Birbirinden farklı üç coğrafya ve üç farklı üretim alanı. Ancak üçünde de insana ve doğaya rağmen üretim yapılıyor. Üçünde de doğaya ve insana taammüden zarar veriliyor. Doğa tahrip ediliyor, yok ediliyor. İnsanlar hastalandırılıyor hatta öldürülüyor. Peki neden?
Önce bir sanayi havzası da olan Dilovası ile başlayalım. Bazılarımız anımsayacaktır; Kasım 2004’te “Dilovası Beldesi Ölüm Nedenleri Çalışması Ön Raporu” yayımlandı. Bu rapor, Dilovası Beldesi’nde belediye mezarlık kayıtlarına göre 1 Ocak 1995-10 Ekim 2004 tarihleri arasında gerçekleşen toplam 495 ölümden %32.3’ünün kanser nedenli olduğunu ortaya koymuş ve ülke genelinde konuyla ilgili birçok tartışmayı başlatmıştı. Çünkü resmi rakamlara göre, aynı tarihlerde kanser nedenli ölümler dünyada %12.5, Türkiye’de ise %12.9 olarak biliniyordu. Bir yıl geçmeden, Dilovası Beldesi’nde 2004 yılında gerçekleşen ölümler üzerinden, bu sefer ölenlerin ailelerine ulaşılarak gerçekleştirilen araştırmanın raporu yayımlandı. Raporda ölümlerin %33’ünün kanser nedenli olduğu ve Dilovası’nda 10 yıl ve daha uzun süre yaşayanların kanserden ölme riskinin daha kısa süre yaşayanlara göre 4.4 kat daha fazla olduğu açıklandı.
Tartışmalar daha da büyüdü ve Nisan 2006’da TBMM’de Araştırma Komisyonu kurulmasına karar verildi. Komisyon raporu Kasım 2006’da tamamlandı, Ocak 2007’de de Genel Kurul’a sunuldu. Sorunun önlenmesine yönelik neredeyse hiçbir yaptırım önerisi içermiyordu. Oysa, ilk iki raporu hazırlayanlar, 174 firmanın faaliyet gösterdiği bölgenin, herhangi bir yapısal çalışma gerçekleştirilmeden, mevzuata aykırı şekilde “organize sanayi bölgesi” olarak ilân edildiğini ve kurulan yapının firmalara sağladığı pek çok koruma nedeniyle işçilere, doğaya ve insana karşı birçok sorumluluklarını yerine getirmeden üretim yaptıklarını, esas olarak bu durumun engellenebilmesiyle yaşanan sorunun kısmen de olsa azaltılabileceğini söylüyordu. Konu başka çalışmaların verileri de yayımlandıkça 10 yıl kadar gündemde kalabildi. Ancak, yapısal eksikliklerin büyük bölümü devam ediyor; işçiler, doğa ve yalnızca Dilovası’nda yaşayanlar değil, insanlar zarar görüyor. Neden?
İkinci olarak, Akbelen ve günümüzde 15 km yarıçapının içinde yaşayanlarda akciğer ve mesane kanseriyle dolaşım ve solunum sistemi hastalıklarının görülme sıklığını artırdığı bilimsel olarak kanıtlanmış, kömürlü termik santrallerle devam edelim.
Turgut Özal Hükümeti tarafından, Hüsamlar linyit yatağını “değerlendirmek” gerekçesiyle, 1983 yılında planlanan ve Gökova Körfezi’nin kıyısında, 1995 yılında üretime başlayan Kemerköy Termik Santrali, Ağustos 2014’te aynı bölgedeki Yeniköy Termik Santrali ile birlikte özelleştirildi. Her ikisi de aynı şirkete satıldı. Zaman içinde tahsis edilmiş linyit yatakları yetersiz hale gelince, Tarım ve Orman Bakanlığı, doğa mirası kabul edilen ve koruma altında olan Akbelen ormanlarını 2018 yılında aynı şirkete verdi. Her iki termik santral üretime başladığından beri, ölçümlerle de saptandığı gibi yarattığı hava kirliliğinin yanında, açık maden işletmeleriyle ağaçlar kesiliyor, toprak yüzeyinin hemen altındaki linyit çıkartılıp yerinde büyük ve derin çukurlar bırakılıyor. Doğal yaşam tahrip ediliyor, orman köylüleri hem geçimliklerini hem de sağlıklarını kaybediyor. Neden?
