Venezuela seçim sonuçlarıyla ilgili tartışma uluslararası solu ikiye bölüyor. Ancak konunun demokrasiyle hiçbir ilgisi yok. Halk arasında “ateşle oynarsan yanabilirsin” diye bir deyim vardır. Aşırı sağ muhalefet galip gelirse, kimse aldanmasın, iktidarını özelleştirme ve zulüm içeren şok programını garanti altına almak için kullanmaktan geri durmayacaktır. Bu çatışmayı sadece Chavistalar ile Chavez karşıtları arasındaki bir mücadele olarak görmek de doğru değil. Kendilerini Chavista olarak tanımlamayan, ancak hükümeti devirmek için yürütülen kampanyayı gerici bulan ve bu nedenle PSUV’un zaferini tanıyanlar da var.[1] Nicolás Maduro’nun hile yaptığını ve yenilgiyi kabul etmesi gerektiğini iddia edenlerin büyük çoğunluğu zaten sol görüşlü değil. Burada temel mesele petrol. Venezuela, bağımsız bir ülkedir veya günümüzde bağımsızlığa en yakın olanıdır, ki bu ABD için kabul edilemez bir durumdur. Seçenekler ulusal egemenlik ile yeniden sömürgeleştirme arasındadır ve solun bir biçimde hile yapıldığına inanan kesimleri bunun ne gibi sonuçları olabileceğini düşünmelidir.
Venezuela’da diktatörlük yoktur, ancak liberal-demokratik bir rejim de yoktur. Açık olan ise Maduro’nun alternatifinin neo-faşist bir muhalefet olmasıdır. Edmundo González, María Corina’nın kuklasıdır.[2] O da ABD’nin kuklası. Eğer iktidara gelirlerse Venezuela’nın kaderi yirmi yıl önceki Irak’ınkine benzer olacak: ABD himayesi (protektora). Dolayısıyla büyük olasılıkla bir diktatörlük olacak ve muhtemelen bir iç savaş çıkacaktır, çünkü PDVSA’nın özelleştirilmesi ve Chavezci liderlerin hapsedilmesi vaadine karşı silahlı direniş kaçınılmaz görünüyor. İhtilaf seçim şeffaflığıyla ilgili değil, PDVSA’nın kontrolüyle ilgili.[3] Bunun seçim adaletiyle alakası yok. Aşırı sağın liberal demokrasiye hiçbir bağlılığı yok. ABD ile, özellikle Trump ile sarsılmaz bir ittifakları var. María Corina’nın arkasında Brezilya’da Bolsonaro, Şili’de Kast, Arjantin’de Milei ve Kolombiya’da Uribe yer alıyor.
Yirmi beş yıl boyunca süren siyasi komplolar ve ekonomik kuşatmadan sonra bile rejim yenilgiye uğratılamadı. Ki rejim, ABD ile doğrudan bir çatışmayı önlemek adına kapitalist bir ekonomiyi sürdürmeye dayalı riskli bir stratejiyi tercih etmiş olsa bile. Solun diğer akımlarının örgütlenme özgürlüğünü askıya almak, aşırı enflasyonu kontrol altına almak için mali şok politikası uygulamak, büyük ayrıcalıklara sahip bir sivil-asker kastını desteklemek gibi tehlikeli ve yanlış kararlar alındığı doğru, ancak hükümet düşmedi. Genel oy hakkıyla yirmiden fazla seçim yapıldı, ABD bankalarındaki rezervlere ve Londra’daki tonlarca altına el koyan suç çemberine ve yaptırımlara rağmen, hükümet bunlardan sadece birini kaybetti. Maduro’nun hiçbir meşruiyeti olmadığı ve askeri bir “kleptokrasi” tarafından desteklenen “grotesk bir caudillo” olacağı sonucuna varmak makul değil.[4]
Siyasi rejimin sertleştiği ve Bonapartçı otoriter formlar benimsediği doğrudur. Ancak, sadece Silahlı Kuvvetler ve polisin kontrolüne dayanmıyor, aynı zamanda siyasi hegemonya için de yarışıyor. Barbados Anlaşması sonrası seçim yapmayı kabul etti, bu yolla tecritten çıkmanın, yaptırımların sona ermesinin ve dünya pazarına yeniden entegrasyonunun önünü açmayı amaçladı.[5] Aşırı sağ muhalefet özellikle orta sınıflar üzerinde etkili olsa da, rejim işçi ve emekçi kesimlerle bağlarını koruyor. Ülke parçalanmış ve bölünmüş durumda. 2002’de Chávez’e karşı darbenin yenilgiye uğratılmasından bu yana kesintisiz bir devrim süreci yaşanmadı ancak ülke bağımsızlığını korudu ve bu hiç de az bir şey değil.
