İktisadi durgunluğun kalıcı hale geldiği ve ekonomik krizin işaretlerinin küresel kapitalist örgütlerce dahi dillendirildiği Mayıs günlerine tanıklık ettik. Ortadoğu krizinin milyonlarca insanı dünyanın denizlerine ve karalarına saçtığı Mayıs’ı yaşadık. AKP rejiminin de bir krize doğru sürüklenmesinin emarelerini Mayıs’da sıklıkla gördük. Hem Türkiye’de hem de Ortadoğu’da bölgesel bir güce dönüşmüş olan Kürt hareketinin sol, sosyalist ve demokrat güçleri yanına daha çok çektiği Mayıs’ı yaşadık. Örgütsüz de olsa, Mayıstan Haziran’a toplumsal muhalefetin yedisinden yetmişine büyüdüğü an’lara her gün daha sık tanıklık ediyoruz. Tarihin bu kısa Mayıs’ı içinden geçerken, geçmişten bugüne ve geleceğe her şeyin birbiriyle nasıl iç içe olduğunu gözlemledik.
Mayıs 2015, ikinci yılında çoğulcu Gezi/Haziran İsyanı’nın, işçi isyanına evrilişinin günleri olarak tanımlanabilir. ‘İşçi sınıfı mı kaldı?’ diyenler, fabrikalarda sessiz sedasız ama öfke ile çalışan binlerce işçinin farkına varıverdiler. Mayıs ayı bu! Doğanın da, insanın da, emeğin de yaşama sevinci ile dolduğu dönem değil mi? Neden işçiler, refah içinde yaşanılabilecek başka bir dünya mümkündür demesinler? Türkiye’de iki seçimin ardından bir hayli politikleşmiş bir toplumun, 7 Haziran genel seçimlerine de hazırlandığı bir dönemde, (Taksim dışarıda tutulduğunda) Türkiye genelinde kitlesel bir katılımda 1 Mayıs’ı coşku ile kutlaması önemliydi. Mayıs ayı, Türkiye halklarının 12 Eylül 1980 darbesinden beri görmediği kadar yaygın işçi direnişlerinin ard arda gelmesi ile de anılacaktı; emek, toplumsal mücadeleye kendi rengini vermeye başlamıştı. Yine Mayıs ayı, işçi sınıfına en büyük darbeyi vuran neo-liberalizmin ve neo-muhafazakârlığın simge ismi Evren’in ölümüne de tanıklık etti.
İngiltere’de Thatcher öldüğünde alternatif sosyal medya, cinsiyetçiliği şimdilik kaydıyla bir yana bırakılırsa, “Ding dong cadı öldü!” demişti. Evren’in ölümü için de atılan “diktatörün ölümü” manşetleri, işçi sınıfı ve sosyalist hareketin, yaşadıkları dönemi simgeleyen her iki ismi de, öfke ile anımsadığını bir kez daha ortaya koymuştu. Tarih bilinci, varlık ve yokluğa bakmıyor; ya “halkların yanındasın” ya da “karşısındasın” diyordu. Örneğin 1984 yılında İngiltere’deki madenciler grevine Thatcher Hükümetinin saldırısı, neo-liberal politikaların önündeki engel olarak görülen işçi hareketinin yok edilmesini amaçlıyordu. Dolayısıyla madencilerin grevi, öylesine bir grev değildi. Bu grev esnasında işçi sınıfı ve sermaye bütün gücüyle birbirine yüklendi. Ne var ki grev ezildiği için İngiltere’de denetimsiz bir sermaye saldırısının önü alabildiğine açılmış oldu. İşçi sınıfının mücadelesini çok gerileten, sendikaları silip süpüren, sınıf bilinci taşıyan işçileri ve devrimcileri hem fiziksel hem de bilişsel ve duygusal olarak adeta yok eden neo-liberal ve neo- muhafazakâr politikanın simgelerdi bu isimler!
