Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, dün Brüksel’de Türkiye’nin 5 yıl aradan sonra tekrar davet edildiği Avrupa Birliği (AB) dışişleri bakanları gayriresmi toplantısına katıldı. AB’nin 5 yıl sonra yaptığı bu davet ve Türkiye’nin bu daveti memnuniyetle karşılaması, beklentileri farklı olsa da her iki tarafın ilişkilerde yeni bir dönemi başlatma isteğini ortaya koyuyor. Öte yandan önümüzdeki günlerde görev süresi dolacak olan ABD Ankara Büyükelçisi Jeff Flake, son dönemlerde ABD-Türkiye ilişkileri ve Türkiye’nin NATO içindeki önemine dair dikkat çekici açıklamalar yapıyor. Özellikle 2016’daki darbe girişiminden sonra Erdoğan iktidarı ile ilişkileri bozulan bu güçlerin son dönemlerde Türkiye’ye ilgisinin artması, Türkiye’yi kuşatan bölgelerdeki gelişmelerden ve bu bölgelerde Türkiye’ye biçilen görevlerden bağımsız değil. Ancak bu ilgide ve ilişkilerin hızlı bir seyir ilerlemesinde Erdoğan iktidarının ABD, NATO ve AB eksenine daha fazla bağlanma yönünde attığı adımların da önemli bir rolü bulunuyor.
ABD Ankara Büyükelçisi Flake, haziran ayında Reuters haber ajansına verdiği röportajda “Ukrayna’daki savaşın Ankara’nın NATO’ya ve Batı’ya olan bağlılığını gösterdiğini” belirterek “Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin ve ABD ile ortaklığının hiç olmadığı kadar güçlü olduğunu” söylemişti. Flake, geçtiğimiz günlerde Politico dergisine verdiği röportajda da 2016’daki darbe girişiminden sonra ABD’nin Erdoğan iktidarını desteklemekte yavaş kaldığı konusunda öz eleştiri yapıyor -ki, darbe girişiminden hemen sonra Rusya Lideri Putin tarafından aranan Erdoğan, dönemin ABD Başkanı Obama tarafından aranmamıştı. Ancak bu ayın başında Ankara’da aralarında ABD, Rusya ve Almanya’nın da yer aldığı 7 ülke arasındaki esir takasındaki rolü konusunda Erdoğan iktidarından övgüyle söz eden Flake, bu takastan sonra Erdoğan’ın Biden tarafından aranırken bu kez Putin tarafından aranmadığını ve dolayısıyla ilişkilerin tersine döndüğü vurguluyordu. Flake ayrıca kendisinden sonra gelecek büyükelçiye de “Büyüyen bir bölgesel güç ve NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesi için her cephede çalışması” nasihatini vermeyi de unutmuyor.
Ukrayna savaşı; ABD, AB ve NATO’nun Rusya ve Çin ile hegemonya mücadelesinin önemli alanlarından birini oluşturuyor. Türkiye’deki iktidar bu savaş sürecinde Ukrayna’ya askeri destek (başta Bayraktar TB2 SİHA’ları) vermekle kalmadı, NATO’nun çizdiği hattın da dışına çıkmadı. Dolayısıyla Ukrayna savaşı, Batılı emperyalistlerle yaşadığı kimi sorunlara rağmen Erdoğan iktidarının emperyalistler arasındaki egemenlik mücadelesinin hangi tarafında yer aldığını açık bir biçimde gösterdi.
Haziran ayında İsviçre’de yapılan ve Rusya’nın davet edilmediği ‘Ukrayna barış zirvesi’nin sonuç bildirgesinde barış görüşmelerinin başlaması için Rusya’nın işgal ettiği topraklardan çekilmesi maddesi yer almıştı. Türkiye’nin de aralarında yer aldığı 80 ülke tarafından imzalanan bu bildirgeye Brezilya, Hindistan, S. Arabistan, BAE’nin de aralarında yer aldığı 8 ülke imza koymamıştı. Hindistan Başbakanı Modi’nin 23 Ağustos’ta Ukrayna’ya gerçekleştirdiği ziyaret sonrasında açıklamalar yapan Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy, Hindistan ilk bildirgeye imza atmadığı için kasım ayında yapılması planlanan ikinci barış zirvesinin Hindistan’da yapılmayacağını; bu konuda Türkiye’nin de aralarında yer aldığı ve bildirgeye imza atan 4 ülke ile görüşmeler yaptıklarını belirtmişti.
Böylesi bir süreçte ABD ve NATO’nun Türkiye’nin rolünden övgüyle söz ettiği Ukrayna savaşının en önemli gündem maddelerinden birini oluşturduğu AB dışişleri bakanları gayriresmi toplantısına Türkiye’nin davet edilmesi daha anlaşılır oluyor. Bu yazı yazılırken sonuçları henüz açıklanmamış olan bu toplantıda Ukrayna savaşının yanı sıra Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs, Karadeniz, Kafkasya, mülteci sorunu gibi Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren birçok önemli gündem maddesi yer alıyor.
