Bugün İktidar karşısında saf tutmak, her zamankinden daha büyük önem taşıyor. Çünkü hem hukuk tanımazlığın daha da pervasızlaştığı bir dönem yaşıyoruz hem de onu değiştirmeye her zamankinden daha yakın bir durumdayız.
Son yerel seçim sonuçları bu değişim olasılığının büyük şehirlerden başlayarak ülke genelinde ve bütün sınıflar içinde yaygınlaştığının açık göstergesi. Ancak anımsansın ki hemen öncesindeki genel seçimler, üstelik bu imkan daha da çok olmasına rağmen iktidar tarafından kazanılmıştı. Üstelik dünyadaki kimi örneklerin de gösterdiği gibi “Orta Vadeli Program”ın başarıya ulaşması halinde iktidar, (kaybettiği güçleri yanına çekerek) kendini yeniden garantileme imkanı da üretebilir.
Kuşkusuz böyle bir “başarı” hepimizin daha da fakirleşmesi, Türkiye’nin daha da anti-demokratik bir statüye razı edilmesi, toplumun daha da çürütülmesi demek. Ama siyaset bilgisi ve tecrübelerimiz, egemenlerin bunu pekala başarabildiğini ve iktidarlarını pekala uzatabildikleri gerçeğine ilişkin de pek çok örnek veriyor. Dolayısıyla koşulları değiştirme sorumluluğu, kendimizi kandırma yolunu seçen tahlillerden uzak bir gerçekçilikle etki alanımızı büyüten somut öneri ve adımlar gerektiriyor.
Bu anlamda emek ve demokrasi düşmanı bir programı, güçlü ideolojik ve fiili dayanaklarla yürüten iktidarın çözülme dalgasının yönünü, muhalefetin ne yapacağı belirleyecek. Kısacası İktidarın bu kez değiştirilmesi veya bir kez daha kendini toparlaması, nasıl bir muhalefet becerisi gösterileceğiyle doğrudan ilgili.
Diğer yandan toplumsal örgütsüzlüğün çok yaygın, özgüven kaybının da yüksek olduğu, dolayısıyla toplumsal çoğunluğun ne yazık ki özne değil seyirci konumunda durduğu bir dönemdeyiz. Bu ise mevcut durumu değiştirmek iddiasındaki güçlerin kulağına küpe etmesi gereken bir realiteyi, yani muhalefetin güçle, güç geliştirerek yapılması gereğini her zamankinden daha önemli kılıyor. Yani sözümüzün, dayanışma ilişkilerini ülke genelinde örgütleme yanısıra, değişimi başarma umudunu güçlendiren bir etkinlikle kurulması gerekiyor. Dolayısıyla siyaseti olabildiğince birleşik bir davranışla yürütmek, iktidar değişimi açısından kritik önemde.
Bu realite diğer yandan, toplumsal güç biriktirebilmemiz için taktik siyasetin önemini arttırıyor; yani bugünden yarına sorunlarımızı hafifletecek, rahatlatacak ve uygulanabilir önermeler geliştirerek yapılmasını gerektiriyor.
İktidarın gücü ve muhalefetin zaafları
Mevcut iktidarın bu denli uzun bir egemenlik inşa edebilmesinin önemli bir nedeni, egemen kimliklerin toplumu etkileme kapasitesindeki yükselmenin devam etmesi. Nitekim Siyasal İslamcılığın tuttuğu alanda bir gerileme olurken de, anti göçmen ve anti Kürt bir muhafazakar milliyetçilik onun yerine yükselişini sürdürüyor.
Bu ise siyasal saflaşmanın olağan sınıfsal akışında ve demokrasi ekseninde şekillendirilmesini zorlaştırıyor. Orta sınıflar yanında emekçi sınıflar üzerinde de, İslamcılık ve milliyetçiliğin hegemonyasını sürdürüyor olması, emek, demokrasi ve laiklik güçlerinin etki alanını daraltıyor. En azından bu çemberi aşacak etkinlikler geliştirmekte ciddi eksiklikler barındırıyoruz. Dolayısıyla muhalif güçlerin bunun için daha büyük bir beceri göstermesi gereğini gündemleştirmesi gerekiyor.
