“Bile bile yaşayamayacağımız o günlerde, göremeyeceğimiz günler için dövüştük. Kavgamızın destan olması bundan!..“
THKP-C’nin ve Kurtuluş Hareketi’nin kurucu önderlerinden yoldaşım İlhami Aras‘ı geçtiğimiz günlerde yıldızlara uğurladık. İlhami Aras’ın ölümü Türkiye Devrimci hareketinin büyük bir kaybıdır. O İşçi sınıfının ve ezilenlerin mücadelesinin en önünde yer almış bir proletarya savaşçısıydı. Devrimci kararlılığı, çevresine güven veren kişiliği, özveri ve dayanışmacılığıyla örnek bir devrimciydi.
İlhami Aras, Deniz‘lerin, Mahir‘lerin ve Kaypakkaya‘ların önderliğinde Türkiye Devrimci hareketinde bir “yol ayrımı” yaratan 1971 direnişinin öncü müfrezesinde yer almış bir ihtilalcidir. Mahir’in, Cevahir‘in yoldaşıdır. Bizim için,1971 direnişçileri de Marx‘ın Paris komünarları için söylediği gibi “göğü fethetmeye çıkan kahramanlar“dır. İlhami de bu kahramanlar döneminin öncü savaşçılarındandı.
İlhami’yle yollarımız 1966 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde (SBF) kesişti. Önce fakülteye geldiğim yılda, ben de İlhami gibi futbolcu olduğumdan Mülkiye Spor’da tanıştım. Antalya’dan transfer olduğum Kuşadası Gençlik Spor’dan aldığım lisansımı Mülkiye Spor kaptanı olarak İlhami Aras’a getirdim. Ben o zaman sağcı düşüncelere sahiptim. Demokrat Parti ve Adalet Partisi kökenli bir aileye mensuptum. Sonra okulun sosyal ve siyasal havasından ve derslerde işlenen konulardan etkilenerek devrimci sempatizan oldum. Mülkiye Spor’un Kaptanı olarak tanıdığım İlhami daha sonra devrimci zeminde karşıma çıktı. Ve o buluşmadan sonra, yani 56 yılı bulan bir yoldaşlık serüvenimiz bugünlere kadar sürdü. 1968’den bugünlere kadar gelen yoldaşlık serüvenimizde neler yaşanmadı, neler biriktirmedik ki! İlhami’yle, 68 hareketinin rüzgârıyla Dev-Genç ve THKP-C zemininde birkaç yıl gibi kısa sürede yaşadıklarımız, bugünlere kadar devrimci hareketin kırmızı çizgisini belirlemiştir.
İlhami devrimci düşüncelerle lise yıllarında tanışmış. SBF’ye sosyalist olarak gelmiş ve Çankaya TİP ilçesine kaydolmuş. Mahir Çayan ile de orada tanışmış. Biz FKF’ye (Fikir Kulüpleri Federasyonu) bağlı SBF Sosyalist Fikir Kulübü zemininde bir araya geldik. Ve kısa sürede militan pratik içinde, saygı ve güven temeli üzerinde yoldaşlık ve dostluğumuz gelişti.
İlhami Çankaya TİP üyesi olduğu halde Fikir Kulübü üyesi değildi. Ben de değildim. Ama birlikte Dev-Genç’in her eylemine gidiyorduk. Özellikle, diğer okullardaki faşist saldırılara karşı destek için başka arkadaşlar ve İlhami ile birlikte gidiyorduk. Tabii bizim kavgalardaki performansımız herkesçe görülüyordu. Bir gün “artık gidip üye olalım Fikir Kulübü’ne” dedik. Ve gidip SBF Fikir Kulübü Başkanı Muharrem Kılıç‘la görüşerek üye olacağımızı belirttik. Fikir Kulübü üyesi olabilmek için altı ay aday üyelik yanında, bir de iki asil üyenin referansı gerekliydi. 15 gün sonra Başkan bizi çağırdı ve altı ay adaylık süresini beklemeye gerek olmadığını söyleyerek üyeliğe kabul edildiğimizi açıkladı. Gerekçesini de, yönetimin, bizim militan pratiğimizi güven için yeterli bulduğu ve bu nedenle altı ay bekletmeyi gereksiz gördüğü şeklinde açıkladı.