Türkiye’de 24 Ocak 1980 kararlarının hedefi, gündelik yaşamlarını şu ya da bu biçimde ama güçlükle sürdüren çalışan sınıfların yükselişteki mücadelelerinin geriletilmesiydi. Devletin zor’u, bu tarihin peşi sıra geldi ve 12 Eylül askeri darbesi yapıldı. Darbenin en tepedeki ismi ve sonradan Cumhurbaşkanı da olacak olan şahıstı. Türkiye’de 7 Haziran seçimlerine pek yakın olması nedeniyle daha da politikleşmiş olan 1 Mayıs 2015’in ardından Kenan Evren, emekçilerin yaşam süresi TÜİK verilerine göre 76.3 iken, tıbbın tüm olanakları ve bu halkın vergileri ile 97 yaşına kadar yaşatıldı ve yargılanamadan öldü. O öldü, çok az kişi gözyaşı döktü; “hakkımı helal etmiyorum” diyenler de devlet törenin istenmeyen konuklarıydı; belli ki etrafındaki bir avuç insan dışında O’nu kimse anmayacaktı!
Diktatörün sonu, hem işçi sınıfı ile sosyalist hareketlerin konjonktürel olarak yan yana gelmelerinin ve bakışmalarının ivme kazandığı; hem de kapitalist egemenlik sisteminin militarist niteliklerini çoğalttığı bu dönemde geldi. İşçi sınıfının belleğini yeniden yokladığı; iki seçimin ardından politikleşen sınıfın gücünü yeniden sınadığı bugünlerde. Bir yıl önce, yine bir Mayıs’ta, 13 Mayıs 2014 tarihinde Türkiye Kömür İşletmelerine ait olan Soma Kömür İşletmeleri AŞ tarafından hizmet alım yolu ile işletilen Manisa İli Soma İlçesi Eynez/Karanlıkdere yer altı kömür ocağında 301 madenci katledilmesi yüreklere oturmuş bir yara idi. Ardından 28 Ekim 2014 tarihinde Ermenek’teki yer altı kömür ocağında daha önce çalışılmış olan bölgede biriken suyun ocağa aniden dolması sonucu 18 madenci katledilmesi, kapitalizmin acımasız yüzünü, birbiri ardınca ortaya koydu. Öyle bir Mayıs ki, bırakınız çalışma hakkını, işçilerin ve emekçilerin yaşam hakkının bile ellerinden alındığı bir dönem!
Mayıs’lar Mayıs’lara eklenir; işçi sınıfının nicel birikimleri nitel dönüşümlere bağlanır. Sömürü ve işçi cinayetlerine karşın direniş, mücadele ve umut da yükseldi bu dönemde. 1 Mayısın ardından ilk işaret, 15 Mayıs’ta Bursa’da OYAK Renault fabrikasında çalışan beş bine yakın işçiden geldi; işçiler ücretlerinde yapılmasını istedikleri iyileştirmelerin bir aydır yapılmaması üzerine, direnişe geçti ve üretimi durdurdu. Aynı kentteki TOFAŞ işçileri de dayanışma eylemine giderek iş bıraktı. Şimdilerde bu işçilere yenileri ekleniyor her gün! İşçi sınıfı işbirlikçi sendikaları reddediyor; onların ihanetini teşhir ediyor. Renault, Coşkunöz ve TOFAŞ fabrikalarında başlayan metal işçilerinin eylemleri Ford Yeniköy, Mako, Ototrim, Valeo, DJC, Ficosa Gemlik ve Delphi işçilerinin katılımıyla giderek büyüyor.
