2023 genel seçimlerinde beklemediğimiz bir kötek yedikten sonra 2024 yerel seçimlerinde faşist bloku hezimete uğratıp AKP’yi de ikinci parti durumuna düşürmenin, kayyımlarını kafasına çalmanın keyfini yaşamak elbette ki, bütün muhalefetin hakkıdır. Böyle bir zaferden sevinç duymamak ve onu övmemek ancak kaybedenlerin işi olabilir. Ne var ki, 2500 yıl önce Çinli büyük stratejist general Sun Tzu bugün de geçerli mesajıyla insanları şöyle uyarıyor: “Düşmanınıza karşı kazandığınız zaferle fazla övünüp gereksiz kutlamaları girişmeyin.”
Eğer böyle yaparsanız, kibriniz sizin kendi zaaflarınızı görmenizi ve onları gidererek kalıcı bir zafere ulaşmanızı engellerken, düşmanınızın da hırslanıp mağlubiyeti nasıl zafere dönüştürebileceğinin yollarını daha bir titizlikle aramasına yol açar. Sömürgeci, totaliter bir ülkede değil de demokratik bir ülkede yaşandığı yanılgısına kapılıp faşist blokun bu yenilgiyi demokratik bir biçimde hazmedeceğini saf hayalcilerden başka herhalde kimse beklemiyordur. Zaten Erdoğan daha seçimin üzerinden gün geçmeden, geri adım atmak zorunda kalmış olsa bile Van belediyesine dolaylı bir kayyım atama denemesine girişmiş ve bundan sonra da kaybettiği belediyeleri işlevsiz hale getirme gayretinden geri kalmayacağını 31 Mart seçimlerinden sonraki ilk parti grup toplantısında yaptığı konuşmada,
“Bunun bir yerel seçim olduğunu unutup şımaranlar, farklı heveslere kapılan zavallılar olduğunu görüyoruz. 81 ilimizde tek bir iktidar vardır o da 14-28 Mayıs’ta milletin ülkeyi yönetme vazifesi verdiği Cumhurbaşkanı ve kabinesidir”
sözleriyle çok açık bir biçimde ortaya koymuş bulunuyor. “Nihayetinde”, diyor “sizin kazandığınızı sandığınız o yerel iktidar benim içişleri bakanlığımın altında yer alan bir müdüriyetten çok da fazla bir şey değildir. Orada da iktidar olan benim.” Bir faşistin bundan başka bir şey demesini beklemek faşizmin ne anlama geldiğinden haberdar olmamak anlamına gelir.
Bu zaferin asıl sahibinin CHP olduğunu ve bu yapının kendi iç dengelerinin temelden değişmediğini kabul edersek, bu zaferden halklarımızın payına düşecek kısmın her an küçülmesi ve hatta ortadan kalkması ihtimalinin önümüzde durduğu gerçeğini bilerek hesabımızı yapmamız gerekir. Bunun dışında moralimizi yükselten başarıları küçümsemeden kazandığımızın ne olduğunu, kazanırken neleri ihmal ettiğimizi, 2015 başarısına neden bir daha ulaşamadığımızı iyi analiz etmek gerekiyor. Zira ileriye atılabilmek için 2015’ten daha ileri imkânların ortaya çıkmış olduğuna ve bunların faşizmi tümden geriletmek, iktidardan uzaklaştırmak için uygun bir zemin hazırladığına kuşku duymak için neden yoktur.
Seçim sonuçları faşist blok ve onlarla flörtleşenler için tam bir hezimet olurken, muhalefetin derli toplu bir karşı duruş ve yeterince güvenilir bir seçenek sunamamış olmasına rağmen kazandığı başarı, durumun kökten değiştirilebileceğinin en önemli kanıtını sunmaktadır. Ancak aklımızdan çıkarmamamız gereken gerçek 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından da böyle bir momentum kazanan muhalefetin bunu sürdüremeyip faşist blokun bu güne kadar süren egemenliğine imkân sağlamış olmasıdır. Dahası 2019 yerel seçimlerinde de faşist bloka en önemli yerel yönetimlerin kaybettirilmesine ve ardından çok ciddi bir iktisadi kriz gelmiş olmasına rağmen 2023 genel seçimleri yeniden faşist bloka kaptırıldı. Kazanılan bu el üstünlüklerinin neden değerlendirilemediğinin, faşist bloka karşı kazanılan bu başarıların neden “üçüncü blokun büyümesine yol açmadığının” analizi yapılmadan, muhalefetin zaafları giderilmeden, şimdiki kazanımların da öncekiler gibi heba edilmesi kaçınılmaz hale gelir.