Bu arada İlhami’yle yoldaşlığımızın güven temelinde gelişmesinde yaşadığımız bir olayı da aktarmak isterim. 1969 yılıydı sanıyorum. SBF’nin hemen yanındaki Eğitim Fakültesi’nde öğrenci derneği seçimleri vardı. Akşam civarı hava kararmıştı. İlhami ve birkaç arkadaş yurt kantininde oturuyorduk. Bu arada 70-80 kişilik bir grubun sloganlar atarak yurda doğru geldiğini gördük. Bizimkiler seçimi kazandı ve kutlamak için yurda geliyorlar, diye düşündük. Fakat kalabalık yurda yaklaştıkça sloganlara yabancı olduğumuzu fark ettik. Gelenler “Başbuğ Türkeş” diye bağırıyorlardı. Belli ki faşistler seçimi kazanıp komünistlerin yurduna gelip gövde gösterisi yapacaklardı. Biz hazırlıksız yakalanmıştık. Kantinin demir masalarının ayakları kaynaklıydı; zorlayarak masa ayaklarını kopardık. İlhami, ben ve diğer üç arkadaş, yani beş kişi yurdun antresinin ortasında konumlandık. Gelen “güruhu” engellemeye çalışırken, olayı duyan yurttaki diğer arkadaşlar da takviye olarak gelmiş olacaktı.
Faşist grup artık sloganlarla yurda girmişti. Birden etrafımızdaki üç arkadaş İlhami’yle ikimizi yalnız bırakıp geriye doğru kantin civarına çekildiler. İlhami’yle göz göze geldik ve bir kelime ağzımızdan çıktı. “Çekilmiyoruz!” Masa ayaklarını kaldırdık saldırıya karşı. Artık biz de onlara hasar verecektik ama kalabalık olduklarından bizi ezeceklerdi. Bunu göze almıştık. Düşündüğümüz olmadı. Yaklaştıkça gelenlerin bizim arkadaşlar olduklarını fark ettik. Seçimi bizimkiler kazanmış bize muziplik yapmışlar. Devrimci sloganlar her tarafı sardı hemen. İşte o gün ikimizin kalmış olması aramızdaki güven olayının misliyle artmasını getirdi. Ve yoldaşlığımız bugünlere kadar değişik sınav süreçlerinden geçerek sarsılmaz bir güvene dönüştü. Geçerken şunu da belirtmek isterim. Benim profesyonel devrimciliğe yolculuğumda İlhami Aras’ın destek ve katkısını unutamam. Bunu ifade etmek benim can yoldaşıma bir vefa borcudur.
İlhami’nin Kaptanlık kavramı üzerinden yer yer yazılanların maksadını aştığını düşünüyorum. Eğer söz konusu olan Kurtuluş Hareketi ise burada bir yanılgı söz konusudur. Kurtuluş Hareketi kolektif bir önderliğe sahipti. Tüzüğümüzün tanıdığı hiyerarşi dışında bir hiyerarşi ya da “eşitler arasında bir birinci” de yoktu. Ama işlev, yetenek, tevazu, hoşgörü, disiplinli davranma, örgüt kadroları arasında bir koordinasyon sağlayacak maneviyat ve saygınlığa dayanan bir otoriteden söz edildiğinde her birimizin değişik ağırlıkları oluyordu. Yani reel ağırlıktan söz ediyoruz. Burada İlhami ile ilgili açılacak parantezi şöyle ifade edebiliriz. İlhami Kurtuluş önderliği içinde, gerek saygı, güven ve gerekse sakinliği, sorunları ele alış biçimi ve çıkan bir krizin yönetilmesinde basiret sahibi birisiydi. Tabii, adaletli davranışı da buna ekleyebiliriz. Bu özellikleriyle örgüt olarak kendimizi ifade ettiğimiz günden başlayarak 12 Eylül sürecinde, 1981 Şubat ayında Filistin’e gidene kadar örgüt sekreterliğini yürütmüştür. Kurtuluş önderliği içinde koordinasyonu sağlamaya ek olarak örgütün yerel örgütleriyle iletişimini koordine etmek vs. gibi görevleri vardı. Yani sekreterin SBKP’de olduğu gibi olağanüstü yetkileri söz konusu değildi. Konuyla bağlantılı olduğundan şunu da belirtmek de yarar vardır. 70’lerde THKP’nin kuruluş sürecinde eğer İlhami Aras bizimle çıktığı eylemde yakalanmamış olsaydı THKP’nin Genel Komite üyesi olacaktı. Orda eşitler arasında birinciliği söz konusuydu bize göre. 12 Mart sürecinde hapishaneden başlayarak hepimiz eşitlenmiştik.
