Üretme yeteneği kazandırmaya dönük belli bilgi ve becerilerin kuşaktan kuşağa aktarılması tüm üretim tarzlarında vardır. Kapitalizm öncesi üretim tarzlarında bu daha ziyade aile içinde ya da çıraklık gibi sistemlerle gerçekleştirilirken, ilk kez kapitalizmde, eğitim, emek gücünün kurumsallaşmış yığınsal yeniden üretimi biçimini kazanır.
Kapitalizm geliştikçe, bilim gibi eğitim/öğretim de teorik bilgilerden ziyade pratik üretim uygulaması amaçlarına giderek daha fazla yönelir. İşbölümünün yanı sıra, genel eğitim ve bunun içinde oranı giderek yükselen mesleki ve teknik eğitim, emek gücünün çalışma kapasitesini artıran, ücretlerini düşüren etkenlerden biridir. Bilimin üretimin yanı sıra eğitime de girmesiyle, “emeğin ek araçları” olarak eğitim malzemelerini (ders kitapları, günümüzde eğitim laboratuarları, atelyeleri, akıllı tahtalar, v.d.) yetkinleştirerek, hem emek gücünün kapasitesini hem de emek gücünün yeniden üretim etkinliğini artırır (Marx, El Yazmaları). Başka deyişle genel ve mesleki ve teknik eğitim düzeyinin yükselmesi ve yaygınlaşması, kapitalizmde emek gücünün üretkenliğini artıran bir etmendir.
Marx, ortalamanın üzerinde ücret alan vasıflı işçilerin vasıfsızlaştırılma ve ücretlerinin düşürülmesi süreçlerini de, ticaret işçileri örneği üzerinden ortaya koyar:
“Sözcüğün gerçek anlamında ticari işçi, emeği vasıflı emek olarak sınıflandıran ve ortalama emeğin üzerinde sayılan, daha yüksek ücret alan işçiler sınıfına girer. Genelde bu ücret, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle, ortalama emeğe göre bile bir düşme eğilimi gösterir. Bu kısmen bürodaki iş bölümünden ileri gelir ve emeğin kapasitesinde tek yanlı bir gelişme olduğu için, bunun gideri bütünüyle kapitaliste yüklenemez, çünkü işçinin becerisi, işini yapa yapa kendi başına gelişmiştir ve iş bölümü bunu tek yanlı yaptığı ölçüde de, bu gelişme o kadar hızlı olmuştur. Sonra gerekli eğitim, ticari bilgi, yabancı dil, v.b. bilim ve halk eğitimindeki gelişmeyle birlikte gitgide daha hızlı, kolay, yaygın ve ucuz bir biçimde yeniden üretildikçe, kapitalist üretim tarzı da öğretim üyelerini, v.b. pratik amaçlara doğru yöneltmeye başlar. Halk eğitiminin yaygınlaşması, kapitalistleri, bu gibi işçileri, eskiden bu işlere girmeyen ve daha düşük yaşam düzeyinde bulunan sınıflardan sağlama olanağında kavuşturur.” (Marx, Kapital Cilt 2)
Burada vasıflı işlerin teknik iş bölümüyle ayrıştırılarak standartlaşmasının yanı sıra, o işlerdeki bilginin gelişmesi ve genelleşmesiyle birlikte kitlesel ve pratiğe dönük eğitiminin de belli vasıflı işçi kesimlerinin vasıfsızlaştırılmasında oynadığı rolü görüyoruz. Bu önemli bir noktadır, çünkü günümüzden 20-30 yıl öncesine kadar, örneğin yüksek öğretimin, işçi-emekçi çocuklarının sınıf atlamasının ya da ortalamanın üzerinde ücretlerle çalışmasının yolu olduğuna inanılırdı. Bu üniversitelerin sınırlı sayıda ve nitelikli olduğu bir dönemde, küçük bir kesim için belki doğruydu. Ancak Marx’ın ortaya koyduğu ve günümüz kapitalizminin yüksek öğretimi de yaygınlaştırma ve yığınsallaştırma süreçlerinin sonuçlarından apaçık görüldüğü gibi, her düzeydeki eğitimin genelleştirilmesi, tam tersine, mevcut vasıflı, eğitimli, yüksek ücretli işçi kesimlerinin de vasıfsızlaştırılması (ya da vasıfların değersizleştirilmesi) yönünde etkide bulunur.
Bu yüzden, kapitalizmin her türlü nitelikli emeği basit emeğe indirgeme genel eğilimi ile, işçi sınıfının sanayi devriminden bu yana ortalama eğitim düzeyinin giderek yükselmesi, birbiriyle tutarsız süreçler değildir.
Aynı şekilde, genel vasıfsızlaştırılma eğilimi ile, işçi sınıfı içinde düz kol işçilerinin, hatta “yarı-vasıflı” denilen makine operatörleri oranının düşmesi, “profesyoneller” veya “beyaz yakalı” denilenlerin (bilimsel emek, akademisyenler, mühendisler, sağlık ve eğitim emekçileri, finans emekçileri, avukatlar, bilişimciler, v.d.) ve teknik emekçilerinin sayı ve oranının artmasıyla da ters düşmez. Bir dönemki bu vasıflı, eğitimli, görece yüksek ücretli emekçi kesimlerin, büyük bölümünün vasıf, mesleki özerklik ve statülerinin ortadan kalktığını/değersizleştirildiğini, ücretlerinin ortalama ücretin 1.5-2 katına kadar düştüğünü; hatta çoğu mühendis, yazılım veya finans işçisinin, mezun olduktan sonra asgari ücretten iş bulabildiklerini görüyoruz.
İşçi sınıfının ortalama eğitim düzeyinin yükselmesi, mesleki-teknik ve yüksek eğitim gören bileşenlerinin sayı ve oran olarak artması, kapitalizmin vasıflı emek gücünün de ücretlerini düşürmesinin ve direncini kırmasının bir yolu olmanın ötesinde, kapitalizmde bilimsel-teknik ve toplumsal üretimin gelişme ve karmaşıklaşmanın doğurduğu bir zorunluluktur. Üretimin (ve yaşamın) toplumsal gelişme ve bütünleşmesinin, toplumsal olarak gerekli asgari genel teknik ve toplumsal bilgi ve beceri düzeyinin (günümüzde kafa emekçileri dahil tek tek işçilerden sökülüp sermayeye mal olmakla birlikte) durmaksızın yükselmesinin bir yasasıdır.
