Kobanî davasının karar duruşması yarın görülecek. Büyük gün… Davanın beraat ve tahliye kararları yerine mahkumiyetlerle sonuçlanması durumunda çok daha baskıcı bir rejimle ve bu anlamda “geleceksizlikle” baş başa kalacağız. Zaten uzun zamandır birçoğumuz ülkemiz ve hayatlarımız AKP-MHP iktidarı tarafından kumar masasına sürülmüş gibi bir duygu içindeyiz.
Sanırım geçen yıldı, bir vesileyle yazdığım Selahattin Demirtaş’a, “Tarih ırmağının kıyısında duruyoruz” demiştim. Koskocaman bir laf… Fakat tekrar etmekten imtina da etmeyeceğim. Tarih ırmağının kıyısındayız… Irmak epey bir zamandır adeta tersine akıyor. Hayatın, adaletin ve “iyi” olana dair bütün bildiklerimizin tersine.
Kobanî Kumpas Davasında da “bu tersine akış dairesinde” maalesef kimse adil bir karar çıkacağını ummuyor. Her şey bekleniyor ama adalet beklenmiyor. Bu davada zaten adalet hiçbir zaman beklenmedi. Davanın siyasi bir kararla nihayet bulacağı çok iyi biliniyor ve doğal olarak bu karar üzerine yorum ya da spekülasyonlar üretiliyor. Şöyle ki cezaevinde sekizinci yılını geçirmekte olan Selahattin Demirtaş’ın ve HDP’li diğer siyasetçilerin bu akıl almaz dava kapsamında daha fazla rehin tutulamayacağını, ekonomideki çöküş ve mevcut hukuksuzlukların bu çöküşü iyiden iyiye hızlandırdığı vs. düşünüldüğünde, bu davanın daha fazla sürdürülemez olduğunu öne sürdüğümüz de oluyor. Tam tersi, siyasi iktidarın bizzat kendi elleriyle kendini ve hepimizi mahkum ettiği, otoriter, hukuksuz ve antidemokratik rejimden dönmesinin giderek imkansızlaştığını düşündüğümüz anlar da oluyor. Elbette bu mahkumiyette MHP faktörünün belirleyiciliği de atlanmıyor. Bakalım göreceğiz…
Duruşmaya sayılı günler kala sonuçları basınla ve kamuoyuyla paylaşılan “Kürt Meselesi, Kürt Siyaseti ve Demirtaş” başlıklı Rawest araştırması da bu tartışmalara eklendi ve ortamı alevlendirdi. Araştırma sonuçlarının paylaşıldığı İstanbul toplantısına katıldım. Açıkçası tam da kapıda Kobanî Kumpas Davası varken, bu araştırmanın bulgularının açıklanmış olması bana önemli geliyor.
7 Haziran 2015 seçimlerine giden süreçte siyaset alanında yarattığı muazzam etki ve sunduğu hem güçlü hem popüler lider profili nedeniyle başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere siyasi iktidar tarafından hedefe koyulan Demirtaş, yıllar içinde ısrar ve istikrarla toplum nezdinde kriminalize edilmeye çalışıldı. Demirtaş kriminalize edildiği ölçüde etkili Kürt siyasetçileri rehin tutmaya dönük bir kumpas olarak Kobanî davasına da meşruiyet kazandırılmak istendi.
Bilmek isteyenin zaten bildiği gibi Kürt meselesi ile ilişkili siyaset alanı içinde bir şekilde yer almışsanız kriminalize edilmenin, terörist ya da terörle iltisaklı olarak yaftalanmanın uzağında durmanız da pek mümkün değil. Ayrıca Kürt hakikatinin karmaşıklığı da meşru ve meşru olmayan, legal ve legal olmayan demokratik eylem ve itiraz alanlarını birbirinden ayırmayı neredeyse imkansızlaştırıyor. Kaldı ki “legal”in sınırları görece daha net olarak anlaşılabilse de “meşru”yu tayin etmek zaten o kadar da kolay değil. Sonuç itibarıyla Türkiye’de toplamda 40 binlerle ifade edilen bir kaybın yaşandığı bir çatışma/savaş durumunun (Kürt coğrafyasında da her evde ya da her ailede en az bir ölümün yaşandığı bir durumun) son bulması etrafındaki siyaset ve eylemlilikler, güvenlikçi ve çözüm perspektifinden uzak devlet söylemi içinde “terör” olarak yaftalanıp böyle işlem görüyor. Evlatlarının yasını tutan koca bir toplum bu anlamda zaten her türlü damgalanmış oluyor. Bu toplum adına siyasette yer alanlar elbette bu kriminalleştirmeden misliyle nasipleniyor. Selahattin Demirtaş da bu siyasetçilerin başında geliyor.
