Shakespeare’in ünlü oyunu “Romeo ve Jülyet”te, Jülyet’in Romeo’ya, aileleri arasındaki husumetin imkânsız kıldığı aşklarını savunmak için başvurduğu muhakemeyi ifade ettiği sahne yüz yıllardır “görünüş ve öz” arasındaki diyalektik gerilimin edebi ifadesi olarak dillerde geziyor. Jülyet, aşklarının önüne dikilen hanedan mensubiyetinin yol açtığı toplumsal ve politik engelleri aşmak için mütereddit Romeo’yu gayrete getirme umuduyla “Bir addan ne çıkar” der. “Güle ne dersen de, hep aynı kokar.”
Jülyet’in, “Montague” ve “Capulet” hanedanları arasındaki kan davasını, bu toplumsal olarak inşa edilmiş bölünmeyi aşabileceğine, soyadlarının zaman ve hayatın gerisinde kalmış engellerden ibaret olduğuna olan inancı Romeo’yu da geleneğe meydan okumaya ikna eder. Aşıklar gizlice evlenir. Heyhat, hanedanlar arasındaki düşmanlığın gücü, bireylerin aşkına galip gelir. Trajik son, kaçınılmazdır…
Israrla karşımıza dikilen HDP
Edebiyatın güzelliği, derin mevzuları ölümsüz sözlere kavuşturabilme büyüsünde. Bir aşk hikayesi örgüsünden çıkagelen “bir addan ne çıkar” sorusu, bizi Romeo ve Jülyet’in kurgusal akıbetinden çok, adlar ve adlandırmalar bahsinde bambaşka bağlamlarda karşımıza çıkan çelişkilerin aşılıp aşılamayacağı, bunların sahici olup olmayacağı, adlandırmanın anlamlandırmayla karmaşık ve organik ilişkisinin üzerinden “bir addan ne çıkar” der demez atlamış olup olamayacağımız, adlandırmanın sınırları ve adların kendi güçleri gibi derin mevzular dolayısıyla ilgilendiriyor.
Son aylarda, üçüncü kutbun geçmişi ve geleceği üzerine düşünülür ve konuşulurken, üzerinden bir yılda üç parti -Yeşil Sol, HEDEP ve DEM Parti- geçirdiğimiz HDP’nin düşüncede ve söylemde, meriyette olanları ikame ederek oradan buradan ısrarla karşımıza dikilmesi gözlerden kaçmamış olmalı.
Örneğin Yeni Yaşam’da “Örgütlenme Konferansı” sonrasında Mehmet Nuri Özdemir imzasıyla yayımlanan “Çokluğa dönüş” başlıklı makale bu bakımdan semptomatik sayılır. Özdemir, “HDP, siyasi partiler içinde çoklukların kendini ifade ettiği ve örgütlediği, hattâ çoklukların partisiydi. Sistemin dış saldırılarının içe yansımalarını kısaca hatırlarsak; özellikle Mayıs 2023 genel seçimlerinde ortaya çıkan eksikliklerin bahanesiyle, içerden ve dışardan çokluk paradigmasının nasıl hedef alındığını unutmamak gerek” diye hatırlatıyor.
Özgürlük hareketinin acımasız ama sağaltıcı eleştirileri
Özdemir, HDP müktesebatının darbelendiği dönemi tasvir ediyor: “Çokluklar o dönemde bir kesim tarafından adeta mahkûm edilmeye çalışıldı. Konjonktürün içine hapsolan tehlikeli bir bakış, halkı adeta kışkırtarak partiyi kurumsal, ideolojik, paradigmal hattan saptıran bir zemine çekmeyi denedi. Kürt hareketinin ufku daraltılarak, şarkiyatçı bir mantıkla, sanki Kürtlerin yoksulluk, kadın, gençlik, ekoloji, emek, kent sorunu yokmuş gibi, bu mücadele alanlarında var olmayı Kürtlere yakıştırmayan; ‘bırakın kadınları, kentleri, ekolojiyi, emeği…’ diyen bu miyop bakış, uzun bir süre adeta kıyametler kopardı. Kürtler sadece kimlik siyasetiyle sınırlı kalan dar bir politik gettoya sıkıştırılarak diğer mücadele başlıklarının yerel, bölgesel ve evrensel ölçekteki bağlamları, ilişki ağları ve etki alanları daraltılmak istendi.