Neo-taylorizm: Çok yönlü ve akışkan emekgücü
En başta şunu görmek gerekir: Taylorizmin ideali, işçileri her türlü bilgi ve beceriden mutlak olarak soyutlamak, bütün gün en basit bir iki kol hareketini veya işlemi tekrar edip durmaya indirgemek gibi görünse bile, bu dahi, çocukluktan başlayan (dikkat yoğunlaşması, bazı temel bedensel ihtiyaçlarını tutmayı ve ertelemeyi öğrenme, yorgunluğa ve sıkıntıya dayanma, otoriteye boyun eğme ve söylediklerini yapma v.b.gibi) fabrikasyon disipliner bir eğitimi gerektirir. Veya diyelim madende kazmacılık yapan bir işçinin kazma sallamak dışında bir bilgi ve beceriyi gerektirmediğini sanabilirsiniz, ama kazmacılık bile kuşaktan kuşağa aktarılan bir organize çalışma yeteneğini, asgari bir bilgi ve kültürü, ve belli yaşamsal sezgilerin gelişmesini gerektirir.
İkincisi, işçilerin her türlü bilgi ve becerisini mutlak olarak sıfırlama, kapitalistlerin de işine gelmez, çünkü bu tür işler üretkenliği bir noktaya kadar artırsa bile sonrasında düşürür. Kaldı ki, işçileri üretim süreçlerindeki ve piyasadaki hızlı değişimlere uyum sağlayamaz hale getirir.
Üçüncüsü, işçiler en çok bu tarz işlere karşı direnir, ve örneğin yürüyen bantta bütün gün en basit, aynı ya da ardışık bir iki hareketi veya işlemi yapıyor olmak, işçilerin kolektif hareket kapasitesini de artırır.
Diğer yandan, üretimdeki bilimsel-teknik gelişmeler, üretim araçlarının kullanımı ne kadar basitleştirilmiş olursa olsun, hem gerekli asgari teknik bilgi düzeyini, hem de karmaşık iş süreçleri ne kadar parçalanıp basitleştirilmiş olursa olsun işçilerin daha koordineli çalışma gereğini, dolayısıyla toplumsal beceri düzeyini yükseltir.
Dahası, üretimin temel yasası (Marx, Kapital Cilt 1) bağlamında, üretim süreçleri ne kadar gelişir, karmaşıklaşır ve bütünleşirse, o kadar çok yönlü işçilere gereksinim duyar hale gelir.
“Bir ülkede kapitalist üretimin gelişim düzeyi ne denli ileri olursa, emek gücünde çok yönlülüğe talep de o kadar fazla olur. Aynı şekilde kapitalist üretim geliştikçe, işçinin yaptığı işin özgül içeriğine kayıtsızlığı daha fazla, sermayenin üretimin bir alanından diğerine hareketi de daha akışkan olur.” (Marx, Kapital’e Ek; Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları)
Bu da üretim ve iş süreçlerinde, emek organizasyonunda her türlü değişime hızla uyum sağlayabilecek, dolayısıyla çok çeşitli iş süreçlerinin asgari genel bilgisine sahip işçileri gerektirir.
En sonu, bilimlerin, teknolojinin, üretim, iş ve kentsel yaşam süreçlerinin gelişmesi, karmaşıklaşması ve artan bütünleşmesi, hem gerekli asgari genel toplumsal bilgi hacmini durmaksızın büyütür hem de bunu gereksinir. Hem her türlü üretim, meslek, iş alanında ve durmaksızın ortaya çıkan yeni emek alanlarındaki bilgi birikiminin; hem de genel toplumsal bilgi birikiminin katlanarak ve daha sık yenilenerek büyümesi, en pratiğe dönük ve asgari biçimiyle bile olsa, bunları edinmek için gerekli ortalama eğitim düzeyini yükseltir.
Tabii kapitalizm, toplam toplumsal emek zamanı içinde eğitime ayrılanın giderek büyümesine karşı, öğretmen ve akademisyen emeğini Marx’ın işaret ettiği yöntemlerle vasıfsızlaştırmak ve ücretlerini düşürmek, öğrencilik ile çalışmayı birleştirmek, eğitimi/yüksek öğretimi daha dolaysız bir sermaye/kar sektörü haline getirmek gibi uygulamalara başvurmakta gecikmez.
“Her bir üretim dalı, ister tekstil olsun, ister demir çelik, isterse silikon vadisinin ‘yeni ekonomi’ faaliyetleri; hepsi de aslında yapılan işe kayıtsız bir emek-gücünü, yabancılaşmış bir emek-gücünü ön varsayar. Ancak, salt yalın bir emek-gücü bulmak, sermayeye akışkanlık, yani bir daldan diğerine atlayıp yayılma yeteneği kazandırmaz. Aynı zamanda bu emek-gücünün, işin doğasına uygun birtakım asgari nitelikler de taşıması gerekir. (…) Aslında bu esnek üretim denilen yöntem, emeği yoğunlaştırmanın, katı iş bölümünün yarattığı boşlukları doldurmanın, böylece iş bölümünün sınırlarını silikleştirmenin bir yoludur. Ama aynı zamanda sermayenin akışkanlık kazanması için bir ön koşuldur. Sermaye biriktikçe ortaya çıkan akışkan olma gerekliliğine, emek cephesinden verilen bir karşılıktır. Akışkan olmak, sermaye için, hem bir coğrafyadan diğerine, hem bir üretim alanından diğerine, hem de sürekli teknik yenilik içinde olmak gerekliliğinden doğuyor. Bu denli akışkan olabilmek için, teknik ve buna uygun bir emek arzı lazım.” (Setenay Berdan, Kapitalizmin Sonu, Yeni Dönem yay. Aralık 2020)
“21. yüzyılın işgücü becerileri”: STEM Eğitimi
Örneğin günümüzde geleneksel okuryazarlığın yanı sıra görsel ve işitsel okuryazarlık, matematik, dijital ve teknolojik okuryazarlık da ilkokullara varana kadar eğitim sistemlerine girmektedir. Sermaye; dijitalleşme, tasarım, problem çözme, inovasyon, takım çalışması gibi süreçleri çoktan “21. yüzyılın evrensel becerileri” olarak ilan etmiş ve eğitim sistemlerini buna göre yeniden düzenlemeye başlamıştır. Bu çerçevede STEM eğitimi sistemleri (Bilim, Teknoloji, Mühendislik, Matematik disiplinlerinin tümleşik ve uygulamalı öğrenilmesi) ABD, AB, Japonya ve Çin’den başlayarak 2000’li yıllardan itibaren devletlerin resmi teknik eğitim politikası haline gelmeye, 2010’lu yıllarda dünya çapında yaygınlaştırılmaya başlandı. Türkiye’de de TÜSİAD’ın STEM eğitimi raporları ve ısrarlı istemleriyle, TÜSİAD, TÜBİTAK, Üniversiteler işbirliğiyle STEM merkezleri ve okulları kurulmaya ve STEM eğitim sistemine girmeye başladı.
“STEM eğitimine geçişle birlikte öğrencilerin 21. yüzyılın gerektirdiği emek gücü becerilerini edinmeleri hedeflenmektedir.” (TÜSİAD, “STEM Alanında Eğitim Almış İşgücüne Dönük Talep ve Beklentiler Araştırması”, 2014.)