Sonuçta hem Kürtler, Aleviler ve diğer ezilen kimliklerin sorunları çözülemiyor hem de sınıfsal refleksler siyasal saflaşmada olması gereken etkinliği kuramıyor. Bu durum sosyalizm güçleri yanısıra gerçek bir sosyal demokrat gelişme açısından da negatif bir ortama yol açıyor.
Ama teslim etmeliyiz ki, bizler de, iktidarın yoksulluk ve güvensizlik üreten niteliğini teşhir ve onu püskürtecek inandırıcı önerme ve fiili seferberlikler geliştirmeyi yeterince başaramıyoruz. Nitekim bunca derin krize rağmen iktidarın, özellikle de emekçiler, kadınlar ve gençler üzerinde hala belli bir hegemonya ve rıza üretme kapasitesine sahip olabilmesi de bunu gösteriyor.
Özellikle sosyalist akımların bu süreçte toplumsal dengeleri yerine oturtacak bir güç ve hegemonya sıçraması sağlayamamış olması, hem tahakküm ilişkilerini hem de emek sömürüsündeki pervasızlığı sürdürülebilir kılıyor. Sosyalistlerin bu güç biriktirememe halinin muhalif siyasetin geneline etkisi, milliyetçi sağcılığın cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde sergilediği etkinlik yanısıra, pek çok CHP belediye başkanının dilinde ve kadro tercihlerinde de kendini gösteriyor. Keza sokaktaki refleksler açısından da bu durumun etkisini, Kürtlere, Alevilere, Gayrimüslimlere ve özellikle de göçmenlere yaygın karşıtlıkta görebiliyoruz.
Böylece bizim emek, demokrasi ve laiklik adına tutamadığımız toplumsal alan, sıradan faşist savrulmalara ve bu durumdan beslenen faşist siyasetlere büyük bir etkinlik alanı açıyor. Özellikle gençlik içinde milliyetçiliğin farklı hallerinin tuttuğu alanı sosyal medyada da net olarak görebiliyoruz. DİB metninde de belirtildiği gibi, ne yazık ki “faşizmin toplumsal tabanını genişlettiği” bir gerçeklikte bulunuyoruz.
Bu ise, hem bu toplumsal dizilişi değiştirmeye yönelik daha işlevsel bir etkinlik ve dil geliştirilmesini, ama hem de muhalefet saflarından oraya savrulmayacak sağlamlıkta bir duruşa ihtiyacımızı belirginleştiriyor.
Muhalif etkinliklere yaklaşım
DİB metninde işaret edilen sorun, yani CHP’nin ‘yapıcı muhalefet” söylemi üzerinden geliştirilen görüşmeler, kuşkusuz “muhalefeti Saray’ın çizdiği sınırlara daraltıp muhalefetin etkisizleştirilmesi” riski içeriyor. Ama diğer yandan bu açılım, iktidarın kendine yedekleyip kemikleştirdiği toplumsal kesimlerin, muhalefetin öneri ve eleştirilerine, dolayısıyla saf değiştirmeye açık hale getirilmesine de imkan içeriyor.
Bu noktada İktidarın oyun alanına boyun eğme veya onun çözülüşünü hızlandırma seçeneklerinden hangisinin yükseleceğinin yanıtı, CHP’in bu süreci hangi siyasal perspektif ve kararlılıkla yürüteceğine bağlı. Bu nedenle asıl sorgulanması gereken, kurulan diyalog değil, emek, demokrasi ve laikliğin savunusunda ne denli kararlı davranıldığı, keza demokrasi güçleriyle dostluk ve beraberlik sorumluluğunun ne denli karşılandığı üzerinden geliştirilmelidir. Dolayısıyla asıl sorun, diyaloğa açıklıkta değil, bu iki alandaki eksiklikte yatıyor.