Gündelik yaşamların rutin, mütevazı, sıradanlığı içinde, en çok zaman ayırdığımız, enerji akıttığımız, kendimizi tükettiğimiz alan, çalışma süreci. Gidiş geliş saatleri de düşünüldüğünde, en dirik olduğumuz zamanlarda ya bir işte çalışıyoruz ya da neo-liberal dönemde bir iş arıyoruz! Açlık, kötü beslenme ve hastalık karşısında çalışmak zorundayız. Sayıları giderek artan işsiz olanlarımız bile gündelik yaşantıları içinde zamanlarının önemli bir kısmını iş aramaya, geçici gündelik işler yapmaya, bir hayırseverle bağlantı kurmaya, geçim için dayanışma ağları yaratmaya ayırıyor. Evde görünmeyen emekleri ile kadınlar, hiç bitmeyen ücretsiz ev işlerine uzun saatler ayırıyorlar. İşçi sınıfı, 12 Eylül darbesinin de etkisiyle, uzun süre bu sıkıcı ve tehdit içeren yaşam faaliyetine, işçi olarak kendi üretimine uzak, yabancı ve ilgisiz kaldı; çocuklarını da uzak tuttu sınıf mücadelesinden. Yapılan sevimsiz, daraltıcı, geliştirmeyen işler, tamamen sermaye kontrolüne dahil edilmiş emek süreçleri ve sokaktaki milyonlarca işçinin işine talip olması riski de düşünüldüğünde, benlik inşası içinden sınıfsal aidiyeti çıkarıp atmak, devrimci sendikalara uzak durmak, sendikalı olmak, gerekiyorsa da Hükümetle işbirliği yapan sendikalara yönelmek, en yaygın işçi ve emekçi davranışı haline gelmişti. Şimdi ise bu yargıları kırmanın, bilinci açmanın, ufku genişletmenin ve sınıf dayanışmasını örmenin zamanı geldi.
Akarca’ya göre, “bırakın bir uzvunu makinelerin azgın dişleri arasında bırakanları, bedenleri toprağın altında aylarca kalanların çığlıkları bile mahkeme koridorlarında sönümlenmekten başka bir seçeneğe sahip olamıyor. Sınıfın bilincine, makinelerin adlarının “canavar” diye kazındığı bir ülke burası!. İster çaresizlik, ister çürümüşlük deyin, ölümlere diğer işçilerin tepkisi boşalan işe kimin gireceğinden öteye gitmiyor/gidemiyor”. Her çıkan yasa, tüzük ve yönetmelik işçi sınıfının çalışma ve istihdam şartlarını kuralsızlaştırırken, sermaye gittikçe pervasızlaşıyor, çılgınlaşıyor. (G.Akarca, “Emek Yağması Yasal Cinayetler”, TTB/MSG Dergisi, Sayı: 40, sayfa: 2-10).
Mevcut işler giderek kötüleşirken, emek süreçleri artan biçimde emekçiyi fiziksel ve ruhsal olarak yutar hale getirilirken, bir de işsiz olanlara ve bu kötü işlere talip olanlara bakalım. TÜİK’in yayınladığı işsizlik araştırmasına göre, geçen yılın aynı dönemi ile kıyaslandığında resmi işsizlik oranı % 1 puanlık bir artış ile % 11,2 seviyesinde gerçekleşti ve Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 401 bin kişi artarak 3 milyon 226 bin kişi oldu. Aynı dönemde; tarım dışı işsizlik oranının ise 1,1 puanlık artış ile % 13,2 olduğu tahmin ediliyor. Genç işsizlik oranı 3 puanlık artış ile % 20’ye fırladı (TÜİK: İşgücü İstatistikleri, Şubat 2015, http://www.tuik.gov.tr.). Aktif nüfusun yarısı, kadınların üçte ikisi işsiz; çalışanların da çalıştıkları işler “doğru dürüst işler değil! Bırakın işsizlere iş için büyümeyi, küresel kapitalist durgunluk artık kalıcı bir hal alırken, hemen her perspektiften politikacı ve akademisyen yeni finansal krizlerin kapıda beklediğini dillendiriyor. Kapitalist sistem, emekçi sınıfların, halkların üzerine daha da çökmüş, yoksulluğu artık gelişmiş ülkelerin de temel bir sorunu haline getirmiş ve gelir bölüşümünde adaletsizliği adeta sıçratmıştır. Bütün bu olgular göz önündeyken, emek mücadelesinin ilk uğraklarından biri, sınıfsal duyarlıkları gelişkin ve sınıf bilincini içselleştirmiş işçi ve emekçilerin akıp giden yaşama müdahalelerinin örgütlü biçimde yükseltilmesini sağlamaktır.