STEM eğitimi, Marx’ın üretimin temel yasası bağlamında ortaya koyduğu “üretim ne kadar gelişirse o kadar daha çok yönlü emeğe ihtiyaç duyar” eğiliminin, günümüzde geldiği düzeyin çarpıcı bir göstergesi. STEM eğitimi üzerinde yapılan çok sayıda araştırma, emeğin toplumsal üretkenliğini ve daha sınırlı düzeyde yaratıcılığını artırdığını gösteriyor. Yaratıcılığı üretkenliğe göre daha düşük düzeyde artırabilmesi, kapitalizmde nicel üretkenlik artışıyla nitel yaratıcılığın çelişmesinden kaynaklanıyor. Günümüz kapitalistleri, bir yandan “nitelikli teknik ara eleman”, “yaratıcılık, inovasyon” diye ağlaya sızlayadursunlar, diğer yandan çoğu eğitimli işçiyi kendi eğitim düzeyinin altındaki işlerde çalışmaya zorlamaları, emek gücünün her düzeyde değersizleştirilmesi, zaten yaratıcılıktan eser bırakmıyor. Bunlar kapitalizmin özsel çelişkisinin – üretim ve emeğin ileri toplumsallaşma niteliğine karşı sermayenin değerlenmesine tabi kalmaya devam etmesi – bir ifadesidir. Bu örneklerin açıkça gösterdiği, eğitimin yalnızca sermayenin teknolojik ihtiyaçlarındaki hızlı dönüşüm ve gelişmelere uyarlanmakla kalmadığı, aynı zamanda bir üretken güç olarak bu gelişmelerin bir iç dinamiği olduğudur.
Eğitim ile üretimin entegrasyonu
Eğitim ve yüksek öğretim bizzat emek gücü üretim alanı olduğu gibi, üniversiteler bilim, teknoloji, bilginin de üretim alanıdır. Kapitalizm açısından en kritik üretim kuvvetleri!
Ancak kapitalizm, eğitim-üretim ilişkisi açısından da, bağlantılı evreler arasındaki dengesiz gelişme ve çelişki sorunuyla karşı karşıya gelir. Eğitim/öğretimin, sermaye birikiminin hızla değişen ve çeşitlenen emek gücü isterlerine aynı hızla yanıt verememesi, eğitim ve üretim süreçleri arasındaki bir dönemki katı iş bölümü ayrımının bizzat belli bir gelişim aşamasında sermayenin bir iç engeli haline gelmesiyle, kapitalizm koşullarında bu ayrım tümüyle ortadan kaldırılamayacak olsa bile, sermaye, eğitim ile üretim arasında bizzat kendi eliyle diktiği bu duvarı olabildiğince yıkmaya çalışır. Eğitim ile sermaye birikim süreçleri, bir yandan eğitim/öğretimin artan ölçüde ticarileşmesi, sermayeleşmesi ve ucuz, esnek, güvencesiz emek gücü piyasası ve çalışma rejiminin daha doğrudan bileşeni hale gelmesi, diğer yandan yetişkin çalışanların da durmaksızın yeniden paralı eğitim almak zorunda bırakılması ile, giderek daha fazla iç içe geçirilmeye başlandı. Mesleki teknik eğitim, meslek yüksek okulları ve üniversiteler, emekçi sınıfların bir kısmının vasıflı ve yarı vasıflı işlerde yukarı doğru yükselmesinin bir mekanizması olmaktan çoktan çıktı. Eğitim ve vasıfların da yığınsal meta haline getirilip değersizleştirilmesiyle, modern kent küçük burjuvazisinin, işçi sınıfının vasıflı-yarı vasıflı katmanlarının aşağı doğru çözülmesinin bir mekanizması haline getirildi.
Bugün orta eğitim ve yüksek öğretim öğrencilerinin büyük çoğunluğu çok düşük ücretli işlerde çalışmak zorunda kalarak, artık işçi sınıfının yığınsallaşmış bir bileşenini oluşturuyor. Öğrenciler: 1- Eğitim, öğretim, öğrenci kredisi, kira, yurt, gıda, ders kitap ve malzemeleri masraflarını karşılayabilmek için bile çalışmak zorunda kalıyor; 2- eğitimin salt teknik ve pratik emek gücü eğitimine indirgenmiş olması ve daha dolaysız biçimde sermayeye entegre edilmesiyle, meslek edindirme, stajiyerlik, yoğunlaştırılmış staj, sanayi ile ortak eğitim, intörn, trimaster gibi mekanizmalarla çalıştırılıyor; 3- döner sermayeli tedarik şirketlerine dönüşmüş meslek teknik lisesi atelyelerinde, veya üniversite lisans, yüksek lisans öğrencisi ve asistanlar olarak sermaye projelerinde ücretsiz işçi olarak çalıştırılıyor.
Genç işsizliğinin çoğu ülkede yetişkin işsizliğinden 2 ile 3 kat arasında daha yüksek olması, kapitalizmin bir yandan eğitim ile üretimi bütünleştirirken diğer yandan eğitim ile üretim çelişkisini daha bir derinleştirdiğinin en belirgin göstergelerinden biri. Emekçi aileleri için ticarileştirilen eğitimin pahası ne kadar artarsa, sermaye, istihdam ve ücretlerde eğitimi o kadar değersizleştiriyor. Emek gücünün salt teknik uygulayıcılığa indirgenmesi, bunun dışındaki her türlü sosyal bağlamın eğitimde fazlalık olarak görülmesi bunun nedenlerinden biri. Sermayenin onca inovatif, yaratıcı emek istemine karşın, eğitimin de piyasa ölçütleriyle nicelleştirilmiş performansa bağlanması, daha eğitim sürecinde yaratıcılığı öldürüyor. En sonu, teknolojik gelişmeler, eski mesleki kültür ve geleneklerin tasfiyesi ve yeni ve değişken iş/çalışma biçimleri, ve tabii ki esnek emek gücü piyasası, eğitim/yüksek öğretim ile kazanılan bilgi ve becerileri, bunları bir okul/üniversite diplomasıyla belgelemek için gereken zamandan daha kısa süre içinde değersizleştirmektedir. Genç işsizliği eğitim/öğretim ile edinilecek “iyi bir iş ve ücret” beklentisini en baştan kırıyor, gençleri kendi bilgi ve becerilerinin altındaki düşük ücretli işlerde direncini kırarak disipline ediyor. Öğrencileri esnek emek gücü piyasasının en dibine çekilmemek için, (satın) aldıkları eğitim/öğretimle yetinmeden, piyasayı yakından takip ederek, daha çoklu yeteneklere sahip olabilmek için kendi başına çabalamaya, ücretli işlerde, sermaye projelerinde, staj adı altında çalışmaya zorluyor; böylece sermayenin öğrencilerin bu kendini geliştirme çabalarını, ve çalışma deneyimlerini de ucuza kapatmasını sağlıyor.