1948 ile Berlin Duvarı’nın yıkılışı, kapitalizmin restorasyonu ve SSCB’nin sona erdiği (1989/1991) dönem arasında, ABD’nin Latin Amerika stratejisi, çıkarlarına koşulsuz sadık olan rejim ve hükümetleri komünizm tehlikesine karşı savunmak üzerine kuruluydu. 1952’de Guatemala’da Árbenz, 1954’te Brezilya’da Getúlio, 1964’te Brezilya’da João Goulart, 1955’te Arjantin’de Péron gibi pek çok lider darbelerle devrildi. Diktatöryal rejimler, hem Eisenhower veya Nixon gibi Cumhuriyetçiler, hem de Kennedy veya Lyndon Johnson gibi Demokratlar tarafından savunuldu. Trujillo, Somoza, Stroessner, Médici, Pinochet ve Videla gibi canavarlara kol kanat gerildi. Liberal-demokratik rejim olasılığı, ancak Gorbaçov ile yapılan anlaşmalar sonrasında, seksenlerin sonunda kabul edildi. ABD’nin, Venezuela rejimini diktatörlük olarak kınayacak ne siyasi ne de ahlaki otoritesi vardır. Washington emperyalist kapitalizmin kalesidir. ABD, Demokrat Parti tarafından yönetildiğinde bile, çıkarlarının tehlikeye girmeyeceğinden emin olduğu sürece liberal demokrasiyi savunur.
Bağımlı çevre (periferi) ülkelerde anti-emperyalist bir kopuş olmadan ulusal egemenlik mümkün değildir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar askeri işgal altında kalan Asya veya Afrika ülkeleri arasında dünyadaki yerlerini sineye çekerek periferiden çıkabilen tek bir ulus yoktur. Ulusal bağımsızlığın iki yüz yıl önce gerçekleştiği Latin Amerika’da bile dünya pazarına bağımsız bir entegrasyon mümkün olmamıştır. En büyük ve en karmaşık ülke olan Brezilya bile bunu başaramamıştır. Hiçbir ulus dünya düzeninin dayatmalarını kabul ederek iktisadi ve sosyal koşullarını merkez ülkelerin seviyelerine eşitleyememiştir. Kısmen bile olsa özgürleşenler bunu devrimlerle başardılar. Emperyalist düzen, eski bir koloninin bağımsızlığını korkunç misillemelere başvurmaksızın barışçıl bir şekilde kabule asla yanaşmadı.
Doğrulanmış en büyük petrol rezervlerine sahip ülke olan Venezuela’nın mevcut deneyimi bunun bir başka örneğidir. 2016’da Brezilya’da Dilma Rousseff, 2019’da Bolivya’da Evo Morales ve 2022’de Peru’da Pedro Castillo’nun hükümetlerine karşı da -her ne kadar kıyaslanamayacak kadar daha ılımlı tonda olsalar da- askeri veya kurumsal darbeler gerçekleştirildi. Çevre ülkelerde, bir nesil süresince, emperyalist düzenin sınırlarını kırmak nüfusun çoğunluğunun yaşam kalitesini merkez ülkeler düzeyine çıkarmak için yeterli olmayabilir, ancak bunun aşırı yoksulluğun ve toplumsal eşitsizliklerin hızla azaltılmasının bir koşulu olduğu kanıtlanmıştır. Soğukkanlı bir şekilde, evrimsel olarak, emperyalist merkezlere meydan okumadan bu hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Venezuela, en ileri giden Latin Amerika ülkesidir ve bunun bedelini ödüyor. Karşı devrim stratejisini küçümsemek naifliktir.