Enternasyonalizm kavramının ifade ediliş biçimiyle ilgili de birkaç söz söylemek istiyorum. Kurtuluş Hareketi’nde enternasyonalizm kavramı belli kişilere atfedilemez. Çünkü Kurtuluş’un sosyalizm anlayışı açısından herkes enternasyonalistti. Enternasyonalizm sosyalist olmanın, dolayısıyla Kurtuluş üyesi ve taraftarı olmanın vazgeçilmez bir kriteri idi. Lenin‘in deyişiyle, “ulusların kaderlerini tayin hakkını bağımsız bir devlet kurma hakkı da dahil olarak savunmayan bir kimse değil sosyalist, demokrat bile olamaz”dı.
Kurtuluş Hareketi 1976’da siyasi arenaya çıkarken temel olarak iki parametreye dayanıyordu. Birincisi, 1971 yenilgisinin değerlendirmesi temelinde işçi sınıfının devrimdeki öncülüğünün altı çiziliyordu. Diğeri ise, Kürt sorununa yaklaşım ve Kemalizm eleştirisiydi. Kurtuluş, Kürt sorununa bakış çerçevesinde Türkiye’de ittifaklar anti-emperyalist, anti-faşist ilkelerin yanında bir de anti-şovenist ilkesini koymuştu.
Kurtuluş fikriyatının temelleri esas olarak 12 Mart sürecinde hapishanede oluştu. Mahir’lerin Kızıldere’de katledilmeleri, Deniz’lerin de idam edilmeleri sonunda devrimci hareket politik ve örgütsel bir yenilgiye uğramıştı. Yenilgiden dersler çıkarmanın ışığında, geleceğe ilişkin yol haritası çıkarmanın da sorumluluğunu taşımak zorundaydık. Mahir Sayın, İlhami Aras ve ben SBF’ye yapılan polis baskını sonrası, THKP’nin talimatıyla buna misilleme olarak ABD’ye ait bir Tuslog binasına sabotaj yapmak için giriştiğimiz eylemde polisle giriştiğimiz kovalamaca sonunda yakalanmıştık. İlhami’yle ikimiz bizzat hedeflediğimiz binanın neresine dinamiti koyacağımızı üç gün boyunca gidip etüt etmeye çalışmıştık. Sonunda dinamiti Gaziosmanpaşa’da dört katlı Tuslog binasının su oluğuna koymaya karar verdik. Oluğun ölçüsünü aldık de ‘dinamit ustasına’, Mahir Sayın’a verdik. Dinamit deyip geçmeyin. Üç kiloluk bir paket. Yakalandığımızda polis sorgusunda “Bunu ne yapacaktınız” diye sorduklarında “Balık tutmaya gidecektik” dediğimde polis amirinden kallavi bir küfür yemiştim.