Mesleki ve teknik Anadolu liseleri ve MESEM
Anadolu teknik liselerinde derslerin yüzde 73’ü “akademik”, yüzde 27’si mesleki; öğrenciler 4 yılda 40 gün kapitalist işletmelerde staj yapıyor. Anadolu meslek liselerinde derslerin yüzde 47’si mesleki; öğrenciler dördüncü yılda iki gün okula, üç gün işletmelerde staj adı altında çalışmaya gidiyor. MESEM (Meslek Edindirme Merkezleri) uygulamasında ise derslerin yalnızca yüzde 11’i “akademik”; öğrenciler 4 yıl boyunca bir gün okula, dört gün işyerine çalışmaya gidiyorlar. (MEB, Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesi Taslağı, Ağustos 2024)
Mesleki ve Teknik Anadolu Liseleri kapsamında kurulan MESEM [ile], mesleki ve teknik eğitim de, neredeyse tümüyle organize sanayi bölgelerindeki fabrikalarda, haftanın 4 günü (ki sıklıkla 5-6 gün, günde 12 saate uzatılabiliyor) asgari ücretin 3’te birine veya yarısına çalıştırmaya havale ediliyor. MESEM uygulamasında 1.5 milyon mesleki ve teknik Anadolu lisesi öğrencisi kapitalist işyerlerinde çalıştırılıyor. MESEM’in daha ilk yılında, 8 MESEM çocuk işçisi, iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.
MEB’in Mesleki ve Teknik Eğitim üzerine Ağustos 2024 politika belgesi taslağında, “7 ve 8inci sınıflardan itibaren modüler mesleki eğitim yöntemi ile temel mesleki becerilerden başlayarak bütün bireylerin mesleki eğitime erişimi ve eşleştirilmesi sağlanacaktır” deniyor. Modüler eğitim, neoliberal kapitalizm çerçevesinde, mesleki ve teknik emek gücü eğitimini hızlandırmak, kendi kendine bireysel öğrenme ve işbaşında eğitime ağırlık vererek, hem mesleki ve teknik eğitimin sermaye için verimliliğini bir bütün olarak artırmaya hem de bireysel öğrencilerin sermaye karlılığı için işbaşı “yeterlilik” ve verimliliğini artırmaya dönük bir eğitim (ve aslen üretim) organizasyonudur. (Hasan Hüseyin Özkan, Öğrenme ve Öğretme Modelleri Açısından Modüler Eğitim. Atatürk Ün.) Bakanlığın modüler mesleki eğitim stratejisi, MESEM benzeri uygulamaların hem 14-17 yaştan 12 yaşa kadar düşürülmesini hem de içerdiği işçi-öğrenci kapsamının genişletilmesini hedeflemektedir.
Büyük bir şaşaa ile piyasaya sürülen “Türkiye Yüzyılı Maarif Programı” (2024) ise, eğitimde yapılması planlanan değişikliklere dair bütçe ayrılmadığına, hiçbir organizasyon değişikliği ve hazırlığın olmadığına bakılarak kolayca söylenebilir ki, alelacele tepeden indirilmiş bir müfredat değişikliğinden ibaret. “Kamu” eğitim sistemindeki süregiden yapbozlardan, hiçbir altyapısı olmadan vites büyüten bir yenisi olarak, eğitim sistemindeki kargaşa ve krizi daha derinleştirmekten başka bir işe yaramayacağı, eğitimdeki dinci-gericilik boyutunu yoğunlaştırma ve aktifleştirme yönüyle de (bugün İmam Hatipler’deki dinci-gerici eğitimin bile yeni kuşak öğrenciler içindeki etki gücünün zayıfladığı ve sarsıldığı koşullarda), daha fazla tepki çeken bir ideolojik-siyasal fanteziden pek öteye geçmeyeceği söylenebilir. (İbrahim Hakan Karataş, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Hakkında. Alanyazını/Eğitim Bilimleri Eleştirel İnceleme Dergisi, 21 Mayıs 2024)
Yeni müfredatın dinci, milliyetçi, faşizan boyutlarına haklı tepkilere karşın, yeterince farkedilmeyen birkaç boyutu daha var: Birincisi, ders programlarının hafifletilmesiyle çocuk işçiliğin önünü daha fazla açması. İkincisi, eğitimin yönünün bilgi aktarımından daha fazla pratik teknik üretim becerisi kazandırmaya çevrilmesi ve bunun da daha fazla işbaşı eğitimiyle birleştirilmesi eğilimi. Üçüncüsü, müfredata Koç, TÜSİAD ve uluslararası büyük sermayenin elinin yeterince değdiğini gösteren, “21. yüzyıl işgücü becerileri” eğitiminin, yani bilim, teknoloji, fen, matematik pratik beceri alanlarının ve disiplinler arasılığının (yani şu STEM) daha fazla yer alması.
Buradaki kilit etken, günümüz kapitalizminin eğitim politika ve stratejilerinin, eğitim/öğretim sisteminin bir bütün olarak sermaye verimliliğini artırmaya (daha hızlı, daha yoğun, daha işbaşında, sermaye ve devleti için daha maliyetsiz) ve giderek daha küçülen yaşlardaki işçileştirilen öğrencilerden başlayarak işçilerin içselleştirilen işbaşı disiplin ve verimliliğini azami artırmaya dönük olmasıdır. Böylece eğitimin kendisi de bir nevi üretime dönüşerek, sermayenin toplam maliyetlerini düşüren, emek gücünü hem ucuzlatan hem de üretkenliğini artıran, bir mutlak ve göreli artı-değer üretim organizasyonu aracı haline gelmektedir. Bunu, aynı zamanda, eğitimin sermayenin kar oranlarının düşme eğilimine bir karşıt etken olarak yeniden organizasyonu olarak düşünebiliriz. Giderek daha fazla kapitalist bir sektöre dönüşen eğitimin kapitalist üretim sürecine giderek daha fazla entegre edilmesi, eğitimin üretimin birleşik-bütünsel kapitalist sosyal organizasyonunun daha dolaysız bir bileşeni haline gelmesi. Tıpkı yalın üretim, tam zamanında üretim, taşeron ve gig çalışma, esnek ve güvencesiz emek gücü piyasası gibi, eğitim/öğretim de, her biriyle iç içe geçerek, sermaye üretiminin– maliyetlerini düşüren, toplumsal emek üretkenliğini ve sömürüsünü artıran – tüm toplum sathına ve yaşam alanlarına yayılan bütünsel organizasyonunun temel bir bileşenidir.