Diğer yandan teslim etmeliyiz ki, pek çok diğer şey gibi bu sorunun yanıtı da, sosyalizm ve demokrasi güçlerinin, güç ve etkinlik noktasında yapabileceği sıçramaya doğrudan bağlı. Çünkü şu andaki sürecin kritik aktörü konumuna yükselmiş olan CHP, soldan gelecek basınca bağlı olarak 1973’teki ileri pozisyonuna da yükselebilir, egemenlerden gelecek basınca bağlı olarak geleneksel merkez partisi konumuna geri de çekilebilir.
Tam da bu noktada Türkiye’nin sosyalizm ve demokrasi güçlerine dair de bir muhasebe temel önem taşıyor. Çünkü sosyalist hareketin toplumsallaşma ve bölünme sorunundaki zaafı sürüyor. Her açıdan kritik bir konuma sahip olan Kürt hareketinde tıkanma hali yaşanıyor ve Türkiye’nin ortalama kamuoyuyla diyalog kapasitesinde ciddi bir düşüş söz konusu. Alevi hareketi toplumsal etki alanını seferber etmekte, genişletmekte ve devletin karşı atağını göğüslemekte zorlanıyor. Kadın hareketinin tüm bu bileşenlerle organik bağları, olması gerekenin çok gerisinde. Vb…
Buraya kadar söylediklerimden hareketle, DİB’in işaret ettiği, “Ülkenin yakıcı sorunları etrafında geniş ve etkili bir halk muhalefeti yaratmak” sorumluluğu için birden fazla şeye ihtiyacımız ortaya çıkıyor. Sadece haklı muhalefetimizi daha kararlı kılmakla yetinmemek, daha önemlisi kapsama alanını radikal bir şekilde büyütmek, aynı zamanda uygulanabilir önerilerle iktidarın çözülüşünü hızlandırma ve çözüm üretecek bir iktidar programı geliştirme becerisi de göstermek zorundayız.
Bu bağlamda iktidara karşı “erken seçim talebini toplumsallaştırma” önermesinin, iktidar sonrası uygulanacak iktisat politikası ve demokratik bir cumhuriyet programı konusunda, daha fazla idman ve birlikteliklerle desteklenmesi gerektiği kanısındayım. Aksi taktirde bir iktidar değişimi bile, sanılandan çok daha az şeyi değiştirme yeteneğinde olabilir.
Sosyalist muhalefetin özsorgulaması
Bu noktada Sosyalistlerin, Kürt, Alevi, kadın hareketinin ve diğer demokrasi güçlerinin ortaya koyduğu kapsama alanı, birbirleriyle uyum ve çözüm kapasitesi, teslim edilmeli ki bu kritik sürecin dönüştürülebilmesi için hala çok yetersiz. Dolayısıyla bu kapasitenin yükseltilememesi halinde, demokratik bir cumhuriyete yönelebilmek için gerekli güçlü dayanaklar da üretilemeyecektir.
Özellikle iki büyük toplumsal mağduriyet alanını temsil eden Kürt ve Alevi hareketlerinin, azınlık yapıları gereği Türkiye’nin bütününe açılma imkanına sahip olamayacağı bir gerçeklikte, demokratik bir cumhuriyete açılım için sosyalist hareketin kendine nitelik sıçraması yaptırması yaşamsal hale geliyor.
Ancak bu misyon açısından teslim etmek zorunda olduğumuz yapısal sorunlarımız var. Dilimiz ve hayallerimizin eskisi gibi toplumu sürükleyemediği (1990’dan günümüze gelen) uzun dönemi henüz atlatabilmiş değiliz. Bu sıkıntılı dönemin bir “canavarlar zamanı” olma gerçeğini bütün varlığımızla yaşıyor olmamıza karşın, döneme uygun yeni dil ve yöntemler geliştirmek sorumluluğunu yerine getirebilmiş olmaktan hala uzağız. Günceli yakalamaktaki belirgin eksikliğimize karşın çoğu zaman eski ezberlerimizi tekrarlıyoruz. Emek adına tüm samimi niyetlerimize karşın, kendi guruplarımızı her şeyin üstünde tutan alışkanlığımızdan vazgeçemiyoruz. Etki alanımızı radikal bir şekilde büyüterek memleketin siyasal dengelerini hızla emek ve demokrasi lehine değiştirecek olan birleşip hamle yapma potansiyelimizi bir türlü kullanamıyoruz. Aksine sözümüzün toplumsal itibarını düşüren mevcut parçalanmışlığımızı derinleştirmeye devam ediyoruz. Kısacası ne dilimiz ne yapılarımız ne geliştirmemiz gereken ara çözüm programımız mevcut ihtiyaçları karşılamaya ve nitelik sıçraması yapmamıza yetmiyor.