Üçümüzün de devrimci mücadelede kararlılığımız ve hapishanede genellikle bir arada oluşumuz yenilgi üzerine ortaklaşa bir değerlendirme yapmamızı kolaylaştırıyordu. Tabii bu süreç aynı zamanda aramızdaki saygı ve güvene dayalı yoldaşlığımızı pekiştiriyordu. Kızıldere’den hemen sonra, Mahir Çayan’ların daha önce Ankara’da saklanmasıyla bağlantılı olarak Oğuzhan Müftüoğlu yakalanarak Mamak’a getirilmiş ve bizim koğuşa verilmişti. Mahir’in kaleme aldığı Kesintisiz Devrim 2-3‘ten bizim haberimiz yoktu. Oğuzhan bunları okumuştu. Oğuzhan bize altı sayfalık bir özetleme yazmıştı. Ben şahsen “politikleşmiş askeri savaş” kavramını ilk defa duyuyordum. Yazılı materyal yoktu bu konuda. Mahir Çayan’ın Kesintisiz Devrim yazılarının, bir dava dolayısıyla İstanbul’dan Mamak’a getirilen Kamil Dede tarafından ciltli bir kitabın kapağında zulalanarak bize ulaştırılmasından sonra işimiz daha da kolaylaştı. Özellikle Mahir Sayın içimizde en çok yoğunlaşan yoldaşımızdı. İlhami de bu konuda bir çaba gösteriyordu. Dolayısıyla dışarıya hazırlıklı çıktık.
Hapishaneden çıktıktan sonra solun birliği için gösterdiğimiz çabaların boşa çıkmasının yanında, THKP-C yandaşları arasında da muhtelif ayrılıklar çıktı. Bunun akabinde 60’lardan, Dev- Genç ve THKP’den tanıdığımız Karadeniz bölgesinden İsmet Öztürk ve Şaban İba ile birlikte Kurtuluş Hareketi’ni oluşturmak için yollara düştük. Tabii ki, Kurtuluş Hareketi’ni saydığım bu beş arkadaş oluşturmuş değildir. Biz öncülük ettik, ama başlangıçta bizimle birlikte 15-20 nitelikli yoldaşımız olmasaydı bunu beceremezdik. Süreç içinde var olanlara yeni kadrolar eklenerek hareket kolektif bir kurucu önderliğe ulaşmıştı. Kurtuluş’un bu durumda kitlesel bir siyasi harekete dönüşmesi de zor olmadı. Süreç içinde merkezi önderliğe Doğan Tarkan ve Ali Demir de katıldı. İlhami Aras mahpusluk yıllarından başlayarak hep sosyalist hareketin birliği için kafa yormuş ve bu konuda çaba sarf etmiştir.
Mahpusluk sürecinde yaşadığımız bir olayı anlatma ihtiyacı doğdu. Biz 1971 Ocak sonunda yakalanmıştık. Deniz, Yusuf ve Hüseyin’i de yakalayıp bizim kaldığımız Ankara Ulucanlar Cezaevi’ne getirmişlerdi. Deniz’leri güvenlik nedeniyle önce Kayseri’ye, sıkıyönetim ilanından sonra da Mamak’a götürdüler. Bizi de Haziran 1971’de Mamak’a götürdüler. Bilindiği gibi Mahir ve Hüseyin Cevahir, Elrom olayı sonrası polisin takibinde Binbaşı Dinçer Erkan‘ın evinde çatışmaya girmişler; Cevahir ölmüş, Mahir de yaralı yakalanmıştı. Ankara’da ise THKP’nin Merkez Komite üyesi Münir Ramazan Aktolga ile Dev-Genç Merkez Yürütme Kurulu üyesi Şaban İba yakalanıp Mamak’a getirilmişlerdi.