Herhangi bir siyasi başarının kazanan tarafın yeteneklerine bağlı olduğu kadar kaybeden tarafın yeteneksizlik ve hatalarına da bağlı olduğunu unutmamak gerekiyor. Doğru bir stratejinin hayata geçirilmesinin imkânları, düşmanın yetenek ve zaaflarının olduğu kadar kendi yetenek ve zaaflarımızın da tarihsel deneyimlerin verdiği dersler ışığında sınıfsal, ideolojik, politik ve örgütsel analizinden çıkarılacak taktiklerde yattığını her an hatırlamamız gerekir.
Biliyoruz ki, sınıflı bir toplumda egemen olan hakim sınıfın ideoloji ve politikasıdır ve ezilen sınıfların hiç biri kendisi için sınıf haline gelmeden bu hegemonya alanının dışında kalamazlar. Ezilen sınıflar, kendinin bilincine vardığı, kendisi için bir sınıf haline geldiği ölçüde bu hegemonya alanının dışına çıkmaya başlarlar ama bundan bütünüyle kurtulmanın zaferden sonra bile mümkün olamadığını yıkılan sosyalizm deneyleri bize çok açık bir biçimde pratik olarak da göstermiş bulunmaktadır. Bu açıdan SYKP’nin, içinde bulunduğu ittifakların, değişik sınıfları, ideolojik ve politik eğilimleri bir arada taşıyan bir yapıya sahip olmasının burjuvazinin ideolojik-politik hegemonyasının etki gücüne katkıda bulunacağını bir an bile ihmal etmemesi ve buna karşı ideolojik-politik bir mücadeleyi sürekli kılması gerekir.
Dar’ül Harb’de had uygulanmaz!
Dün dündür, bugün de bugün!
Ve Makyavelizm
Sınıflı toplum var olmaya devam ettiği müddetçe politika bir sanat olmaya devam edecektir ama bu sanatın sosyalist ideallerle ne kadar uyum içerisinde olduğu da bir o kadar önemli bir konuyu oluşturur. Her amacın ancak kendine uygun araçlarla gerçekleşebileceği gerçeği gibi, tersinden bakılarak amacın kullanılan her türlü aracı meşru kılabileceği de var olan ideolojik hegemonya dolayısıyla bütün sınıflı toplumlar dönemince insan aklına uygun görünmüştür. Yukarıdaki başlıkta “vecizelerden” birincisini, insan yönetme mesleğinin üstatlarından Hz. Muhammed, ikincisini de çağdaşımız Hz. “Süleyman” söylemiş. Esasında egemen sınıfın, varlığını sürekli kılmak üzere devleti icat ettiğinden beri süre gelen bu anlayış bizim hazretlere de binlerce yıl öncesinden tanrı krallar tarafından miras bırakılmıştır.
Faydacı ahlakın geçerli olduğu yerde başarı hemen hemen bütün günahları örter; başarısızlık durumunda ise, “altta kalanın canı çıksın!” deyip birden herkes ahlak abidesi kesilmeye kalkar. Kılıçdaroğlu izlediği çifte ahlaklı politika yüzünden 2023 genel seçimleri yenilgisinin ardından tam böyle bir duruma yakalandı ve başkanlığı Ö. Özer’e kaptırdı. Önce bir Kürt ve Alevi olarak kendisini inkar edip sağın hayat alanında partisini büyütmeye kalktı ve büyüme yerine, büyük vekil rüşvetleri ile etrafına topladığı sağcılarla birlikte CHP ancak %25 oy alırken, üstüne üstlük bir de Ümit Özdağ gibi tescilli bir faşiste İçişleri de dahil üç bakanlık verdiği ortaya çıkınca felaketi de katmerlendi.
Seçimlerin hezimetle sonuçlanmasıyla birden cümle alem, bundan haberdar değillermiş gibi ahlak timsali kesilip “bu kadar da olmaz ama!” deyip onu yerinden ediverdiler. Halbuki, on yıllar önce de Güneş Motel’de 11 kişiyi, bakanlık vererek satın almış olan “sosyalist” Ecevit’e, hükümeti kurmayı başarmasının ardından parti içinden pek de laf eden çıkmamış, hatta kendine sosyalist diyenlerden aferin bile alabilmişti.