Meslek Yüksek Okulları, İntörn Eğitim
YÖK düzenlemeleri çerçevesinde “yerel iş ve piyasalara gömülü” Meslek Yüksek Okulları ve Uygulamalı Bilimler Fakülteleri ise, sermayenin göreli daha “nitelikli teknik ara işgücü” ihtiyacını, çok daha ucuza karşılamaya dönük. Mesleki ve teknik lise mezunlarının sınavsız ya da ek kat sayılarla okuduğu meslek yüksek okulları, organize sanayi bölgelerinin büyük kent merkezleri dışına çıkartılması ve sayısız yenilerinin Anadolu il-ilçelerinde kurulması ile yüksek mesleki-teknik okul eğitiminin de yerel organize sanayi bölgelerine “gömülmesi” anlamına geliyor. Söz konusu mesleki ve teknik bölümler, metropol üniversitelerinde ise ortadan kaldırılıyor. YÖK, üniversiteleri kurumsallaşmış/kurumsallaşmamış diye ayırarak, Anadolu’da pıtrak gibi çoğalan organize sanayi bölgeleri çerçevesinde kurulan üniversiteleri de meslek yüksek okulları biçiminde şekillendirerek, yüksek öğretimden ayrıştırılan esnek teknik iş eğitimi (job training) ve ucuz teknik işçiliğin birleştirilmesini de düzenledi. Bu çerçevede 1 milyon 250 bin kişilik stajiyer adı altında teknik ara işçiliğin oluşturulması, “ulusal istihdam stratejisi/etkin işgücü programı” hedefleri kapsamındaydı.
Örneğin Koç Holding’in Ford Otosan, Otoyol, Döktaş fabrikalarında İTÜ’ye bağlı Sakarya Meslek Yüksek Okulu, Otosan’da Kocaeli Üniversitesi’ne bağlı Gölcük-Yeniköy Meslek Yüksek Okulu, Tofaş’ta Bursa Uludağ Üniversitesi’ne bağlı Teknik Bilimler Meslek Yüksek Okulu çerçevesinde uyguladığı üretimle entegre teknik eğitim ve çalıştırma programları var. Meslek Yüksek Okullarının ders ve müfredat programları öğretim üyeleri ve fabrika idareleri tarafından birlikte belirlenmekte, teorik dersler okulda, “uygulamalı sektör dersleri” dönemler halinde fabrikada çalışarak yapılmakta, fabrika uzmanları okullardaki derslere, öğretim üyeleri fabrikada çalışma “dersleri”ne katılmakta, öğrencilerinin notlarının önemli bölümü fabrika performansı üzerinden verilmekte, uygulamalı çalışmada ücretler asgari saat ücreti üzerinden ödenmekte, işe birkaç gün gelmeyen öğrencilerin okulla ilişiği kesilmektedir.
İntörn Mühendislik Eğitimi’nde ise, ildeki mühendislik fakültelerinde okuyan öğrenciler, birkaç dönem boyunca o ildeki organize sanayi bölgelerinde bulunan fabrikalarda tam zamanlı olarak çalıştırılıyorlar. Mühendis ünvanına ve diplomasına sahip olmadan, iş-tasarım, üretim sürecinin içerisinde bir mühendis gibi çalışıp göreli artı-değer üretiyorlar. Örneğin Gaziantep Üniversitesi’nde İntörn Mühendislik Eğitimi, Gaziantep Sanayi ve Ticaret Odaları tarafından Üniversite yönetimi ile birlikte organize ediliyor.
Bunlara tam zamanlı olarak ücretli çalışırken, uzaktan eğitimle yüksek öğretimlerini tamamlamaya çalışan, ve/ya çeşitli özel dil, bilgisayar, teknik ve meslek edindirme kurslarına giderek, sermayenin yeni ve büyüyen isterlerini karşılamaya çalışan milyonlarca genç ekleniyor.
Bir bütün olarak mesleki ve teknik eğitim ve yüksek öğretimdeki gençlerin sayısı ve oranı, bunun içinde de hem okuyup hem çalışan işçi-öğrencilerin sayısı hızla yükseliyor.
Sanayideki “yalın üretim”, “tam zamanında üretim”, “stoksuz üretim” gibi despotik-vahşi üretim-emek organizasyonu sistemleri, eğitim ve yüksek öğretime de uygulanmakta, sermayenin belli bir andaki teknik emek gücü isterleri dışında hemen her şeyin fazlalık olduğu ve bu günübirlik isterlerin hızla karşılanması ile sınırlı, “yalın eğitim”, “tam zamanında eğitim” sistemleri, gençleri her işten atıldıktan sonra, hatta daha çalışırken, kendi yükümlülükleri kılınan “yeniden eğitim”, ve “yaşam boyu yeniden yeniden eğitim”e koşullandırmaktadır.
Bugün büyük metropol üniversitelerinden, hatta elit denilen üniversitelerden mezun olanların büyüyen bir kısmı için bile, vasıf kazanmakla metalaşan vasıfların ucuzlatılıp değersizleştirilmesi süreçleri eş zamanlı olarak daha üniversitede işlemeye başlıyor. Türkiye gibi bağımlı kapitalist ülkeler dahil, işçi sınıfı içinde mesleki ve teknik eğitim, meslek yüksek okulu ve üniversite mezunlarının sayı ve oranı çok belirgin olarak yükseliyor. Bununla birlikte zihin emekçileri, eğitimli emekçiler, nitelikli teknik emekçilerde genç işsizliği oranları da daha yüksek, ortalama ücretleri asgari ücrete doğru düşüyor ve genellikle kendi bilgi beceri düzeyinin daha altındaki işlerde çalışmak zorunda kalıyorlar.
Özel okul ve üniversiteler
“Beyaz yakalı” emekçiler, yakın zamanlara kadar göreli yüksek ücretlerinin önemli bir bölümünü çocuklarını özel okul ve özel üniversitelerde okutabilmek için harcıyorlardı. Bugün ise, bir yandan eğitimli emekçilerin ücretlerinin de asgari ücrete doğru düşmesi, diğer yandan özel okul/üniversite fiyatlarının alt-orta, hatta orta sınıfın bile ödeme olanaklarını aşacak biçimde fahişleşmesi, eğitimde bir toplumsal kriz durumu daha ortaya çıkartıyor. Özel okul/üniversitelerde okuyan öğrenci ve velilerinin önemli bir kısmının ellerinde kalan son “küçük burjuva ayrıcalığı” olarak gördükleri özel eğitim dayanağını da yitirme tehdidi, özel okul/üniversite fiyatlarının indirilmesine dönük bir hareketi de tetikleyebilir gibi görünüyor. Bununla birlikte çocuklarını özel okullarda okutan velilerin, asgari ücrete çalıştırılan özel sektör öğretmenlerinin mücadelesine, “kamu” okullarında, yurtlarda yaşananlara dinci-gericilik korkusu dışında ilgisizliği de bir olgu. Eğitimli emekçilerin konum, özerklik ve ücret kayıplarının geldiği nokta, önümüzdeki süreçte toplumsal sarsıntıların bir dinamiği, son derece yaygınlaşmış bir soygun makinesi olan özel okul ve üniversitelerin de bir krize dönüşmesi de bu dinamiğin bir bileşeni olacak.