Hapishane çok kalabalık hale geldiğinden cezaevi idaresi hafif nedenlerle içeride olan tutuklulardan bir kısmını geçici olarak Yıldırım Bölge’de sonradan cezaevine dönüştürülen bir yere götüreceklerdi. Biz firar için elverişli koşulları yaratabiliriz diye, gidecekler listesine kendimizi yazdırmayı başardık. Bunda da İlhami’nin payı büyük oldu. İlhami Dev-Genç zemininde militanlığı ve kararlılığıyla bir saygınlığa sahip olduğundan hapishanede diğer tutukluların isteği ile idareyle ilişkileri yürütmek üzere ‘baş kıdemli’ seçilmişti. Onun dışında koğuş kıdemlileri vardı. O dönem hapishane idaresinin de zafiyeti ve İlhami’nin hüneriyle THKP Merkez Komite Üyesi Münir Aktolga ve hafif suçlu sayılmayacak bizim gibileri de listeye aldılar. Bizi “Yıldırım Bölge” tutukevine getirmelerinden birkaç gün sonra, düşündüğümüz gibi firar koşullarının olduğunu gördük. Beş kişi Münir, Şaban, Mahir, İlhami ve ben oturup firar işini konuştuk. Mahir, İlhami ve ben -en azından aklımda kaldığı kadar- firar edip Mahir’leri kurtarmak için bir eylem koymaya kararlıydık. Dışarıyla irtibatı Münir Aktolga sağlıyordu. Bir gün görüşten sonra bizi bir araya getirip şunları söyledi: “Dışarıdan, yani Yusuf Küpeli’den gelen habere göre, eğer ‘beşimiz firar edersek oligarşinin saldırısı büyük olur. Biz bunu örgütsel olarak kaldıramayız. Sadece benim firar etmem gerekiyor…” Bizim için örgüt disiplinine aykırı davranmak söz konusu olamazdı. Ve de örgüt kararına uyarak Münir Aktolga’yı tutukevinin bulunduğu Kazıkiçi Bostanları bölgesinden Ankara’ya uğurladık. Firar ertesi sabah sayımda anlaşıldı. Sonradan edindiğimiz bilgi ise, bizim firar etmememizle ilgili bir örgüt kararı olmadığıydı. Daha sonra Münir Aktolga ve Yusuf Küpeli’nin, Mahir’le THKP’nin izlediği ‘politikleşmiş askeri savaş stratejisi’ konusunda ayrı düşünmeye başladıkları şeklinde duyumlar almıştık. Ve bu nedenle, yani bizim harekete yeniden katılımımızın Mahir’i güçlendireceği düşüncesiyle firarımız Münir tarafından engellenmişti!
1970 Nisan’ının ortalarında Balgat’ta Amerikan İktisadi Yardım Teşkilatı’nın (AİD) binasına bir sabotaj düzenlendi. Bu eylem ses getirmesi açısından, Vietnam’da uygulamış olduğu pasifikasyon politikasının yeni bir versiyonunu hayata geçirmesi için Türkiye’ye Büyükelçi olarak atanan, Vietnam kasabı (Hanço) da denen R. Komer‘in arabasının Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) devrimci öğrencilerce yakılmasından sonra Dev-Genç’in en önemli antiemperyalist eylemiydi.
Mustafa Kuseyri’nin kazayla ölümü
Birkaç arkadaş bu eylemden kısa süre sonra aranmaya başladık. Ortada somut bir delil yoktu. Bir süre, durumun aydınlanmasını bekleyip ondan sonra savcılığa gitmeye karar verdik. Adli tatil de söz konusu olduğundan, süreç eylül ayına sarkabilirdi. İlhami bu kaçaklık dönemini Filistin’e gidip gerilla eğitimiyle geçirmemizi önerdi. Ben de tamam dedim. Ama bu konuyu Mahir Çayan’la konuşmamız gerekiyordu. Biz Ankara’da bir devrimci arkadaşımızın yardımıyla Anıttepe’de kaldığımız bir kapıcı dairesinde saklanıyorduk. Mahir gece geç vakit geldi. Basın Yayın Yüksek Okulu’ndaki öğrenci odasında devrimci arkadaşların sohbeti sırasında silahla oynayan bir arkadaşın silahı ateş alıyor. Ve Dev-Genç’in yiğit bir militanı vurulup ölüyor. Vurulan arkadaş Hukuk Fakültesi’nde öğrenci olan Mustafa Kuseyri idi. Mahir geldiğinde olayın detayını anlattı. Ertesi gün Siyasi Şube Müdürü Altan Ünal tetkik için SBF’ye geldiğinde belinden silahı alındı; Kısa 38’lik bir Smith&Wesson’du. Silah biz yakalandığımızda İlhami’deydi. Hukuk Fakültesi’nin tüm öğretim üyeleri ertesi gün cübbeleriyle yürüyerek binlerce öğrenciyle Kuseyri’nin ölümünü, olayın gerçekliğinin farkında olmadan protesto etmişlerdi.
