin dışında kalan bu kümelenmeler kapsadığı çeşitli sınıflarla sosyal bir çevre olmakla birlikte asıl gövdesini oluşturan işçi sınıfı ve yoksul köylülükle sınıf hattının içinde bir tabaka oluşturmaktadır.
Çağımızın inanç özgürlükleri konusunda Proletarya demokrasisinin ulaştığı nokta bütün dinamiklerin devrimci olmadığını düşünerek özgürlüklere önem vere bilmesidir. Böylece Tarihsel yadigarlardan biri olan inançlar sorunu egemenlerin yönetim araçları olmaktan çıkıp özgürlükle kullanılırken yeniden kendini bilimle eviriltip sorgulaya bilecektir.
Çevre ve kriz
Dünya atmosferinde bulunan karbondioksit düzeyi milyonda dört yüz parçaya ulaştığını 9 Mayıs 2013 günü Havai’de bulunan Dünya Sistemleri Araştırma Laboratuarı kayıtlarına geçiriyor. Dünya miktarda karbondioksit yükünü en son gezegende henüz insan yaşamının bulunmadığı, yaklaşık üç yüz milyon yıl önceki dönemde taşıdı. İklim bilimi, sanayi öncesi aşamalara göre Dünya ısısının iki dereceden fazla artmasının ile geri dönüşü olmayan ve yıkıcı iklim değişikliğine sebep olacağını saptadı.
Bunun etkilerini aşırı iklim olayları (eşi görülmemiş taşkınlar, kasırgalar tayfunlar), kuraklıklar, çölleşme, Arktik’te buzların eriyerek en düşük seviyelere inmesi gibi, şimdiden yaşıyoruz. Tekeller bu sonuçları da kara dönüştürmek için inanılmaz çaba içindeler. Fosil yakıtlarına korkunç yatırımlar yapıyorlar ve giderek artan pay, sözde “konvansiyonel olmayan” petrol ve gaz rezervlerine (hidrolik kırılma, derin açık deniz, katranlı kumlar, ağır ham petrol, şist petrolü, vs.) ayrılıyor. Küresel iklim müzakerelerinden, en belirgin Kopenhag 2010’dan, hiçbir sonuç alınamıyor. Ha keza son iklim görüşmeleri, “büyük güçler” arasında yoğun rekabetin alanı olmaları bakımında dikkat çekmiştir. – bir tarafta, fosil yakıtlarına bağlılıktan uzaklaşacak herhangi bir adım atmaya isteksiz ve bunu yapamaya elverişli olmayan güçler, diğer tarafta ise rekabetçi konumlanışlarının alet kutusuna iklim değişikliği adaptasyonunu yerleştirmeye (örneğin Avrupalılar ve Çinliler, bazı yenilebilir enerji teknolojilerinde avantaja sahiptir) çalışan güçler.
Küresel bazı güçler sadece enerjide değil:, gezegenin mineralleri ve hammaddeleri için de keskin rekabet, Dünyanın kaynaklarının kayıtsızca yağmalanması için bir kapışma içindeler. Tomrukçuluk ve kereste operasyonları, tropik ormanları ortadan kaldıran vahşi ağaç talanı, tarım tarafından toprağın bozulup kurutulması ve okyanuslar asitlenerek doğanın bir toksin atık “bataklığına” dönüştürülmesi Kapitalizmin hızlı ve daha fazla kar elde edebilmek için doğayla sürdürülebilir bir şekilde etkileşime girememesinden ötürüdür
Bu bağlamda; ekolojik kriz sınıf mücadelesini çeşitli biçimlerde etkilemekte ve etkilemeye devam edecektir. Çevresel yıkım, küresel sınıf mücadelesinin fay hattı ve özellikle ezilen ülkelerde bulunan, çoğu zaman köylü ve yerli halkların mücadelesiyle bağlantılı olan, ama aynı zamanda emperyalist kalelerde de bulunan önemli kitle direnişinin bir odak noktasıdır. Bunu yanı sıra çevresel bozulmanın yol açabileceği türden istikrarsızlıkların ve emperyalistlerin adlandırmasıyla; “çevresel güvenlik krizlerinin” kitlesel sosyal krizi tetiklemesi ve devrimci krizi ivmelendirmesi ihtimali unutulmamalıdır.
Sonuç
Kapitalizm sadece proletarya burjuvazi arasında çelişki yaratan bir düzen olmakla kalmamış, büyüyüp genişledikçe doğa ve toplumlar üzerinde açtığı tahribat nedeni ile bir çok çelişki ortaya çıkartmıştır. Sorunlar yaratmakla almayıp, tarihin yadigarı olan sorunları da çözmemektedir. Yarattığı ve çözemediği, yukarıda anlatmaya çalıştığımız, sitemden zarar gören, sorunların muhatabı sosyal sınıf ve tabakalar değişim ve ani kabarmalar için çeşitlilik zemininde yeni kanallardır. Bilimsel yönelimle bunlar; sorunların ötelenmesi değil çözümünü sağlayacak devrim için, tam anlamıyla bir devrimci demokrasi için ve bu devrim ile karşı karşıya olduğu zorlukların ihtiyaç ve potansiyellerinin anlaşılması ve bunlar üzerinde eyleme geçilmesi için gerekli hareketin inşa edilmesinde kritik önemdedirler.
Yapılan eleştiri ve suçlamalarının aksine, kapitalizmle çatışan her olgunun devrimci dalga dinamiği olduğu tespiti, devrimci yasalar ve özel olarak da anarşinin zorlayıcı gücü, sınıf mücadelesini tasfiye etmez. Aksine toplumu ve dünyayı dönüştürmek için yapılması gerekenlerin temel sahnesini hazırlayan budur.