Burjuva politikasının bu süfli niteliğini yine TC’nin hayatını İnönü’den sonra en uzun süre etkilemiş olan Demirel “dün dündür bugün de bugün” diyerek özetlemişti. Burjuva politikası egemen sınıfın çıkarını toplumun çıkarı olarak gösterme maharetini gerçekleştirebilmek için burjuva politikacılarının çifte ahlaka sahip olmaları, yürüttükleri işin fıtratında vardır. Dürüstlük ise bir burjuva politikacısının hiç işine yaramayacak, tam tersine kaybetmesinin birinci nedeni olabilecek olan fayda getirmeyen bir erdemdir; burjuva politikasına göre ise zaaftan başka bir şey değildir. Etik olarak erdem diye kabul edilen şey burjuva politikasının izlediği anlık çıkarlar açısından başarısızlığın garanti belgesidir. Hangi politikacı kitlelerin karşısına çıkıp da “ben burjuvazinin çıkarlarını savunuyorum, sizi daha iyi sömürebilmesi ve baskı altında tutabilmesi için elimden geleni yapacağıma namusum ve şerefim üzerine söz veriyorum; onun için oylarınızı bana verin” diyerek başarılı olacağını düşünür?
Rakibinin sergilediği çifte ahlak ya da yaygın ifadesiyle ahlaksızlık konusunda son derece kararlı eleştirilerden geri kalmayan burjuva politikacısı da bunu yine aynı çifte ahlak içerisinden yapar. Birbirine zıt çıkarlara sahip iki sınıfın ilişkisinde, egemen olanın ideolojik ve politik hegemonya kurmasının başka yolu yoktur. Burjuva siyasetinde başarı, ancak kurnazlık, hile, yalan ve yanıltıcı strateji ve taktiklerle elde edilir. Elbette bunların sahtekarlık olduğunun görülebilmesinin birincil şartını, egemen olan ideolojinin rasyonalitesinin dışından bakabilmek oluşturur. Burjuvaziye ait olan değerler sistemi içerisinden bakılmaya devam edildiğinde bir sahtekarlık değil, “akıllıca” yürütülen bir politika görülür. Bu çürümenin ta kendisidir. Böyle yürütülen politikaların, bunlara temellik eden ideolojik yapının yarattığı toplumsal çürümenin ise burjuvazinin çıkarlarını gerçekleştirmesi açısından hiç bir zararı yoktur. Toplum burjuva çıkarlarına zarar vermediği müddetçe istediği kadar çürüyebilir. Onun içindir ki de hiç bir devlette, uyuşturucu, kadın ticareti, muhtelif dolandırıcılık yolları, işkence, siyasi komplolar ve cinayetler toplumsal dalgalanmalara sebep olmayacak düzeyde kaldığı sürece bizzat devlet tarafından koruma altına alınır ve bizim gibi devletlerde ise mafya neredeyse devletin ortağı haline bile gelir.
Buna karşılık sınıf temeli üzerinde kurulduğunu, insanın varoluş koşullarına yabancılaşmasını ortadan kaldıracağını iddia eden ve her şeyden önce işçi sınıfının çıkarlarını savunduğunu, diğer sınıfların çıkarlarını ise işçi sınıfının çıkarlarıyla uyumluluğu çerçevesinde ele alacağını ilan eden proletarya partisi, işçi sınıfının çıkarlarına denk gelen ilkelerini önceden ortaya koyar ve buna uymayan tutumları sergileyen politikacıları da ahlaksızlıkla, eyyamcılıkla, oportünizmle suçlar. İyi bilirler ki, oportünizm yani, burjuvazinin izlediği yola benzerlik taşıyan politikalar, burjuva sisteminde yarattığı çürümenin aynısını kendi sistemlerinde de yaratır ve burjuva sisteminin çöküşü konusundaki kehanetin de gelip kendilerini vurabileceğini bilirler. Ama bir kastlaşma sonucu yöneten tabaka konumuna ulaşanların aynı burjuvazi gibi fayda ve halka rağmen iktidarı korumayı kırmızıya boyayıp bu gerçekliği her zaman bir kenara koyması yaşanan tecrübelerde ortaya çıkan güçlü bir ihtimaldir.
Yıkımla sonlanan tarih tekrarlanmak istenmiyorsa ondan dersler çıkarılmalı, yıkılan sosyalizm deneylerinde bu çürümenin boyutunun sistemin en küçük darbeyle yıkılabilecek bir düzeye ulaşmasına nasıl yol açtığı daha titizlikle incelenmelidir. Dünya sosyalist hareketi, SSCB’nin yıkılışının ardından sosyalizm adına ortaya çıkan daha beter rejimler ve “sosyalizm” anlayışları yüzünden büyük bir tehdit altında bulunmaktadır.