Mayıs’ı konuşurken, , hem baskıların arttığı hem de umudun ve direncin yükseldiği bu dönemde 2016, 1 Mayıs’ını da düşünmeliyiz. 1 Mayıs 2015’in ardından, bir ‘google taraması’ yaptığınızda, karşınıza ilk Vali, Emniyet Müdürü ve Büyükşehir Başkanı’nın 1 Mayıs gününe dair değerlendirmeleri çıkıyor. Bu değerlendirmeler ise Taksim’e odaklanmış; 1 Mayıs’ı suçlulaştıran psikolojik-politik içeriğe sahipler. Buna karşın, emek örgütlerinin değerlendirmeleri ya yok ya da çok geriden geliyor. Oysa bir olgu, bir olay ve bir sürece ilişkin durum değerlendirmesi, işçi sınıfının birikimlerini anımsamak, 1 Mayıs’ı izleyen yıla yaymak ve güncel olanı gelecek ufku ile buluşturmak üzerine düşünmek anlamına geliyor. Çünkü ülkenin tüm kültürlerini, topraklarını, derelerini, dağlarını, ovalarını, insanlarını kısaca tarihsel, kültürel, toplumsal ve doğal tüm kaynaklarını şirket-devlet modeli ile yürütmeye çalışan bu siyasal iktidar karşısında sosyal ve demokratik bir cumhuriyetin inşası elzem! Üretken, yaratıcı, özgür ve adil bir gündelik yaşam için, işçi sınıfının daha rahat bir yaşam uğraşısı için, bunu yapmak gerekli!
1 Mayıs’lar, sınıf bilincinin kazanılması, bu bilinçle kolektif güçlerin harekete geçirilmesi, işçi ve emekçilerin ufkuna, sömürü ve tüm tahakküm ilişkilerinin olmadığı bir dünyanın inşası hedefinin konulması için çok değerli! Ama o gün nasıl olmalıdır? O güne götüren günler nasıl inşa edilmelidir? O günden sonrası nasıl kurgulanmalıdır? Bu ancak sınıfsal perspektifte üretilmiş kavramlar, teoriler ve bunların yön verdiği politikalar ve işçileri tarihsel sınıf belleği ile buluşturan örgütlenmelerde mümkün olabilir. Soma’da 13 Mayıs 2014 tarihinde ve ardında gerçekleşen ve adeta sınıfsal bir katliama dönüşen işçi cinayetleri karşısında işçi sınıfı ve örgütlerinin tepkisinin zayıflığı, işçi sınıfında derin bir bilinç yitimini ortaya koymuştur. Bu kaybın bedeli ise, hep en zayıf işçilerin ve en örgütsüz işçilerin yeni sınıfsal katliamlarla karşılaşması olasılığını büyütmesidir.
Tarihsel olarak 1 Mayıs’ın Taksim’de olma talebi, işçi sınıfına, onun tarihsel birikimlerine, değerlerine, sınıf mücadelesinde yaşamını yitiren her bir “can”a duyulan derin bir saygının dışa vurumu idi. Taksim Meydanı için mücadele sürerken, 2009 yılında 1 Mayıs resmi tatil ilan edildi. Ardından 2010, 2011 ve 2012 yıllarında ise 1 Mayıs Taksim Meydanı’nda yapıldı. Ancak, Gezi Parkı inşaatı gerekçe gösterilerek, 1 Mayıs 2013’te yeniden kapatılan Taksim’de 31 Mayıs’ta Gezi İsyanı ortaya çıktı ve isyan Türkiye’nin 80 iline sıçradı ve çok sayıda ülkeden destek buldu.