Son örneğimiz madencilik alanından. Altın madenciliği, İliç’te Şubat 2024 tarihinde yığın liç alanındaki kayma ile dokuz işçinin göçük altında kalıp öldüğü, tonlarca siyanür ve sülfürik asidin Fırat Nehri havzasına karıştığı olayla bir defa daha Türkiye gündeminde geniş yer aldı. Altın madenciliği bitki örtüsünü üzerindeki canlılarla birlikte sıyırarak yok eden, kullandığı kimyasallar nedeniyle toprağı öldüren, suyu kirleten doğa ve insan sağlığı için önemli riskler barındıran bir üretim sürecine sahiptir. Yaşanan felakete karşın, üretim devam ediyor. Neden?
İliç’teki kazayla birlikte, aynı şirketin bakanlık ruhsatıyla aynı yerde aktif üretim yapan cıva maden işletmesinin de bulunduğu ortaya çıktı. Oysa, Türkiye’nin, Eylül 2014’te imzaladığı Minamata Sözleşmesi’ne Ekim 2022’de taraf olmasından sonra cıva ile ilgili her türlü üretimin engellenmesi gerekiyor. Bu yasa tanımazlık neden?
Yanıta geçmeden önce iklim krizine kimlerin neden olduğunu ortaya çıkartan bir bilgiyi de paylaşmak istiyoruz. 1990-2015 yılları arasında atmosferdeki sera gazı-CO2 miktarı, insan eliyle, iki katına çıkartılmış. Dünya nüfusunun %17’sinin yaşadığı Afrika Kıta’sının dünya toplam sera gazı emisyonundaki payı yalnızca %4 civarında. Buna karşın, dünya nüfusunun en zengin %1’i bu kirliliğin %15’ine, en zengin %10’u da %52’sine neden olmuş. Kirlilikteki pay krize neden oluştaki sorumluluğun da bir göstergesi.
Türkiye’nin patriyarkal kapitalizmin küresel düzeydeki neoliberal ekonomi politikalarına dahil olması ve benzer (çevre-bağımlı kapitalist) ülkelerle birlikte verilen-üstlenilen işlevleri yerine getirme süreci, 1980’deki asker darbesi sonrasında Turgut Özal dönemiyle başlayıp, Recep T. Erdoğan dönemiyle tamamlandı. Söz konusu isimler uluslararası sermayenin aracılığını yaparak, geniş toplum kesimlerinin; kendilerini felakete götürecek uygulamalara rıza göstermesini sağladı. Böylece yüksek enerji gerektiren, doğaya ve insana yönelik olumsuz etkilerinin fazla olduğu bilinen üretim alanlarının (çimento, demir çelik vb.) Türkiye’ye sorunsuz bir şekilde kaydırılması “başarıldı”. Yanı sıra, ucuz emek ile yeni ve ucuz hammadde ve enerji (ucuz sabit sermaye) de Türkiye ve benzer ülkeler tarafından karşılanıyor. Başka bir ifadeyle, Türkiye, zengin-merkez kapitalist ülkelerin “kazan dairesi” rolünü ve işlevini yerine getiriyor. Nihai amaç, uluslararası sermayenin bedeli her ne olursa olsun kâr etmesinin sağlanması.
Henüz her şey bitmiş değil. Gereksinimimiz olanın; doğa için mücadele biçimleri ile sınıf mücadelesi arasındaki farklılıklar, benzerlikler ve aynılıkların daha net ve herkes tarafından anlaşılabilir biçimde ortaya konması ile “sokağın” örgütlenmesi olduğunu düşündüğümüzü paylaşmak istiyoruz.