Burjuva hegemonyasının ezilen sınıflar üzerindeki etkisi, onunla mücadeleye girişenler üzerinde de etkisini göstermekten geri kalmaz. Modern burjuva politikasının yol gösterici temel eserlerinde birini oluşturan Machiavelli’nin Prens isimli eseri yöneticiye “amacın aracı kutsaması” prensibine uygun olarak, verdiği sözlere sadık kalmasının değil içinde bulunulan duruma göre yararlı olan ne ise, başka hiçbir kurala kulak asmadan onu gerçekleştirmesini, salık verir. Esasında Machiavelli’ye atfedilen bu yöneticinin çok standartlı (ahlaksız) olması gerekliliği hiç de sadece ona yüklenebilecek bir kusur değildir. İnsanlığın 7 bin yılı bulan sınıflı toplum macerasında, egemen sınıfların ilk ortaya çıktıklarından beri uygulaya geldikleri bir anlayış ve pratiği, Machiavelli de modern çağa girerken yaşadığı maceralı siyasi hayatından çıkardığı derslerle bir kez daha sistemleştirmiş oldu. Esasında Machiavelli’nin yaptığı, içinde yetiştiği toplumun yüzyıllardır uyguladığı, din adamlarını işkenceciye dönüştüren “son günahı ortadan kaldırmak için işlenecek olan günah günahtan sayılmaz” prensibinin dinsel terimlerden kurtarılıp gelişen kapitalizmin yaratmakta olduğu yeni kültüre daha uygun terimlerle ifade edilmesinden pek de fazla bir şey değildir.
Bizim içinde yoğrulduğumuz İslami ahlak ve kültürel geleneğin karşımıza diktiği en birinci prensiplerden birini fazilet haline getiren Muhammed’in siyasi mücadeleye temellik eden “dar’ül harp’te had uygulanmaz” anlayışı oluşturur. Dar’ül harp, İslam’ın ya da Şeriat’ın egemen olmadığı, dolayısıyla savaş halinde olunması gereken ülke anlamına gelir ve böyle bir durumda da Müslümanların “savaş hileleri uygulamak zorunluluğu içinde bulunmaları” nedeniyle, İslama göre günah olan, cinayet, yalan, hile, faiz, gıybet vs vs gibi ahlaki değerlerin uygulanmasına gerek yoktur. İşte size net bir tersi de düzü de doğru olan bir çifte ahlak örneği. Şimdi yüz yüze bulunduğumuz siyasi İslam mensupları, Şeriat kurallarının henüz uygulanamadığı ülkeyi dar’ül harp olarak ilan etmiş olduklarından her türlü yalanı söylerken, devleti ve toplumu soyarken hiçbir vicdani sıkıntı çekmemektedirler; zira yaptıkları işin dine uygun olduğundan, bu yaptıklarıyla günah işlediklerini düşünmelerini bırakalım “allah rızasını kazandıklarından” gayet emindirler. Bu dünyayı sağlama bağladığı gibi öteki dünyayı da garantileyen böyle bir anlayış sahiplerinin yapabilecekleri kötülüğün hiçbir insani sınırı yoktur.
Sosyalist hareketimiz ve müttefikleri de işte böyle bir kültürün içinde yetişmiş olmak ve “şavaşılan düşmanın sizi kendisine benzemeye zorlaması” kuralının sonucu olarak bir yandan tek standartlı bir ahlaktan söz ederken, diğer yandan da sık sık eleştiri vesilesi yaptığı Makyavelizmi de mücadele çantasında yanında taşıdığını, özellikle son seçimler etrafında dönen tartışmalarda zengin örnekleriyle sergilemiş ve sergilemeye de devam etmektedirler.
Marksizm literatürü bu politika tarzını oportünizm diye adlandırmıştır. Bu yol nihayetinde milyonların fedakarlıkları üzerine kurulmuş olan sosyalizmin yüzyıl sonra devlet olarak ortadan kalkmış olmasıyla sonuçlanmıştır. Emperyalizm karşısında belki kaybetmek yine ihtimal dahilinde olabilirdi ama Spartaküs gibi!
