İklim değişimiyle mücadele kapsamında BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli düzenli raporlar yayınlıyor ve emisyon oranlarında bir düşüş sağlanmaması halinde kaotik bir yok oluş senaryosunu hatırlatıyor. Bilim insanlarının genel bulgusu iklim değişimini tetikleyen, endüstrileşmeyle gelen hidro-karbon yakıtların atmosfere saldığı gazların yarattığı sera etkisi ve ötesi. İklim olaylarındaki değişim de yaşanan kaotik sürecin sonuçları arasında görülüyor. Bu çerçevede ülkeler emisyon oranlarını azaltacak formüller arıyor. Yenilenebilir kaynaklar, hızla yatırımların kaydırıldığı yeni enerji kalemleri olurken bunlara özellikle Dubai’deki COP 28 ile açıktan dile getirilen nükleer eklendi. Buysa aralarında bankaların da olduğu nükleer ikliminde bir değişimi getiriyor. Bu hafta nükleer cephesindeki son gelişmelere bakacağız.
Bankalar nükleer enerjiye kredi mi verecek?
Nükleer enerjinin kendisi yeni olmasa da finansman alanında yaşanan gelişmeler yeniliğe işaret ediyor. Geçtiğimiz hafta Citi, Morgan Stanley ve Goldman Sachs’ın da aralarında olduğu 14 bankanın nükleer enerjiye destek verecekleri ifade edildi. Ancak bu desteğin kapsamı tam olarak netleşmiş değil.
Dünya Nükleer Birliği, Dünya Nükleer Performans Raporu 2024’e göre dünya elektrik ihtiyacının yüzde 9’unu nükleer enerjiden karşılıyor. Özellikle COP 28’de “nükleer enerji kapasitesinin 2050’ye kadar üç kart artırılması” kararı alınması, nükleer enerjiye dönük ilgi ve iştahı artıracak. Çin başta olmak üzere ABD, Rusya, Fransa gibi ülkeler dünya genelinde ve kendi ülkelerinde nükleer enerjiye yatırımlarını sürdürüyor. Ortadoğu ve Afrika’yı da içerecek şekilde nükleerin kapsama alanı genişleyecek. Ancak firmalar açısından nükleer enerji projelerini zorlayan bir başlık var: Finansman.
Nükleer santral işletmek hem maliyetli hem riski yüksek alanların başında geldi. Öyle ki 1973 petrol krizi sonrası Batı’da ivmelenen nükleer enerji projelerinin 1990’larda yavaşlamasında maliyet etkili oldu. Bunun yanında 1979 ABD Three Mile Island Kazası, 1986 Çernobil, 2011 Fukuşima yalnızca finansman açısından değil, nükleer santrallerin taşıdığı risk konusunda da uyarıcı bir etki yarattı.
Yukarıda özetlenen nedenler uyarınca nükleer enerji projelerine Dünya Bankası ve diğer çok taraflı kuruluşlar destek vermiyor. Benzer biçimde bankalar; çevresel etkiler, inşa sürecinin uzunluğu, ödemenin geniş zamana yayılması ve içerdiği risk nedeniyle nükleer projelere destekte isteksiz. Ancak bu hafta gündeme gelen 14 bankanın açıklaması “finansmanda yeni bir iklime mi geçiliyor?” sorusuna neden oldu. Öte yandan bankacılık uzmanları nükleer projelere nasıl bir destek sunulacağı konusunda soru işaretleri olduğunu da hatırlatmaktan geri durmuyor.
İklim değişimi ve nükleer enerji
İklim değişimi tartışmaları, odağına fosil yakıtların yarattığı sera etkisi ve karbon salınımını alıyor. 2015 Paris Anlaşması sonrasında pek çok devlet net sıfır hedeflerini açıklamaya ve emisyon azaltımına dönük planlarını hayata geçirmeye başladı. Bu noktada genellikle solar, rüzgar ve dalga gibi enerji kalemleri işaret ediliyordu. Son 5 yıldır da buna nükleer enerji tartışmaları eklendi.
Nükleer enerjinin düşük karbonlu bir enerji türü olduğu ve emisyon azaltımlarında devletlere, şirketlere yardımcı olacağı bu yönelimin ana fikri. ABD, Rusya, Çin ve Fransa zaten nükleeri emisyon oranlarını azaltan kolaylaştırıcı olarak görüyordu. İklim değişimi üzerinden getirilen bu yeni yaklaşımsa nükleer enerjiyi “katlanılması gereken bir kötülük” olmaktan çıkarıp “iklim değişimi çözümünün bir parçası” olarak sunup normalleştirmeyi hedefliyor. Üstelik devletlerin yanına yeni aktörler de ekleniyor.