Mahir’e Filistin olayını açtık. Bizi, Filistin’e gitmenin gerekli olmadığına, gerilla eğitiminin Türkiye’de de yapılabileceğine ikna etti. Dev-Genç’in kitle çalışmaları yaptığı Söke yöresinde, Bafa Gölü’nün üstünde Beşparmak Dağları’nda kamp yapma kararı aldık; burası, ileride kır gerillasını başlatmayı düşündüğümüz yerlerden biriydi. Bu arada Hüseyin Cevahir ve Sabahattin Kurt da Ziya Yılmaz‘ın kılavuzluğunda Karadeniz bölgesinde gerilla hazırlıklarını sürdürüyordu.
Biz, Beşparmak Dağları’na Balgat eyleminden aranan ben, İlhami Aras, Kamil Dede ve bir eylemden dolayı aranan Sinan Kazım Özüdoğru (Kızıldere’de katledildi) ve Deniz Gezmiş’lerin ekibinden ‘dinamit Kenan’la çıktık. Bu arkadaşları kaçak durumlarından dolayı saklanmaları için yanımıza almıştık. Söke kırsalında bu ilişkilerin kurulmasında kooperatifleşmeyle uğraşan ve bugün hayatta olmayan Dev Genç’in militanlarından Sökeli Halil‘in payı büyüktür. Dağda bir mağarada kalıyorduk. Kaldığımız yerde içme suyu yoktu. Hem su ve hem de yiyecek ihtiyacımızı bize lojistik destek veren Avşar köyünden ilişkili olduğumuz köylülerden sağlıyorduk. Her gün içimizden iki kişi köye gidiyor ve bu ihtiyaçlarımızı karşılıyordu. Köye gidiş gelişimiz beş saati buluyordu. Bu da gerilla eğitimine giriyordu, dayanıklılık anlamında.
Dağa çıkmamız 20 günü geçmişti. Sadece yüksek bir kaya üstünde dinlenebilen radyodan haberleri dinliyoruz. Haberlere göre binlerce işçi İstanbul ve İzmit’te sendikal haklarını korumak için ayaklanmış, yollara düşmüşlerdi. İstanbul’da, Avrupa yakası ve Anadolu yakasındaki işçilerin birleşmelerini engellemek köprüler kesilmişti. Biz ise, “işçi sınıfının öncüleri olarak” Milli Demokratik Devrim stratejisinin gereği “kırlardan şehirlerin kuşatılması” şeklinde tarif ettiğimiz bir halk savaşı için hazırlık yapıyorduk!
Ayhan; sevgi, saygı, vefa ve özveriyle İlhami’nin yanında oldu Ayhan Köseoğlu Aras ve İlhami Aras İlhami’den söz ettiğimizde hayat arkadaşı ve yoldaşı Ayhan Aras‘tan söz etmemek olmaz. İlhami’yle Ayhan’ın beraberlikleri hemen hemen benim İlhami’yle tanıştığımız yıllara rastlar. Yani 56 yıl! Dile kolay. Saygı, sevgi ve güvene dayalı ilişkileri İlhami’nin ölümüne kadar sürmüştür. Ayhan, 12 Mart ve 12 Eylül’le birlikte 11 yıl süren mahpusluk yıllarının yanında, yakalanmadan önceki Filistin’de kaldığı iki yıl İlhami’yle dayanışmasını kesintisiz sürdürmüştür. Ayhan bu mahrumiyet yıllarında oğulları Efe’yi büyütmüştür. Ayhan Aras saygı, vefa, özveri ve sevgisiyle hep İlhami’nin yanında durmuştur. |
Hemen arkadaşlarla toplandık. İşçiler sokaklara düşmüşken biz dağlarda elimiz kolumuz bağlı oturamazdık. Ankara’ya dönmeye karar verdik. Ertesi gün köydeki devrimci arkadaşlara haber gönderdik. Teşhis edilme ihtimalini azaltmak için grubu ikiye ayırdık. Biz İlhami’yle Bafa Gölü’nün bizim tarafın karşı yakasındaki bir balıkçı köyü olan Serçin’e kayıkla geçip, oradan da Ankara’ya döndük. Diğer arkadaşlar da daha önce dağa geldiğimiz köy üzerinden döndüler. 15-16 Haziran işçi direnişi Milli Demokratik Devrim stratejisinin sorgulanmasını da beraberinde getirmiştir. Mahir Çayan’ın teorik birikim ve öngörüsüyle, Türkiye’nin emperyalizme bağımlı kapitalist bir ülke olduğu tespitinden hareketle şehir gerillasının temel alındığı bir strateji benimsendi. İşçi sınıfının devrimci öncülüğü konusu ön plana çıkmış oldu. Ve bizler 15-16 Haziran’dan üç ay sonra kır gerillacılığını bırakıp şehir gerillası hazırlıklarına başladık.