Çağdaş dünyada ulusal bağımsızlık mücadelesi demokratik mücadelenin zirvesidir. Tüm ulusların kendi kaderlerini kontrol etme hakkı vardır. Çok daha zengin ve güçlü devletler tarafından domine edilen ve ezilen bir halkı özgürleştirmekten daha demokratik bir şey olamaz. Periferideki ülkelerin çoğu biçimsel olarak bağımsız olsa da tam bir egemenliğe sahip değillerdir. Çünkü dünya çapında bir pazar inşa edilmiştir: Sermayenin, emeğin, doğal kaynakların ve teknolojilerin insanlığın daha önce hiç tanık olmadığı bir ölçekte hareket ettiği bir alan. Hiçbir ulus bu dünya pazarının dışında var olamaz. Çağdaş dünyada ‘otarşi’ (kendi kendine yetme) olasılığı hakkındaki hayaller tehlikeli bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Entegrasyon olmadan kalkınma ve dolayısıyla yoksulluğun azaltılması mümkün değildir. Ancak bu dünya pazarına erişmenin önünde aşılmaz bir engel vardır. Belki bir ‘Dünya Hükümeti’ yok ama çok katı ve adaletsiz bir uluslararası düzen var. Bu düzenin merkezinde, ABD’nin tartışılmaz liderliği altında Avrupa Birliği, Birleşik Krallık ve Japonya’nın oluşturduğu Troyka yer alıyor. Bu ittifakın üstünlüğüne kayıtsız şartsız boyun eğmeyen herkesi zulüm bekliyor.
Dünya pazarındaki ticari ilişkiler eşit değildir. Çevre ülkeler, hatta sanayileşmede daha ileri bir seviyede olan Brezilya gibi en güçlü olanları bile, katma değeri az olan hammaddelerin ihracatına bağımlıdır ve son teknoloji ürünü makineler gibi en ileri teknolojileri içeren mallara ve hepsinden önemlisi sermayeye erişmeye biçare ihtiyaç duyarlar. Ticaret koşulları asimetrik ve adaletsizdir. Çevre ülkeler mallarını Chicago gibi borsalarda belirlenen fiyatlarla satıyorlar. Merkez ülkeler sermaye ihracatçısı ve alacaklıyken, çevre ülkeler ithalatçı ve borçlu durumdadır. Ulusal bağımsızlığa cüret etmenin cezası olarak dünya pazarına erişimi engelleyen merkez ülkeler asi ulusları iktisadi yolla boğuyorlar.
Ekonomik boğulma toplumsal bir krize yol açar, çünkü zaten gayet kırılgan olan kitlelerin yaşamı sürdürülemez hale gelir. Böylesine korkunç bir ortamda seçimler son derece elverişsiz koşullar altında yapılır. Anti-emperyalist devrimlerin zafer kazandığı ülkeler, istisnasız, devrimlerini çevrelerine yayma (sürekli devrim dinamiği) ya da rejimlerini sertleştirme ikilemiyle karşı karşıya kalmışlardır. Çin bir iç savaşla karşı karşıya kaldı, devrim zafer kazandı, ancak ablukaya alındı. Kuzey Kore ABD tarafından işgal edildi, Vietnam otuz yıl süren savaşa direndi, Küba dramatik bir şekilde izole edildi, kuşatıldı ve ablukaya alındı. Hepsi kapitalizmin ötesine geçti, ancak sosyalizme geçiş olasılığı durduruldu. Kapitalizm ya yeniden tesis edildi ya da edilme sürecinde, belki Küba hariç. Dünyayı değiştirme mücadelesi amansız ve vahşidir. Kahramanca bir güzelliğe sahip olsa da şiddetlidir.
Çeviri notları:
[1] PSUV (Partido Socialista Unido de Venezuela), Maduro liderliğindeki Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi.
[2] Edmundo González Urrutia ve María Corina Machado Parisca Venezuela muhalefetinin liderleri.
[3] PDVSA, Venezuela devletine ait petrol ve doğalgaz şirketi.
[4] Kleptokrasi: Bir ailenin ya da bir siyasi ya da dini grubun iktidarı ele geçirmesiyle kurulan bir yağma ve hırsızlık düzeni. Caudillo: Latin Amerika’da otoriter askeri-siyasi liderlere verilen isim.
[5] Barbados anlaşması, hükümet ile muhalefet arasında (uluslararası delegasyonların da eşlik ettiği ve karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesi ve bazı mahkumların serbest bırakılmasını da içeren) siyasi haklar ve seçim güvenliği üzerine yapılan anlaşma.
*Sendika.Org Venezüella kullanımını tercih etmektedir, yazarın talebi üzerine Venezuela şeklinde yazılmıştır.
[Jacobin’de yer alan İspanyolca orijinalinden Deniz Gürler tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]