1 Mayıs 2013-2015 ve Taksim, AKP’nin totaliterliğine ve “birkaç akrabanın yönetimine”, AVM’li meydanlara karşı mücadelenin simgesine dönüştü ve 1 Mayıs meydan yasağının kaldırılması; biber gazının yarattığı bir sis bulutu içinden talep edildi; yüzlerce göz altı bu talepleri engelleyemedi. AKP’nin tüm saldırılarına, ortamı terörize etmeye dönük planlarına, İç Güvenlik Paketi’ne rağmen binlerce kişi, bu sene de Taksim’e çıkmak için direnişteydi. Kent meydanları, emekçilerin ve ezilenlerin kamusal alanı olup sözü, derdi, talebi olanın “öteki” ile buluştuğu ve dayanıştığı müştereklerdendi ve öyle olmalıydı! 1 Mayıs’lara götüren sömürü ve tahakküme, yeni dolar milyarderlerinin eşlik etmesi ve körüklenen tüketim çılgınlığı, kapitalist kârın temelindeki artı-değerin yaratıcısı olmasından ötürü işçi sınıfının devrimci hareketteki merkezi rolünü açıkça ortaya koymaktadır. Sınıfın yeni bileşiminin işaret ettiği deneyim alanlarına dahil olma ve burada biriktirilenlerin ışığında sosyalist hareketin yeniden kuruluşunda, başarının en açık göstergelerinden biri, 1 Mayıs alanlarıdır.
Alanlardaki hali ile 1 Mayıs 2015’i değerlendirirken, biricik ölçümüz, kurgusunun sınıfsal ve tarihsel bilince ne ölçüde yaslandığı, bilimden ve sanattan ne ölçüde beslendiği, bu bilinç zemininde emeğin insanca yaşam isteklerini ve demokratik taleplerini ne ölçüde yansıttığı ve ezilenlerin mücadelesini kendisine hangi düzeyde kattığı olmak durumundadır. 1 Mayıs’lar, hem bir “emek dayanışması”, hem de “kavganın büyümesi” için çağırır kitleleri alanlara! İşçi sınıfı çok renklidir; çoğulcudur; ister mavi ister beyaz yakalı olsun, emeğin asıl rengi “kırmızı”dır. 1 Mayıs’lar emekçilerin sermayeye ve iktidara karşı mücadelesinin bir yıllık birikiminin alanlara taşındığı gündür. İşçi hareketleri, anti-kapitalist hareketlerin ve sosyalist hareketlerin iç içe geçtiği anlardır; arka arkaya dizildiği değil! 1 Mayıs’lar, devrimci demokrasi taleplerinin yükseltildiği zaman ve mekânlardır. Emek sömürüsüne, erkek egemenliğine, militarizme, ırkçılığa, mezhepçiliğe, heteroseksizme karşı olanların, çoğulcu mekânlarıdır. Küresel eril ttifak düzenine ‘sırtını dönen kadınlar”ın olduğu alanlardır 1 Mayıs’lar. İnsanı merkeze alan paradigma karşısında doğanın temsilcilerinin, insanı doğanın bir parçası olarak gören ve doğaya saygıyı önceleyen paradigmayı dillendirdiği alanlardır. 1 Mayıs’lar dolayısıyla, duyarlıkları birbirinden farklı gelişen emekçilerin, birbirlerine karşı da söz kurdukları alanlardır da; bu zaman dilimi, eylemden öğrenmenin en yoğun yaşandığı 24 saati simgeler. Bu nedenle derdi olan, derdini “karton kağıdı”na yazar ve alana gelir; kırmızının üzerine bir fırça darbesi de o atar; yani alana, kendi acısını, derdini, coşkusunu, yaratıcılığını kısaca rengini katar.