Bu dinamik önümüzdeki süreçte, ödenemez hale gelmiş özel okul/üniversite fiyatlarına karşı bir harekete dönüşme potansiyeline sahip. Bununla birlikte, yalnızca kendileri/kendi çocukları için özel eğitimi “ayrıcalık” olarak görme ve sürdürme istemiyle sınırlı kalırsa, çok etkili olamayacağı açık. Ancak oldukça geniş bir işçi veya işçileşen emekçi kesimin varını yoğunu dökerek sarıldığı özel okul/üniversitelerin fahiş fiyatlamaları, eğitimde ticarileşmenin ve sermayeleşmenin geldiği noktayı ve iç yüzünü göstermekle kalmıyor, eğitimi kendi bireysel emek gücünün geleceğine “yatırım yapmak”, “girişimci birey olmak”mış gibi lanse eden neoliberal kapitalizmin ve post-modern eğitim anlayış ve telkinlerinin iflasını da tescil ediyor. Dolayısıyla, öncelikle, eğitim/öğretimin bireysel değil, tamamen toplumsal, ekonomik ve siyasal, tek kelimeyle tastamam sınıfsal bir sorun olduğunu, bir sınıf mücadelesi sorunu olduğunu kavramak gerekiyor. Özel okul/üniversite fiyatlarına karşı mücadele de, ilk elde ne kadar zor görünürse görünsün, herkes için parasız ve nitelikli eğitim/öğretim, tüm çalışan ve mezun öğrencilere yeterli ücretli, sağlıklı ve güvenceli iş taleplerine doğru ilerlediği ölçüde gerçek anlamını kazanır.
Bu açıdan, eğitim/öğretimde ticarileşmenin ve sermayeleşmenin, eğitimin sermayenin daha nitelikli emeği ucuza kapatıp yağmalama mekanizmasına dönüştürülmesinin yol açtığı krizin ortaya çıkardığı yeni sınıf mücadelesi dinamiklerinin; özel sektör öğretmenleri hareketinin, KYK yurtlarında ve kiralık evlerde kalan öğrencilerin Barınamıyoruz hareketinin, öğrenci intiharlarına ve MESEM’deki çocuk emeği yağmasına karşı tepkilerin, yoksul ilkokul öğrencilerine günde bir öğün parasız sağlıklı yemek verilmesi talep ve kampanyalarının, kayyum rektörlere karşı direnişlerin, özel okul/üniversite fiyatlarına karşı tepki ve mücadelelerin, aralarındaki etkileşimin de artması; sermayenin emek gücü üretim/yeniden üretim maliyetlerini de toptan işçi sınıfının üzerine yıkmasının, hem ucuz hem nitelikli emek yağmasının aracı haline gelen, kapitalist üretim tarzıyla kaynaşmış kapitalist eğitim tarzına karşı daha geniş çaplı, işçi sınıfının üretim sürecindeki mücadeleleriyle de daha etkileşimli bir mücadelenin olanaklarını ortaya çıkarıyor.
Nitelikli emeği de basit ve ucuz emeğe indirgemenin bir aracı olarak eğitim
Kapitalizmin tarihsel bir eğilimi, işçilerin üretim sürecindeki bilgi, beceri ve vasıflarını, üretimdeki makineleşme ve teknolojik gelişim ile işçilerden kopartıp alarak, nitelikli/bileşik emeğin basit emeğe indirgenmesidir. Basit emek herkes tarafından yapılabilir işler anlamına geldiğinden, üretimdeki emeğin niteliksel boyutunun makineleşme ve teknolojilik gelişmeler yoluyla emekten sermayeye geçmesi, ücretleri düşürmekle kalmaz, emeğin sömürüye karşı direncini ve pazarlık gücünü de zayıflatır, sermayenin işçiler üzerindeki işten atma ve işsizlik tehdidiyle güç, kontrol ve disiplinini de artırır. Ancak kapitalist üretim tarzının nitelikli emeği durmaksızın basit emeğe indirgeme tarihsel eğilimi üzerinden kurulan emek süreci kuramları tek yanlı ve eksiktir. Çünkü günümüzde daha açık biçimde görüldüğü gibi yeni teknolojik gelişmeler, üretim süreçlerinin karmaşıklaşması ve toplumsallaşması, bir yandan da sermayenin eğitim düzeyi daha yüksek ve nitelikli emeğe olan gereksinmesini ortaya çıkartır. Bu noktada devreye kapitalist eğitim politika ve reorganizasyonları girer. Tıpkı makinenin bir mutlak ve göreli artı-değer sömürüsü aracı olması gibi, işçi sınıfının yükselen eğitim düzeyi, yani mesleki ve teknik eğitim ve yüksek öğretim de, eğitimle edinilen niteliklerin de niceliksel meta haline getirilip değersizleştirilmesi yoluyla, mutlak ve göreli artı-değer sömürüsü aracı haline gelir. Böylece sermayenin ihtiyaç duyduğu emeğin yükselen eğitim düzeyi ve yeni nitelikleri de tümüyle ortadan kaldırılmadan, emek gücü piyasasında değer olarak basit emek gibi işlem görür. Günümüzde üniversite mezunlarının, hatta ODTÜ, İTÜ gibi üniversite mezunlarının büyükçe bir bölümünün dahi ortalama ücretlerinin asgari ücrete doğru inmeye başlamasında da, yalnızca makine ve teknolojinin değil, eğitim ve yüksek öğretimin de nasıl bir göreli artı-değer üretim mekanizması haline geldiğini görüyoruz. Diğer taraftan eğitim/öğretim ile edinilen ama emek gücü piyasası ve üretim sürecinde değersizleştirilen niteliklerin, makineleşme ve teknoloji ile yok olan niteliklerden farkı, bunların sınıf mücadelesinde farklı biçimlerde kullanılabilme olanağının da olmasıdır.
Eğitim ve öğretim kurumlarındakiler içinde çeşitli biçimlerde ve işlerde çalışanların sayı ve oranı da hızla yükseliyor. Bir MEB raporuna göre (Ağustos 2024), “Genel liselilerin yüzde 56.2’si, meslek liselilerin yüzde 67.6’sı ve yükseköğretimlilerin yüzde 77.4’ü[nün] işgücüne katıldığı” belirtiliyor. Genel liselerde bile yüzde 50’yi aşan öğrenci-işçilik oranı, eğitim biçimi spesifikleşip yükseldikçe görülmemiş düzeylere ulaşıyor ve artmaya devam ediyor.