Netice: “İktidarın seçimleri manipüle ederek, devletin yargı ve şiddet tekelini elinde tutarak yeniden iktidar olmasının yarattığı öfkeyi HDP geleneğine yönlendiren bu ağa karşı parti; halk buluşmaları, parti içi tartışmalar ve yeni parti ile bu süreci aşmayı başardı ve Mayıs seçimleri sonrası çubuğu Kürtlere kırdı. Zira bir taraftan bölgesel Kürt savaşı, diğer taraftan şiddet ve kayyım süreçleri bu değişimi ahlaki ve politik bir zorunluluk haline getirmişti.”
Gerçekten de, 2023 Mayıs seçimleri sonrasında artık HDP’nin esamisi okunmazken, HDP üzerinden elde edilen, ortak mücadele tarihimizde bir eşi olmayan kazanımların birer günah olarak nasıl karalandığını, HDP’nin ortak paradigmaya uygun olarak, var olduğu içerik ve biçimde gerçekleşmesi sürecine verdikleri emekle Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye Devrimci Hareketi’nde öne çıkanların “şeytan taşlama” ayinlerinde birer “günahkâr” olarak nasıl hedef alındıklarını unutmuyoruz.
“Çokluğa dönüş” makalesini, “çubuk kırma” olarak ifade edilen, DEM Parti “1. Örgütlenme Konferansı’na ön gelen süreçte devrilen çamlara, HDP’ye vücut veren tarihselliklerin, onu bir proje ve paradigma olmaya taşıyan fikrî öncüller ve HDP ile aşılmış tarihsel mesafelerin üstüne basıp geçilebileceği yanılsamalarına yönelik olarak Özgürlük Hareketi’nin düşünce kaynaklarından yöneltilen acımasız ancak etraflı ve kapsamlı eleştirilerin düzeltici, sağaltıcı etkilerinin dikkate değer bir yansısı olarak da görebiliriz.
Örgütlenme Konferansının açtığı kapı
Bununla birlikte, söz edilen dönemdeki icraatın sonuçlarının, “o zaman öyle icap ediyordu” mealinde bir apolojiyle giderilemeyeceğinin en belirgin işareti, “kırma” sonrasında DEM Parti’nin HDP’nin programını tevarüs edememiş ve DEM Parti Tüzüğünün HDP programından HDP Tüzüğüne aktarılmış maddelerinin bir cerrah titizliğiyle ayıklanarak oluşturulmuş olmasında görebiliriz.
Diyelim ki, harici unsurların basıncıyla “Kürtler sadece kimlik siyasetiyle sınırlı kalan dar bir politik gettoya sıkıştırılarak diğer mücadele başlıklarının yerel, bölgesel ve evrensel ölçekteki bağlamları, ilişki ağları ve etki alanları daraltılmak isten[miş]” olsun, Programın mevcut olmadığı koşullarda, HDP Tüzüğündeki “Ulusların özgür ve demokratik birliği ilkesi çerçevesinde, demokratik özerklik dahil olmak üzere halkların ihtiyaç duyduğu çeşitli yönetim biçimlerinin tartışılması, hayata geçirilmesi ve kendi kaderlerini tayin hakkı için mücadeleyi geliştirme” ilkesinin ayıklanmasını “sadece kimlik siyasetiyle sınırlı kalan dar bir politik getto”nun entrikalarına bağlamak mümkün mü? Tüzük’te “sınıf” kavramının yalnızca bir kez, o da olumsuz anlamda, kapitalizmin eleştirel anlamda yalnızca bir kez geçmesini, NATO ve askeri anlaşmaların hiç geçmemesini, Tüzüğün bir bütün olarak DEM Parti kongresinden hiçbir tartışmaya uğratılmadan geçirilmesini neye bağlamalıyız?