2015, 1 Mayıs’ı son yılların en kitlesel mitinglerine sahne oldu. Giderek derinleşen toplumsal ayrışma ve politik kutuplaşmalar, işçi sınıfı kıyımına dönüşen iş cinayetleri, Gezi İsyanının yarattığı yeni dereler, yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından, emekçileri ve ezilenlerin biriktirdiği politik deneyimler, muhalif seçim beyannamelerinde vurgunun “emek talepler”ine kaymasıyla 1 Mayıs, daha kitlesel katılımlara sahne neden oldu. DİSK, KESK, TMMOB, TTB gibi emek örgütlerinin yoğun katılımına, seçim çalışmalarını sürdüren siyasal partiler eşlik etti. 7 Haziran Genel seçimleri için can hıraç çalışan HDP, CHP, Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP), Emek Partisi, ÖDP ve diğer sosyalist ve komünist partiler; Halk Evleri ve Birleşik Haziran Hareketi alanlarda kendilerini daha kitlesel olarak gösterdiler. 1 Mayıs 2015’te, alanlarda, grev hakkına yönelik saldırılara karşı öfke ifade edildi; kıdem tazminatının gasbına ve taşeron cumhuriyetine karşı iş güvencesi talebi dillendirildi; ağaçların, derelerin, kentlerin savunması, şiddete, ayrımcılığa ve emeğin güvencesizleştirilmesine karşı ayağa kalkan emekçilerin sözü oldu 1 Mayıs!
Ne var ki kitlesel mitinglerin yapılmış olmasına karşın işçi sınıfının taleplerinin, 1 Mayıs alanlarında güçlü bir şekilde dillendirebildiğini söylemek mümkün değil. Alanlarda mavi ya da beyaz yakalı işçiler, umudunu tüketmiş ya da tüketmemiş işsizler, prekarya, evin görünmeyen emekçileri, beden işçileri, katı atık toplayıcıları, mevsimlik işçiler ve Suriye’li işçiler gibi, işçi sınıfının farklı kesimlerinin talepleri yeterince ortaya konulamamıştır. “… Neo-liberalizmin hâkimiyetini sona erdirmek için, işçi sınıfının yeni bileşimiyle siyasallaşarak tarih sahnesine çıkması gerekirken, ne var ki alanlarda, bu kitlelerin varlığı ve talepleri yeterince açığa çıkmamıştır. Kapitalizmin, emeğin kazanılmış haklarına sürekli saldırılarda bulunduğu bu dönemde işçilerin, siyasal ve sendikal örgütleriyle Türkiye siyasetine bütün varlığıyla yüklenmesinin tam zamanı iken, ne emek örgütleri ne de sosyalist ve komünist partiler, 1 Mayıs’ı işçi sınıfının yeni bileşimine uygun bir biçimde örgütlemeyi gerçekleştirememişlerdir.
1 Mayıs 2016 üzerine düşünmenin zamanıdır. Üstelik mekân ve zamanın, işçi sınıfının Haziran’ına doğru evrildiği bugünlerde… O halde bu görev, 1 Mayıs 2016’ya giden yolda üstlenilmelidir. Bu durumdan ve işçi hareketlerinin canlanışlarından gerekli dersler çıkarılarak, işçi hareketi ile sosyalist hareketin, sınıf kavgasını büyütmek için yeni örgütlenme ve dayanışma pratikleri üzerine düşünmeleri gerekmektedir. Bu düşünsel etkinlik sadece Türkiye ile sınırlı olmamalı, enternasyonalist bir perspektifle yapılmalıdır. 1 Mayıs alanları, hem dayanışma, çoşku ve umut içinde ‘bayram’ı, karnavalı, festivali; hem de direnç ve öfke içinde ‘kavga’mızı simgelemelidir. Meydandaki uzun konuşmaların yerini müziğin güçlü çağrısının aldığı; alana bilimin ve sanatın ürün ve performanslarının hâkim olduğu, hem bireysel hem de toplumsal/siyasal sözün kurulduğu çoğulcu, renkli ve coşkulu mekânlar olarak 1 Mayıs’lar yeniden canlandırılmalıdır; hem de hepimizin emeğiyle…