“Girişimci üniversite” modeli
Tüm bunlara “girişimci üniversite” ve “üniversite-sanayi işbirliği” modelini eklememiz gerekir. Büyük holdinglerin kendi yüksek donanımlı özel üniversitelerini kurmalarının yanı sıra, başta en büyük bilgi birikimine, araştırma-geliştirme altyapısına ve bilimsel, nitelikli, yaratıcı, teknik emek havuzuna sahip büyük metropol üniversiteleri olmak üzere, tüm kamu üniversiteleri de kapitalist şirket üniversitesi olarak işletilmektedir. Büyük sermaye gruplarının merkez üniversitelerde, yerel sermaye kesimlerinin yerel üniversitelerde “sponsorluk”, “danışma kurulu” gibi adlar altında açık ya da örtük mütevelli heyetlerini oluşturduğu üniversitelerde, bilgi üretimi, araştırma-geliştirme çalışmaları, tezler, performans puanlı araştırma makaleleri, hatta dersler ve ödevler bile sermayenin sipariş projeleri ve isterlerine göre yapılmaktadır. Keza üniversitelerin altyapısı, bilgi birikimi ve nitelikli emek havuzu üzerinden kurulan, burjuvalaşmış bir akademisyen kesiminin sahibi, ortağı, yöneticisi ve/veya iş bağlayıcısı olduğu tekno-park ve teknoloji geliştirme bölgesi şirketleri. Örneğin Türkiye’deki bilişim şirketlerinin yaklaşık yarısı üniversitelere dayalı tekno-parklardadır, bunların da yarısından fazlasını Bilkent, ODTÜ, İTÜ, BÜ tekno-parkları oluşturur.
Sermaye ile kaynaşmış, altyapı ve donanımını, bilimsel-teknik ve akademik bilgi birikim ve üretimini, nitelikli emek havuzlarını ticarileştirmiş ve sermayeleştirmiş üniversiteler, büyük sermaye gruplarının en büyük maliyet kalemlerinden olan araştırma-geliştirme projelerinin maliyetini düşürür, nitelikli emek ve ürünlerini ucuza kapatmasını sağlar. Bilginin ve nitelikli zihin emeğinin en kritik üretim kuvvetleri arasına girdiği günümüzde, “girişimci üniversite” modeli de, göreli artı-değerin, sermaye birikim ve karlılığının daha dolaysız ve temel dayanaklarından biridir.
Bir işçi-öğrenci sendikasına ihtiyaç var
Geçerken şunu da belirtelim ki, sermayeyi yalnızca birtakım şirketlerden ibaret görmek, ağaçları görüp ormanı görememektir. Okullardan üniversitelere, sağlık sisteminden belediyelere, medya ve sosyal medyadan spor ve sanata, düzen partilerinden düzen sendikalarına kadar hemen her türlü kurum ve ilişkiye nüfuz etmeden, sömürü, kar ve güç kapasitesini bu çoklu ilişki ağları ve bütünden kurmadan, sermaye birikimini sürdüremez. Bu yüzden işçi sınıfının mücadelesi, tek tek şirketlere ve sermaye gruplarına karşı olduğu kadar, olabildiğince tüm bu “sosyal sermaye” kurumlarına karşı ve bu kurumlarda sömürülen emek tabanının mücadeleleriyle de birleştirilmek zorundadır.
Liselerde, mesleki ve teknik Anadolu liselerinde, MESEM’de, meslek yüksek okullarında ve üniversitelerde var olmayan bir sınıf çalışması ve örgütlenmesinin, temel bir ayağı boşlukta kalır.
Günümüzde öğrenci işçiliği artık 14 yaşlarından başlıyorsa, sınıf mücadelesinin örgütlenmesi, sınıf mücadelesinin teorik ve pratik eğitimi de aynı yaşlardan başlayabilmelidir. Sermaye nasıl eğitim/öğretim ile üretimi birleştiriyorsa, tam karşıt eksenden, sınıf mücadelesinde de eğitim/öğretim kurumları ile işyerlerinde birbirine geçişli sınıf örgütlenmeleri birleştirilebilmelidir.
Eğitim/öğretimin günümüz koşullarında daha kritikleşen bir üretim kuvveti olması ama daha dolaysız ve derinlemesine sermaye birikiminin bir bileşeni kılınması, eğitim/öğretimde de uzlaşmaz emek-sermaye karşıtlığını temele yerleştiriyor ve eksenleştiriyor. Günümüzde eğitim/öğretim, üretimin, emeğin, emekçi bireyin toplumsallaşmasının bir biçimi ve bileşenidir ve ancak kapitalist üretim ilişki ve süreçleriyle birlikte ele alınabilir. Hem emek gücünün bizzat kendisinin kapitalist üretim ve yeniden üretim süreci olması, hem de bu emek gücü üretim ve yeniden üretiminin artan ölçüde bizzat kapitalist üretim süreçleri içinde ucuz emek gücü olarak gerçekleştirilmesiyle.
Bir işçi-öğrenci sendikasına ihtiyaç var. Öğrencileri, halen kapitalist üretim ilişkileri ve emek-sermaye çelişkisi dışında, ayrıcalıklı bir kesim olarak gören ya da bunu geri getirmeye çalışan bir küçük burjuva öğrenci sendikasına değil; eğitim/öğretim sisteminin kendisinin de şirketleşmiş olması, kendi içinde de bir sömürü ve ucuz işçi simsarlığı aracı ve kapitalist sömürüyü büyütme düzeneği haline gelmiş olması, milyonlarca öğrencinin farklı kapitalist iş yerlerinde “eğitim” adı altında ya da çeşitli biçimlerde sömürülüyor olması nedeniyle, genel lise, mesleki ve teknik Anadolu lisesi, MESEM, meslek yüksek okulu, üniversite öğrencilerini, hatta genç işsiz mezunları kapsayacak bir işçi-öğrenci sendikasına ihtiyaç var. Eğitim/öğretimin kendi özgüllüklerini, gericiliğe, baskılara, bireyciliğe karşı mücadeleyi asla ihmal etmeden, eğitim/öğretimin daha dolaysız ve vahşi kapitalist artı-değer üretim sürecinin bileşeni ve kaldıracı olması çerçevesinde, öğrencilerin eğitim ve üretim sürecindeki sorun, talep ve mücadelelerini birleştiren bir işçi-öğrenci sendikasına ihtiyaç var.
Asistanların/araştırma görevlilerinin güvencesizliğe karşı direnişleri, öğrenci intiharlarına karşı eylemler, KYK yurtlarında kalan öğrencilerin asansörleri düşen, tavanları çöken, su basan, fareli ve hamam böcekli, yemekleri kurtlu, despotik ve gerici idareli KYK koşullarına karşı eylem dalgaları, eylem ve mücadelelerini soykırım destekçisi sermayeye karşı ve Filistin halkıyla dayanışma için yürüten ve işçi sınıfına taşıyan Filistin İçin Bin Genç hareketi, iş cinayetlerinde öldürülen MESEM’li çocuk işçiler, okurken McDonalds, kafe, bar, depo, market, moto-kurye işçiliği gibi en ağır işleri en düşük ücretlere yapmak zorunda kalan üniversite öğrencileri, yıllarca çalışarak geri ödenemeyen fahiş öğrenci kredileri, komik öğrenci bursları, tarikatların sardığı öğrenci yurtlarının sefil koşulları, ve çok daha fazlası, bunun tarihsel ve sınıfsal dinamiklerinin de olduğunu gösteriyor.