ABD, NATO ve AB’nin Türkiye konusundaki beklentilerindeki yükselişi, Erdoğan iktidarının yaşadığı ekonomik ve siyasi sıkışmışlığın da etkisiyle son dönemde bu beklentileri karşılama yönünde attığı adımlardan bağımsız düşünmemek gerekiyor.
Ukrayna savaşının yarattığı saflaşmanın en önemli dönemeçlerinden biri Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliklerinin onaylanması idi. Erdoğan iktidarı bu konuyu ilk başlarda bir pazarlık konusu yapmaya çalışsa da ABD’nin baskısı karşısında geri adım attı.
Türkiye’nin ABD-NATO ile yakın dönemde yaşadığı en önemli sorunlardan biri de Rusya’dan S-400 hava savunma sisteminin satın alınmasıydı. Erdoğan iktidarının “acil savunma ihtiyacı” gerekçesiyle 2017’de 2.5 milyar dolara satın aldığı ve ilk parçaları 2019’da teslim edilen S-400’ler o gün bugündür hangarlarda bekletiliyor. Son günlerde Erdoğan yönetiminin S-400’lerden kurtulmak için onları Pakistan ya da Hindistan’a satması senaryoları konuşuluyor.
Bu dönemde Türkiye’nin en büyük enerji tedarikçisi Rusya’ya olan bağımlılığın azaltılması ve ABD-NATO eksenine bağlanma yönünde atılan bir diğer önemli adım da BOTAŞ ile ABD’li enerji tekeli ExxonMobil arasında 10 yıllık LNG (sıvılaştırılmış doğal gaz) anlaşması yapılmasıydı.
İsrail’deki Netanyahu yönetimi Gazze’deki saldırı, işgal ve katliamlarını bölgesel bir savaşa çevirecek hamleler yaparken ABD emperyalizmi de bu saldırganlığa desteğinin bir ifadesi olarak Doğu Akdeniz’deki askeri varlığını arttırıyor. Filistin ve Gazze konusunda en başından itibaren iç kamuoyunu yedeklemeye yönelik istismarcı bir tutum takınan iktidar partisi AKP’nin Sözcüsü Ömer Çelik, ABD’nin Doğu Akdeniz’e gönderdiği savaş gemilerini “Oraya başka devletlerin gönderdiği her savaş gemisi, her uçak gemisi şiddet sürsün, şiddet bölgeye daha çok yayılsın diyenlerin işine yarayacak bir vesile sunmuş olacak” sözleriyle eleştirmişti. Ancak Çelik’in “eleştirisinin” üzerinden çok geçmeden 13-17 Ağustos tarihleri arasında ABD ve ilk amfibi savaş gemisi TCG Anadolu’nun da yer aldığı Türk savaş gemilerinin Doğu Akdeniz’de ortak bir deniz tatbikatı düzenledikleri ortaya çıktı.
Tıpkı Ukrayna savaşı gibi Doğu Akdeniz’de Türkiye-ABD ortak deniz tatbikatı da Erdoğan iktidarının bölgedeki egemenlik mücadelesi ve olası bölgesel savaşın hangi tarafında yer aldığını açık bir biçimde ortaya koyuyor.
Erdoğan iktidarının Türkiye’yi çevreleyen gelişmeler ve emperyalist egemenlik mücadelesi karşısındaki tutumunu ve attığı adımları anlamak için Milli Savunma Bakanı Güler’in geçtiğimiz günlerde Reuters haber ajansına yaptığı “Önceliğimiz önemli bir müttefik olarak NATO’ya karşı sorumluluklarımızı yerine getirmek ve müttefiklerimizle dayanışmayı güçlendirmektir” açıklamasına dikkat çekmek gerekiyor.
İktidarın askeri ve siyasal alanda attığı bu adımları ekonomik alanda Şimşek’in IMF’siz IMF programı olarak adlandırılan işçi ve emekçilere yönelik saldırı programı tamamlıyor. Bu yüzden ücretlerin düşürülmesi, vergilerin arttırılması ve zamların devam etmesi üzerinden işçileri, emeklileri ve üreticileri açlık, işsizlik ve yoksullukla karşı karşıya bırakan bu ekonomik program IMF’nin “Türkiye’de uygulanan ekonomik politikaların önemli bir dönüşüm geçirdiği ve bu dönüşümün(…) kriz risklerini belirgin bir şekilde azalttığı ve güveni artırdığı” değerlendirmesinin yer aldığı raporunda da övülüyor.
Erdoğan iktidarının Türkiye’yi siyasi, ekonomik ve askeri olarak ABD, AB ve NATO’ya daha fazla bağımlı hale getiren hamleleri bir yandan ülkeyi bölgedeki gerilim ve çatışmaların içine sürüklüyor ve öte yandan IMF’siz sermaye programlarıyla işçi sınıfı ve emekçi halkın yaşam koşullarını giderek zorlaştırıyor. Bu süreç, işçi-emekçilerin iş ve ekmeği ile ülkenin bağımsızlığı ve bölgede barış mücadelesini daha önce olmadığı kadar birbirine bağlıyor.