Bu yol terkedilmeyip, bu anlayışların hakimiyeti altında izlenen politikalar iğneden ipliğe gözden geçirilmeden egemen sınıfla aynı silahlara dayanarak verilecek bir mücadelenin akîbeti öncekiler gibi yeniden kaybetmek olacaktır. Eğer bu yoldan ilerlenerek bir zafer kazanılacak olursa da, o ancak yenilenlerin kazananların sahsında elde ettikleri zafer olabilir. “Galiptir bu yolda mağlup olanlar” prensibini koruyabilenler, kaybettiklerinde de gelecek nesillerin kazanmasının güvencesini yaratmış olurlar. Onun için Spartaküs bir şeref madalyası gibi kalbimizin üstünde iki bin yıldır durmaya devam ediyor.
Makyavelizmin getireceği çürümedir
SYKP, yaşanan sosyalizm tarihinin Marksizm’in ışığında yeniden değerlendirilmesine yönelik tarihsel bir görevi önüne koyarak siyasi sahnede yer aldı ama geçen on yıl içerisinde bu amaca yönelik olarak toplumda etkin bir güç haline gelmeyi başarmak bir yana gittikçe küçülen, varlığı pek fazla hissedilmeyen bir yapı haline gelmekten kurtulamadı. Siyasi arenada kendisinden çok az söz edilen SYKP, 31 Mart seçimleri vesilesiyle belki de tarihindeki ilk kez ramp ışıkları altına alındı: SYKP’nin bir üyesinin İstanbul’da sürdürülen “seçim ittifak politikaları” konusunda yaptığı açıklama birden manşetlere çıkarken yine SYKP İstanbul İl Örgütünün “faşizme kaybettirme” çağrısı yapan bildirisi Abu Bevval misali dostun da düşmanın da ilgisine mazhar oldu.
Yine SYKP’nin de bileşeni olduğu DEM Parti seçimlerde “faşizme kaybettirme politikasından vazgeçip kazan kazan” politikasını sürdüreceğini ilan etmesiyle birlikte SYKP de kongre öncesinden başlayarak süren bir kafa karışıklığını halkın yüz yüze geldiği kafa karışıklığı gibi yaşamaya devam etti. DEM Parti’nin tam olarak ne savunduğu, SYKP’nin hangi pozisyonu benimsediği, seçimde kitlelerin benimsediği net tutuma karşın hala berraklığa kavuşmuş değil. Böyle bir politika tarzı CHP’ye kazandırmış olsa da, Kürdistan’daki sömürgeci kayyım rejiminin Kürt halkı tarafından lanetlendiğinin ortaya çıkması, genelde de faşist bloka halklarımızın çoğunluğunun itirazının olması ve bir kez daha ona en önemli rant kaynaklarını kaybettirmiş olmanın ötesinde, bize “üçüncü blok olarak yükselme” başarısını getirmedi.
2023 seçimleri öncesinde “sadece bir seçim değil mücadele bloku olarak da kurulmuş olduğu ilan edilen” Emek ve Özgürlük İttifakı ortadan kalkmış iken “üçüncü bloka” eksenlik etme iddiasındaki DEM Parti’nin oyları, Kürdistan’daki oyların, nüfus artışına rağmen ihmal edilemeyecek düzeyde azalmasına rağmen elde edilen başarının ötesinde, ancak %5.7’yi buldu. Bu durumu “oyların emanet olarak CHP’ye verilmiş olması”yla izah etmenin, seçim öncesinde ilan edilen “herkese eşit uzaklıktayız; kazan kazan politikasını uyguluyoruz; kazanacağız” iddialarıyla hiçbir tutarlılığı yoktur. Kimilerinin hala çıkıp “DEM Parti oylarını artırdı” iddialarında bulunmaya devam etmesinin, yukarıda aktarılan Makyavelizm eleştirilerinin haklılığını kanıtlamaktan öteye bir anlam ifade ettiği de söylenemez.
Bu çerçevede soruna baktığımızda CHP’ye oy vermeme çağrılarının ardından Batı’da oyların toplu olarak CHP’ye gitmesini ve hatta Kürdistan’daki seçime katılım oranının düşmesine paralel olarak DEM Parti oylarının sayısal olarak azalmasını neyle açıklamak gerekiyor? Bazılarına göre bu Machiavelli’ye ya da Muhammed’e rahmet okutacak bir anlayışla “çok yerinde bir taktik uygulama” idi. Böyle pazarlık yapılarak CHP’den koparılabilecek olan ne varsa koparıldı! Bu “akıllıca” bir yöntem mi yoksa CHP’nin politik hegemonyasına kapı aralamak mıydı?