Eğitim bir üretim kuvvetidir: Eğitim, eğitim ve üretimde birleşik sınıf mücadelesi ve sosyalizm
Eğitim bir üretim kuvvetidir. İşçi sınıfının eğitim düzeyinin belirgin olarak yükselmesi, eğitim/öğretim ile üretimin birleştirilmesi, yanı sıra öğrencilerin lise döneminden başlayarak çok çeşitli işlere girip çıkması, çok çeşitli işbaşı/işyeri pratik ve deneyimlerinden geçmesi; işbölümünün aşılması, üretimin toplumsal bütünleşmesi ve toplumsallaşmış bireylerin oluşumu doğrultusunda, daha gelişmiş bir sosyalizmin bir koşulunu oluşturuyor.
“Büyük sanayi, gerçekte, toplumu, bütün yaşamı boyunca bir ve aynı işi yineleyerek güdükleşen ve böylece ‘parça-insan’ haline gelen bugünün parça-işçisinin yerini, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal görevleri, kendi doğal ve sonradan kazanılmış yeteneklerine serbestçe uygulama alanı sağlayan bir şey olarak benimseyen tam anlamıyla gelişmiş bir bireyi koymayı, bir ölüm-kalım sorunu halinde zorlamaktadır.
Bu devrimi gerçekleştirmeye doğru kendiliğinden atılmış bir adım, teknik ve tarım okulları ile, ‘ecoles d’enseignement professionnel’ (mesleki eğitim okulları-bn) kurulmasıdır; buralarda işçi çocuklarına biraz teknoloji bilgisi ile, çeşitli emek araçlarının nasıl kullanılacağı öğretilir. Sermayeden zorla kopartılıp alınan ilk ve pek zayıf bir ödün olan fabrika yasası, ilköğrenimi fabrikadaki çalışmayla birleştirerek bir sınırlama getirmiş olmakla birlikte, işçi sınıfı iktidara geldiği zaman – ki bu kaçınılmaz bir şeydir -, hem pratik, hem teorik teknik eğitimin, işçi sınıfı okullarında layık oldukları yeri alacaklarına hiç kuşku yoktur. Eski tip işbölümünün ortadan kalkmasıyla sonuçlanacak olan böyle devrimci bir oluşumun, kapitalist üretim biçimi ve işçinin bu biçim içerisinde aldığı ekonomik statü ile taban tabana zır olduğuna da hiç kuşku yoktur.” (Marx, Kapital Cilt 1. s498-499, Sol y.)
Günümüz kapitalizminde eğitim ile üretimin birleştirilmesinin geldiği düzey ve bunun hem daha gelişkin bir sınıf mücadelesinin hem de daha gelişkin bir sosyalizmin bir koşulunu oluşturması, Marx’ın dahiyane tarih bilimsel öngörülerinden biridir. Bu tarihsel eğilim açısından eğitim/öğretim ile üretimin birleştirilmesine karşı değiliz. Eğitim ile üretimin, üretim kuvvetlerinin somut toplumsallaşma niteliği ile kaçınılmaz birleştirilmesine değil, bu birleştirmenin kapitalist biçimine karşıyız. Kapitalizm üretim kuvvetlerinin toplumsallaşmasının basıncıyla eğitim ile üretimi birleştirme tarihsel zorunluluğuna boyun eğerken, tabii ki bunu eğitimi aynı anda hem emek gücünün artı-değer üretkenliğini artırmanın hem de emek gücünü değersizleştirmenin bir aracı haline getirerek yapıyor. Eğitim ile üretim arasındaki iş bölümü de, bu farkın çocuk ve genç emeği yağmasında kullanılmasıyla, daha geniş çaplı ve daha emek yıkıcısı biçimlerde yeniden üretiliyor.
Yani yine Marx’ın vurguladığı gibi, eğitim ile üretimin gerçek niteliksel ve uyumlu kaynaşması, kapitalist üretim biçimi ve işçilerin bu biçim içinde vahşice sömürülmesi ve yağmalanması ile bağdaşmıyor. Günümüz kapitalizminde eğitim ve yüksek öğretim sistemlerinin içinde bulunduğu derin kriz, ve sermayenin bir yandan eğitimi/öğretimi çocuk ve genç emeğinin yağmalanması aracına dönüştürürken diğer yandan “nitelikli teknik ara işgücü, yaratıcı işgücü, inovasyon açığı” v.b. diye ağlayıp durması, bu bağdaşmazlığın en bariz ifadeleri. Şu basit nedenle ki, eğitim ile üretimin birleştirilmesinin de kritik bir bileşeni olduğu üretim kuvvetlerinin ve emeğin toplumsallaşma düzeyi, kapitalist üretim ilişkilerine sığmıyor!
İşçi sınıfının eğitim düzeyinin yükselmesinin, eğitim/öğretim ile üretimin birleştirilmesinin kapitalizmdeki yıkıcı ve yağmacı biçimlerine karşın, sınıf mücadelesine kazandırdığı yeni olanaklar da var. Hem daha çekirdekten yetişme kol işçilerini, hem kafa ve kol emeğini birleşik kullanabilen nitelikli teknik ara işçileri, hem bir dizi şeyi kendi kendine öğrenmek zorunda kalarak her türlü durum ve gelişmeden bir şeyler öğrenme yeteneğine sahip işçileri, hem daha çok yönlü yetilere sahip işçileri, hem de nitelikleri yıkıcı biçimde değersizleştirilerek kendini “mavi yakalaşmış” bulan zihin işçilerini, daha büyük sayılarla ortaya çıkartıyor. Eğitim/öğretim emekçilerinin yanı sıra, öğrenci emeği de işçi sınıfının büyük çaplı, milyonları kapsayan bir bileşenini oluşturuyor. Eğitim ile üretimin birleşmesi, eğitim ile üretimdeki krizlerin de birleşip birbirini derinleştirmesini getiriyor, ve eğitim/öğretim kapsamında da daha emek eksenli mücadele dinamiklerini ve hareketlerini doğurarak, üretimdeki mücadelelerle daha etkileşimli hale getiriyor. İşçileşen öğrencilerin bırakalım anne babalarının döktüğü onca paraya karşın eğitim/yüksek öğretim ile yükselmeyi, kendileri de yıkıcı biçimde yoksullaşan anne babalarından daha geleceksiz hale gelmesi, kuşaklar arası birleşik mücadele olanaklarını da artırıyor.
Tüm bunların sınıf mücadelesinde değerlendirilmesi, geleneksel solun küçük burjuva ve kompartmancı “öğrenci gençlik” anlayışından kopmakla; hem yıkıcı biçimde işçileşen eğitim/öğretim emekçilerine hem de her düzeyde yıkıcı biçimde işçileşen öğrenci emeğine, bağımsız devrimci sınıf temel ve ekseninden, örgütlenme ve mücadele politikaları üretmekle, zaten her düzeyde iç içe geçmiş eğitim/öğretim ile üretim alanındaki mücadeleleri birleştirmekle mümkün.