Microsoft’un kendine özel santrali: Three Miles Island ı
Teknoloji şirketleri için veri hayati, özellikle yapay zeka destekli veri depolama ve işleme süreçleri ciddi biçimde elektrik talebine ve bunun beslenmesi gerekliliğine yol açıyor. İşte bu nokta özellikle teknoloji şirketleri, nükleer santral kurma ve olanlardan faydalanmayı iklim hedefleri ve emisyon oranlarını azaltmaya çözüm olarak görmeye başladı. Geçen hafta gündeme düşen haber de bu varsayımın güncel kanıtı.
Microsoft, Pennsylvania’daki Three Mile Island’da hizmet dışı bırakılma sürecinde olan 835 megavatlık bir nükleer reaktörü yeniden çalıştırmak için Constellation Energy ile 20 yıllık bir anlaşma yaptı. Şirket, bu yılın başında emisyon oranlarının 2020’den bu yana üçte bir oranında arttığını söylemişti. Bir diğer teknoloji devi Oracle da yakında izinleri olan üç küçük modüler reaktörle beslenecek büyük bir veri merkezi tasarladığını duyurdu. Yakında pek çok teknoloji şirketi benzer adımlarla kendi nükleer santrallerini kurmaya yoluna gidebilir.
1979 Three Miles Island kazası, 1986 Çernobil, 2011 Fukuşima nükleer enerjinin taşıdığı risk açısından uyarı niteliğinde olsa da sebep-sonuç ilişkisinin karıştığı bir iklim değişimiyle mücadele süreci yaşanıyor. Oysa 2011’de Fukuşima’da yaşanan kaza sonrasında önce Japonya, ardından Almanya gibi ülkeler nükleere veda senaryolarını gündeme getirmişti. Nükleer santralde meydana gelen bir patlamanın olası etkileri konusunda bilim insanlarının uyarılarında bir değişiklik yok. Doğanın mahvolmasına kapı araladığına da insanlık defalarca şahit oldu. Ancak belli ki bugün yeni bir denklemde eskisine nazaran daha küçük reaktörler yapmak tarihi unutmaya referans sayılabiliyor. Dahası nükleer enerjiye dönük yanıtlanması gereken bazı sorular bırakıldığı yerde duruyor.
İlk olarak nükleer atıkların saklanması veya ortadan kaldırılmasına dönük nasıl bir ilerleme kaydedildi? Buna dönük tecrübemiz; bunların özel varillerle ya yoksul ülkelerin topraklarında saklanması ya da bir şekilde nükleer santralin olduğu ülkede depolanması. Ancak nükleer atıkların yok olmadığını biliyoruz. İkincisi, patlama riskine dönük/aşırı hava olayları, deprem dikkate alındığında geçmişten nasıl bir ders çıkarıldı? Bunu da bilmiyoruz, en güvenilen şirketlerin dahi santralin patlama riskine karşı, özellikle olağanüstü koşullar karşısında nasıl caydırıcı yöntemler, sistemler kurduğu hala sır.
Son olarak fosil yakıtlar beraberinde bir bağımlılık ilişkisi getiriyor buysa enerji güvenliği açısından risk olarak görülüyordu, sık sık da buna Rusya örneği verilir. Peki bu bağımlılığı frenlemek için nükleer zenginleştirme ve nükleer ekipmanlara erişimde bir eşitlik mi olacak? Bu soruya kolaylıkla hayır yanıtı verilebilir. Nükleer enerjide uranyuma sahip olmak bir yana zenginleştirme kapasitesi kritik. Bunuysa başta Rusya, ABD gibi ülkeler sağlayabiliyor. Nitekim ABD’nin Rusya’nın nükleer devi Rosatom’u yaptırımların dışında tutmasında da şirketin uranyum zenginleştirme kapasitesi var. Dahası söz konusu ekipmanlar da yine belirli ülkelerin üretebileceği özelliklere sahip ki bunların belirli aralıklarla yenilenmesi de gerekiyor. Eğer zenginleştirilmiş uranyum ve ekipmana ulaşılamazsa nükleer santral boş bir fabrika binası gibi bekleyecektir ki bunun olmaması için daha derin bir bağımlılık ilişkisi gerekiyor.
Sonuç olarak nükleer enerjiye dönük sorular havada ve deneyimler ortada. İklim değişimi, beraberinde bir çok değişimi getirirken bazı sektörler ve aktörler için de yeni fırsat alanları yaratıyor ki buna son olarak nükleer enerji eklendi. Gerçekten dünyayı bir cehenneme çevirmek üzere olan insan, yeni çözüm olarak içinde yeni kaos ve felaket tecrübeleri olan nükleer enerji konusunda ilk olarak bankaları mı ikna ederek iklim değişimiyle mücadele edecek? Dünyanın yüz yüze kaldığı bu sorunun tek çözümü nükleer enerji ve ona dönük finansman sorunu mu? Şirketlerin “ben de kendi santralimi kurarım” dediği eşikte yeterli güvenliğin sağlanacağından emin miyiz, yoksa durduğumuz yer sektör dönsün, kasalarımız dolsun, elektrik üretilsin de benden sonrası tufan yaklaşımı mı?