Rawest’in araştırması belirli noktalarda işte bütün bu kriminalize etme çabalarına rağmen Selahattin Demirtaş’ın Türkiye’nin doğusunda da batısında da önemli bir karşılığının olduğunu, siyaset tarzının büyük kabul gördüğünü ve geniş toplum kesimlerince benimsendiğini gösteriyor. Araştırmanın zamanlaması özel olarak hesaplanmış olsun ya da olmasın, Demirtaş savunmasını da Kobane Savunmasını da güçlendiren bir etki yaratıyor. Benim için bu araştırmanın diğer bir noktadaki önemi de Türkiye toplumunun özellikle de büyük güçlüklerle sınanmış Kürt toplumunun basiretini ve ferasetini gösteriyor olmasıyla ilişkili.
Araştırma birkaç gündür gerek sosyal medyada gerek alternatif tabir edilen internet medyasında epeyce tartışıldı. Kimi sorular spekülatif, kimi oldukça taraflı, kimi de maksatlı bulundu. Aslında anket uygulaması gibi bir araştırmanın kaçamayacağı ithamlar bunlar. Esasen nitel araştırmalar bile bundan kaçamaz. Sözgelimi Rawest araştırmanın önceki bazı araştırmalarında da gördüğümüz, “Kürtler kendilerini hangi kimliklerle tanımlıyor?” sorusu bu kez yine yüzde 53,5’le en yüksek oranda “Müslüman” görüyor biçiminde karşılık bulmuş. Tartışılmaya oldukça müsait bir bulgu. Çünkü bu soruya cevap oluşturan seçeneklerin formülasyonunda bir sıkıntı var. Zira Müslümanlık, aynı soruda sunulan sözgelimi Özgürlükçü, Kürt Hakları Savunucusu, Demokrat ya da Feminist seçenekleriyle aslında düz anlamda aynı türden bir kimlik kategorisi gibi görülebilse de yüklendiği anlamlar itibarıyla oldukça farklı. Yüzde 99 oranında Müslüman olduğu varsayılan bir toplumda, “Müslümanlık” seçeneği, muhatabına (hele de inançlı biriyse) kendini neredeyse zorunlu olarak ilk tanımlayıcı kimlik kategorisi gibi sunuyor. Yani bana öyle geliyor ki sorunun muhatabı, Müslüman seçeneğini atlayıp kendini özgürlükçü, sağcı, solcu ya da hak savunucusu olarak tanımlamayı, solcu ya da sağcı olduğundan daha fazla Müslüman olduğu için değil, kategorik olarak bunu farklı gördüğü için düşünmüyor. Müslümanlık bu anlamda “Kürtlük” gibi diğer kimlikleri kapsayan daha geniş bir kategori olarak görüldüğünden de en çok bu cevap veriliyor. Yani biri kendine feminist ya da solcu dediğinde aynı anda Müslüman da diyemediğini biliyor. Fakat Müslüman dediğinde diğer kimliklere açıklık söz konusu. Kısacası sorun, anket sorusuna cevap oluşturan seçeneklerde elmalar ve armutların birlikte sıralanmış olmasıyla ilişkili.
Bunun yanında ankette yer alan “Kendinizi ne kadar Kürt olarak görüyorsunuz?” sorusu, doğal olarak belirli bir tepki de yaratıyor. Fakat bir yandan da ülkenin en önemli mevzuu Kürt kimliğinin inkar ve asimilasyonu ile biçimlenen Kürt sorunudur diyorsak, bu yüzyıllık inkara ve asimilasyona rağmen Kürtlerin hâlâ ne kadarının kendi kimliğini sahiplendiğini bilmek de önemli olmaz mı? Nitekim araştırma bu sorunun cevabını da Kürt kimliğini sahiplenmenin yanında duran bir yorumla açıklıyor: “Kürt kimliği Türkiye’de artık yüksek sesle ve açıklıkla ifade edilen ve taşınan bir kimlik. Kürtlerin yarısı kendini ‘yüksek’ düzeyde Kürt görüyor” denmiş. Bu yüksek oran yüzde 53,2’ye tekabül ediyor. Üstelik Kürtlükten gurur duyma, kendini Kürt olarak görme ve anadilde eğitime ilişkin tutumlar gibi değişkenlerle oluşturulan Kürt kimliğini sahiplenme endeksine göre Kürtlerin üçte ikisinin (yüzde 67,4 gibi çok yüksek bir oranda) Kürt kimliğini güçlü bir şekilde sahiplendiği de vurgulanıyor. Katılımcıların yüzde 58,2’si “Kürt sorunu vardır” diyor.