İlhami’yle 12 Mart sonrası yaşadığım bir anım da şöyle; 1975 sonunda bir olaydan dolayı aranmaya başlamıştım. Polise yakalanmamak açısından İstanbul’a geçmiştim. İstanbul’da örgütlülüğümüz zayıf olduğundan yeni ilişkilere ulaşma ve örgütlenme faaliyetini de hızlandıracaktım. Bunun yanında hem örgütü finanse etmek ve hem de faşistlere karşı verilecek mücadele açısından bir ekip oluşturma görevini de ben üstlenmiştim. Özel bir konu için İlhami Aras’ı acil İstanbul’a çağırmıştım. İlhami hemen geldi. Üzerinde özel günlerde giydiği lacivert takım elbise vardı. “Bu ne kıyafet, düğüne mi geldin” dedim. Bana şöyle bir baktı ve bir şeyler mırıldandı. “Ben haberin gelişinden bir bankayı kamulaştıracağımızı sandım; onun için hazırlıklı geldim” dedi. Bu, hapisten çıktığımız henüz iki yıl olmamasına rağmen hareketin finanse edilmesi için her şeyi göze alma anlayışı, bizim içinde olduğumuz ruh halini ve de kararlılığımızı anlatan bir örnek. “Yok, bunun için çağırmadım. Hazırlıklarımız henüz bitmedi. Ayrıca sana ihtiyacımız yok. Ekibimiz yeterli” diye durumu izah etmeye çalıştım.
1981 Şubat ayı başlarında Levent’te kaldığım evde sabah gazetesinde Dev-Yol Merkez Komitesi’ne yapılan operasyonu okuyunca, hemen atlayıp İlhami’nin evine gittim. Ev Etiler’deydi. İlhami’ye “Çember daraldı, fark edemeyeceğimiz bir darbe yiyebiliriz ve hareket belini doğrultamayabilir” diyerek, Ali Demir‘le Filistin’e geçmeleri gerektiğini anlatıp ikna etmeye çalıştım. Ve devamla “Siz bizim umudumuz olursunuz. Biz yakalanırsak siz dönersiniz” dedim. 12 Eylül sonrası Ekim ayı içinde, hareketin sürekliliğini sağlamak için Mahir Sayın ve Doğan Tarkan’ı Filistin’e göndermiştik. Şaban İba ve İsmet Öztürk de İstanbul’daydı. İlhami hemen ikna olmadı. Bizi bırakıp gitmek istemiyordu. Ama ısrarım karşısında ikna olur gibi oldu. Kısa sürede politbüroyu topladık. Ali Demir de direndi gitmemek için. Ama karara uymak zorunda kaldı. İlhami ve Ali Demir’i Filistin’e gönderdikten 15-20 gün sonra da ben 3 Mart’ta yakalandım.