Örnekleri çoğaltmanın mümkün ve burada ele alınamayacak kadar çok olduğunu belirtmeye gerek yok. Program ve Tüzük gibi iki temel belgeden hareketle ulaşabileceğimiz sonuçlar şimdilik daha çoğunu gereksiz kılıyor.
Başa dönecek olursak, Jülyet’in haklılığının kanıtı “gülün kokusu”ydu. “Teşbihte hata olmaz” denir. DEM Parti’nin, şimdi yeniden “model” mertebesine yükseltilme onuruna nail kılınan HDP’yle aynı kokuyu vermesi hala mümkün, ama aynı gül bahçesine taşınarak, aynı havadan, aynı sudan, aynı topraktan beslenmesini sağlamak kaydıyla. Hava, su, toprak mecazlarını açıklamaya kalkışmak okurun zekâsını küçümsemek anlamına gelebileceği için bir kenara bırakabiliriz. Ancak ele geçmeyecek olan en önemli maddi yoksunluk zamanın kendisi, o zaman zarfında HDP’nin maddesinde ve ruhunda ve onun içinde vücut bulduğu bütün değişkenlerde ortaya çıkan farklılıklar, eksilen ve kaybolanlar.
Yoklukların yol açtığı yoksunluklar ve bunların ikamesi meselesi apayrı bir muhasebeyi gerektiriyor. Örneğin, HDP’nin zamanın ona verdiği güç ve imkanlarla uyardığı ve çevresinde sürüklediği genel politik kabiliyetler ve siyasal zekânın HDP’nin toplam kabiliyetlerinin en önemli bileşenini oluşturduğu 2013-16 koşullarının geride kalmış olması bir mesele. HDP bakiyesinin hala böyle cazibe merkezi olma kapasitesinin mevcudiyetini nasıl ölçebileceğimiz apayrı bir mesele. Gene de DEM Parti 1. Örgütlenme Konferansı’nın sonuç bildirgesi ve karar tasarılarına bakarak, karar vericilerin, zihinleri yeniden bu yöne döndürme gayretini görmek ve hakkını vermek, bu mevsimde, bunca sınırlı imkanlarla kalkışılan böylesine hırslı bir transplantasyon hamlesine şapka çıkarmak gerekir.
Çatlayan vazoyu onarma zamanı
Bununla birlikte, “bileşenlerin” -ki ortak partinin bütün unsurları birer bileşendir- bir sorun olarak görülmekten çıktığının ifade edilmesi, partinin özerkliklere dayalı, “konfederal” karakterinin vurgulanması -ki HDP kendisini hiçbir resmi belgesinde böyle ifade edememiş, bu yalnızca bazılarımızın bir ısrarı olarak kalmıştı- hamleyi çekici kılmak bakımından gerekli, ancak tek başına yeterli olduğunu söylemek güç.
Esas mesele, özellikle 31 Mart’a öngelen süreçte üzerinde anlaşılmış olmayan taktik dayatmalar sonucunda “vazonun çatlatılmış” olması: Kırılganlıktan bağışık olmayan ilişkileri ifade eden vazo mecazından söz etmemiz boşuna değil. Vazonun “şangur şungur” kırılmadığını biliyoruz, ama hor kullanılmasının çatlamasına yol açtığı hakikat. Rasyonel olan, vazonun özgün haline geri getirilebileceği hayalleriyle avunmak yerine Japon “kintsugi” sanatından esinle çatlakları altınla doldurarak, çatlakların güzelliğini vurgulamak ve kırılan bir şeyin daha da değerli ve güzel olabileceğini vurgulamaya bakmak. Büyümeyi ve iyileşmeyi temsil etmek, onarım sürecini kolektif gelişimin simgesi haline getirmek ve bir öğrenme fırsatına çevirmek pekâlâ mümkün.
Ancak, hâlâ vakit varken, başımıza geleni gerçekten anlamaya bakalım. Anlamak adlandırmakla başlıyor.