Rawest anketinin tepki aldığı noktalardan biri de Selahattin Demirtaş’ın “lider” konumunun tanımlanmasıyla ilişkili. Araştırma sonucunda Demirtaş’ın Kürt siyasetinde “ilk sivil lider” olarak tanımlanıyor olmasının, siyaset alanında yer alan diğer isimleri kriminalize ettiğini dile getirenler var. Oysa aslında araştırma “ilk sivil siyasetçi” demiyor, “ilk sivil lider” diyor. Nitekim çok sevilen ve beğenilen birçok Kürt siyasetçinin adını arka arkaya sıralayabiliriz ancak onlardan birinin bir “siyasi lider” olarak Demirtaş ölçüsünde benimsendiğini, sahiplenildiğini söylememiz çok mümkün görünmüyor. Araştırmanın da dikkat çektiği nokta bu bana kalırsa. Belki de, parlamenter Kürt siyaseti ilk kez başarılı ve sevilen bir siyasetçi profilini aşan, kitlelerin Kürt’üyle Türk’üyle özdeşlik kurduğu ve yüksek düzeyde benimsediği bir “lider” çıkardı demekle yetinilseydi, daha iyi anlaşılabilirdi.
Gözden kaçırılmaması gereken önemli bir bulgu da Kürt sorununun nedeni olarak Kürtlerin yüzde 51,6 oranında “Kürt kimliğinin tanınmamasını” gündeme getirmiş olmaları. Bu sorunu “silahlı bir örgütün ortaya çıkması/varlığı” ile ilişkilendirenlerin sayısı bu orana kıyasla oldukça düşük; yüzde 14,2’de kalan bir oran. Bu da egemen ideolojinin Kürt sorununu bir “terör” sorunu olarak belletme arzusunun Kürtlerde çok düşük bir karşılık bulmuş olduğunu gösteriyor. Kürtler, eşitlik istiyor, özgürlük, adalet ve yine en yüksek oranda “Anadil” istiyor.
Rawest’in bu araştırmayla Kürtleri, Kürt Mahallesini vs. (bu terimi ben de benimseyememiş olsam da) nesneleştiriyor olduğunu açıkçası düşünmüyorum. Ortada “koskocaman” bir sorun ve önümüzde bu sorunun akacağı mecrada tayin edici olacağı düşünülen bir davanın, Kobanî Kumpas davasının “karar duruşması” var. Kürt sorunuyla bundan sonra nasıl yol alınacağını bilmek için Kürtlerin hangi alanda ne düşündüğünü, ne istediğini, ne yaptığını, belki de değişen dönüşen eğilimlerini anlamak ve anlatmak gerekmez mi? Anketlerin pür hakikat üretmediğini, tarafsız olmadığını elbette biliyoruz. Fakat hâlâ “Türkiye’de bir Kürt sorunu yok, Kürt kardeşlerimizin böyle bir derdi yok, terör sorunu var” diye bas bas bağıran, bir üst kimlik olarak “Türklük” dayatan ve anayasal bir eşitlikten mahrum bırakan bir resmi ideoloji karşısında, bu doğrultudaki ezberler karşısında, Kürtler üçte iki oranında kimliğini güçlü biçimde sahipleniyor diyebilmek önemsiz mi yani?
Araştırmanın Demirtaş ile ilgili kısmında esas sorun belki de Demirtaş ve DEM Parti’yi bir ölçüde karşı karşıya getiren yorumlarla ilişkili. Örneğin “Demirtaş Kürt siyasetinin Türkiyelileşmesinin temsilcisi olarak görülüyor” tespitinde, DEM Parti içinde Türkiyelileşmeye yönelik bir direnç olduğu iması da seziliyor. Belki de araştırma bulgularından çok, toplantıda bu tespit etrafında yapılan tartışmalar bu imayı da içeriyordu demek daha doğru olur. Açıkçası kendi adıma DEM Parti’de bütün diğer partilerde olduğu gibi aynı politik amaç doğrultusunda ve aynı rotada yol alınıyor olsa da temel meseleleri ele alma konusunda görece farklı yaklaşımların evvelce de olduğunun ve hep olacağının kabullenilmesi gerektiğini düşünüyorum. Kürt sorununun çözümünde Türkiyelileşme (ki bu kavramdan ne anlaşıldığı sorusu da baki) perspektifine güçlü bir bağlılık sergileyen, bunu kurucu perspektif olarak sahiplenenler olduğu gibi daha Kürdi ya da Kürdistani perspektifleri sahiplenenler de var. Bu büyüklükteki hiçbir partiden beklenemeyeceği gibi, DEM Parti milletvekili ya da siyasetçi kadrolarından ve tabanından da bu anlamda homojenlik beklenemez. Farklılıklarla birlikte aynı siyaset zemininde yürünüyor ve yol almaya çalışılıyor. Bu uzun yıllardır bütün baskı ve zor uygulamalarına rağmen başarıyla sürdürülüyor da.