İlhami ve Ayhan Aras’la görüş günleri
İlhami Aras’la 56 yılı bulan yoldaşlığımızda birikmiş o kadar anı var ki, yazmaya kalksam sayfalar yetmez. İlhami Aras 12 Eylül’de yakalandıktan sonra polis işkencesinden yüz akıyla çıkmış bir yoldaşımızdır. İşkencecilerin bile saygı duyduğu birisi olmuştur. Bu tavrıyla İlhami Aras, Kurtuluş Hareketi’nin olduğu kadar Türkiye Devrimci hareketinin de onurudur.
12 Eylül sürecinde mahpusluk yaşamımda beni çok mutlu eden, moral veren iki şeyden söz edeceğim. Birisi şuydu; Antep cezaevindeyiz. Görüş günü değildi. Görevli infaz memuru “Görüşün var” diye bildirdi kaldığımız koğuşa gelerek. “Kim acaba” diye heyecanlandım birden. Görüş kabinine girdiğimde İlhami’yi karşımda gördüm. Çok heyecanlandım ve duygulandım. Gözlerim yaşarmıştı sevinçten. İlhami hapisten çıkmış ve ilk fırsatta görüşüme gelmişti. Devrim mücadelesinde en çok güvendiğim ve saygı duyduğum yoldaşlarımdan birisini yıllar sonra ve hem de hapishanede görmek beni çok mutlu etmiş ve sevindirmişti. Tabii kısa süreli hasret gidermenin yanında hareketin toparlanmasına katkısı açısından da önemliydi İlhami’nin hapisten çıkması. Görüş süresi bir saatti.
Ocak 2014’ten bir paylaşım: Ayhan Köseoğlu Aras ve Aras çiftinin torunu Deniz
İlhami’nin dışında Ayhan Aras da avukat olarak Mamak Askeri Cezaevi’ne birkaç kez görüşüme gelmişti. Ayrıca idamım kesinleşip sivil cezaevine gönderildikten sonra, 1988 yılında iki kez de Eskişehir Cezaevi’nde açık görüşe gelmişti. Bir görüşünde insan hakları savunucusu sevgili Leman Teyze‘yle (Fırtına) birlikte gelmişti. Onun ve Leman Teyze’nin vefalı davranışlarını hiçbir zaman unutamam. Tabii gerek Eskişehir ve gerekse Antep cezaevlerine birçok yoldaşım açık görüşlerde ziyaretime gelmişti.
İkinci bahsedeceğim olay da şu; 1990’lara doğru cezaevi koşulları yumuşamaya başlamıştı. Haftada bir gün telefonla yakınlarımızla konuşma imkânı verilmişti. İlk telefon görüşmemizde Mahir Sayın’ın sesini duyunca İlhami’de karşılaştığım duygu patlamasını aynı şekilde yaşamıştım.
İlhami Aras Türkiye Devrimci hareketinin nadide devrimcilerinden biridir. O Mahir’in, Cevahir’in yoldaşıdır! Onu unutmayacağız. Unutturmayacağız. Tüm devrim uğrunda ölen yoldaşlar gibi, İlhami Aras da devrim yolumuzu aydınlatmaya, yol göstermeye devam edecektir. Paris Komünü’nden beri elden ele dalgalanarak günümüze kadar gelen proletaryanın kızıl sancağını oligarşinin burçlarına dikene kadar mücadelemiz sürecektir.
Yüreğini ferah tut yoldaşım! Sen kalbimizde ve mücadelemizde yaşamaya devam edeceksin. Biz “bugünün hayallerini yarının gerçekleri yapmak için” yollara düştük. Devrim yolunda düşenlere sözümüz var. Bayrak yere düşmeyecek! Yolumuz devrim yolunda düşenlerin yoludur. Selam olsun onlara…
"Yolun düşerse kıyıya bir gün
Ve maviliklerini enginin
Seyre dalarsan
Dalgalara göğüs germiş olanları hatırla
Selamla, yüreğin sevgi dolu
Çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar eşit olmayan savaşta
Ve dipsizliğinde enginin
Yitip gitmeden
Sana liman gösterdiler uzakta.*"
“* Pierre-Jean de Beranger