Bu yapısal problemlerimiz bir yana, pek çok sosyalist yapının zaten başından bigane kalmayı seçtiği Emek Özgürlük İttifakı taahhüdünün sorumluluklarından sessizce çekildiğimiz, keza DİB taahhüdünün gereklerini de yerine getiremediğimiz bir gerçeklikteyiz. Oysa yaşadığımız sorunlar, tek tek parçalarımızın kendi konjonktürel yükselişleriyle altından kalkılamayacak ağırlıkta sorunlar, ki bazı dönemlerde tek tek yükseliş gösteren parçalarımızın da bir müddet sonra iniş hattına girdiğini görmek gibi talihsiz tecrübemiz de cabası.
Tüm bunların ışığında belirtmeliyim ki bu kendini değiştirme feraseti gösteremeyen halimizi aşamayacak olursak, iktidarın kendi çözümsüzlüğüyle düşmesi halinde bile Türkiye, demokrasinin, laikliğin, sosyal bir hukuk rejiminin, yani demokratik bir cumhuriyetin uzağında kalmaya devam edecek.
Ne Yapmalı?
Sözlerimi, DİB metnine, ruhuna, arayışına katılıp son sorularını cevaplandırarak bitireyim:
- Yerel seçimlerden sonraki süreç, başta yoksullaştırma, kayyum ve eğitimin dinselleştirilmesi olmak üzere yaşadığımız sorunları sadece dayanışarak değil, bize güveni arttıran, bizi çoğaltan ortak (hiç olmazsa kalıcılık güveni veren ittifak) bayrakları altında yaşamayı zorunlu kılıyor. Yani bu durum bir “olanağın” ötesinde, kendisini zorunluluk olarak dayatıyor. Esasen sorun da, bizim bu zorunluluğu bilince çıkarmamızda düğümleniyor. Dolayısıyla müzakere ve dayanışmalarımızı bu amaçla kalıcı ittifak ve birlik bayrağına dönüştürecek bir sorumlulukla geliştirmemiz halinde kendiliğinden hal yoluna girecek bir sorumluluk karşısındayız.
- Farklı mücadele alanlarının birbirini güçlendiren bir ittifak zemininde bir araya gelmesi, bunun var olan ittifakları da güçlendiren bir dizilişi, bu birbirinden farklı ama çıkarları ortak olan dinamiklerin süreğen bir masa üretmeleriyle pekala sağlanabilir. Bunun daha ötesi, daha verimlisi, söz konusu bu periyodik masanın üreteceği öneri ve sorumlulukların bizlere yaratacağı paha biçilmez imkanlar olacaktır.
- Gerek seçim gerek tek tek özgül sorunlar için ittifaklar da çok kıymetli kuşkusuz, ama kendi adıma bütün ittifakların kalıcılığa, hedef büyütmeye zorlanması gerektiği, bunun hem mümkün hem de hepimizi çoğaltarak iktidarın çözülmesini hızlandıracak, bizim iktidarımızda ise daha işlevsel uygulamalar geliştirmemizi sağlayacağı kanısındayım.
Mevcut dinamiklerin olabildiğince yan yana getirilmesinin ötesine geçtiğimizde en uygun çözüm, en büyük çekim kapasitesi yaratarak ortaklığımızı emeğin organik temsilciliğine, memleketin reel dönüşüm dinamiğine yükselmek mümkün; üstelik doğru bir yaklaşımla bu imkan, elimizi uzattığımızda yakalayabileceğimiz kadar yakınımızda.
Hayali cihana değer değil mi?