Araştırma üzerine toplantıda yapılan konuşmalarda, bir noktada araştırma bulgularını da aşarak yerel seçimlerde Kürtlerin DEM Parti’ye rağmen tercih oluşturduğu ve DEM Parti’nin oy kaybettiği dile geldi. Başta Batı Kürtleri olmak üzere Kürt seçmenin (kimi araştırma bulgularıyla çelişir biçimde) DEM Parti’den uzaklaştığı da Rawest çevresinde evvelce de dile getirildiği gibi dile getirildi. Açıkçası böyle bir oy kaybı var. Yerel seçimlerde Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgede kayyum rejimine verilen ve tüm belediyeleri geri almakla sonuçlanan güçlü cevaba rağmen belirli bir oy kaybı var. Fakat bu oy kaybını 7 Haziran ya da 1 Kasım 2015’le ve hatta 23 Mayıs 2023’le değil, bir önceki yerel seçimle birlikte düşünmek de şart. 31 Mart 2019 yerel seçiminde DEM Parti 1 milyon 951 bin 185 oy almış ve oy oranı yüzde 4,52. Bu kez, 2024 yerel seçimlerinde ise DEM Parti’nin oy oranı yüzde 5,41. Alınan oy sayısı 2 milyon 328 bin 421. Bir önceki yerel seçimlere göre 377 bin 326 bin oy artışı var. Tabii ki bu artışı HDP’nin 2019’da İstanbul ve Ankara gibi Batı metropollerinde aday çıkarmadığını hesaba katarak değerlendirmek lazım. Bu kez aday çıkardı, bunu atlamamalıyız. Ancak yine de 31 Mart 2024 seçimlerinde Batı metropollerinde seçimi AKP’ye kazandıracak bir pozisyonun en nihayetinde tercih edilmediğinin açık olduğunu da hatırlarsak, Kürt seçmenin gösterdiği ferasetin DEM Parti’ye rağmen olmadığını da anlayabiliriz. Kürt seçmenin ferasetini sadece İstanbul’a bakarak bile anlamak mümkün. Bugün kimse İstanbul’da DEM Parti oy oranının gerçekte yüzde 2’nin altında olduğunu iddia edemez. Oy oranının böyle gerçekleşmiş olması ancak ve ancak bu ferasetin göstergesi olabilir. Bu Kürt toplumunun feraseti olduğu kadar, DEM Parti seçmeninin feraseti olarak da görülmeli. DEM Parti esasen hem aday çıkardı hem de seçmenin elini serbest bıraktı. Kürt seçmenin AKP-MHP rejimine Batı metropollerini terk etmesine dönük bir siyaset tabii ki benimsenmedi.
Rawest’in araştırmasına pek çok noktada itirazımız olabilir, ancak araştırma bütün bu tabloyu gözden geçirmeye izin verdiği için de kıymetli. Sonuç olarak araştırma ekibinin DEM Parti’ye belirli bir mesafesi de olabilir ancak işte tam da Kürt coğrafyasının karmaşık ya da çok katmanlı hakikati nedeniyle, araştırma ekibinin üyelerinin DEM Parti seçmeni olmadıkları halde ve bütün mesafelerine rağmen, DEM Parti’ye oy verdiği dile getirilse buna da hiç kimse şaşırmaz. Bu yüzden Selahattin Demirtaş’a yönelik araştırmaya yön veren sempatiyi DEM Parti’ye karşı bir tutum değil, aslında yine “Kürt Mahallesinden” gelen ve esasen partide de mevcut olan farklı eğilimlerden birine eklenme ve onu güçlendirme niyeti olarak okumak bana daha uygun geliyor. Ki bu tür bir yapıcı eleştirinin güçlendirme ihtimali zayıflatma ihtimalinden her zaman fazladır. Esas eleştiri kanallarının tümden kapanmasından korkmak gerekir.