Faşizmi önemsizleştirme, her iki tarafa da eşit mesafede durma, faşizmle de anayasa ve barış süreci için (sınır ötesi saldırıların yoğunlaştığı bir dönemde) yeni bir müzakere safhasının başlayabileceğine ilişkin umutlar yaratma, CHP’ye verilebilecek olan desteğin anlamını ortadan kaldırıp, “kimden ne koparabilirsen o kârdır” gibi faydacı bir yaklaşımın egemen olmasına neden oldu. Böyle bir faydalcılık temelinin DEM Parti seçmenlerinin kafasına yerleştirilmesi aynı seçmenlerin faydacılığı bir yöntem olarak kabullenip CHP ile ilişkilerini de böyle ayarlamalarına yol göstermiştir. Bu, kitleleri burjuva politikacılığı doğrultusunda eğitmek, burjuva ideolojik-politik hegemonyasına zemin döşemektir. Bu da CHP’nin şimdilik politik, daha başarılı adımlar attığı takdirde de ideolojik hegemonya kurması, yani sisteme karşı tutum almaya yönelmiş insan kitlesinin yeniden sistemin sınırları içine çekilmesi anlamına gelecektir. Makyavelizm işte böyle iki tarafı kesen bir kılıçtır. Bir yandan size anlık çıkarlar sağlar diğer yandan da size geleceği kaybettirecek kanallar açar. CHP’ye, faşizme kaybettirmek için oy vermek gerekirdi ama gerçekleri olduğu gibi ortaya koyarak verilecek bu destek Lenin’in deyişiyle “idam ipinin asılana verdiği destek” gibi olabilirdi.
Meselenin özü, Kürdistan dışında muhalefetin öncülüğünün CHP tarafından kazanılması karşısında bundan sonraki süreçte nelerin yapılması gerektiğinde yatmaktadır.
Birçokları sırf lafzi radikalliği korumak için seçimlerle faşizme karşı mücadele edilemeyeceğini tekrarlayıp durmaktadır. Elbette seçimin hiçbir anlamının kalmamış olduğu açık diktatörlük koşullarında bu düşünce doğrudur. Ama aklına gelen her rejime faşist deyip bugünkü durumda seçimlerin oynadığı rolü azımsamak faşizmin toplumsal dayanağını genişletmesine destek olmaktan başka bir işe yaramaz. Faşizmin geriletilmesinde yaşadığımız deneyimlerde de gördüğümüz gibi faşizmin kurumsallaşamamasının, faşist blokun, hileli de olsa yapmak zorunda kaldığı seçimlerde en azından yerel yönetimler düzeyinde geriletilebildiği ve halkların tepkisinin faşistlerin cüretini kırdığı gerçeği ortadadır. Ancak faşizmin geriletilmesinin ona karşı durabilecek gerçek alternatifin üretilmesiyle de paralel yürümediği durumda, 1 Kasım 2015 ve 14 Mayıs 2023 seçimlerinde görüldüğü gibi antifaşist kazanımların boşa çıkarılması mümkün olabilmektedir. Unutmamak gerekiyor ki, faşist blokun önemli bir kaybı olmasına karşın, bu kayıpların tümünün muhalefet cephesine doğru olduğunu sanmak büyük yanılgı olur. YRP’nin %6’yı aşmasındaki iki önemli kaynak AKP ve SP’dir. Ayrıca 2023 seçimlerine göre seçime katılmayan 7 milyon seçmenin de ağırlıklı kısmının faşist bloktan olduğunu kabul ederek, bunların henüz tam bir kopuşa yönelmedikleri ve alternatif bir politikanın yükseltilememesi durumunda, uzun vadede yeniden aynı yere dönebileceklerini söylemek yanlış olmaz. Bu açıdan önümüzdeki bir yılın biriken halk tepkilerinin iktidara karşı harekete geçirilmesi açısından büyük önemi bulunmaktadır. Günlük hayatta sürdürülecek olan antifaşist mücadelenin yanında, zorlanması gereken bir erken seçimde de her bir öğesiyle tutarlı bir politikanın hayata geçirilmesi, yığınlarda gelişen antifaşist bilincin demokratik bir cumhuriyetin kuruluşuna yönlendirilebilmesi mümkün olabilir. Yoksa ulaşılabilecek en yüksek başarı CHP’nin gölgesinde kalarak eski rejimin restorasyonundan daha fazlası olmaz.
Erken seçim ve halk cephesi
Türkiye halklarının bugün birincil önceliğinin açlık ve yoksulluk sorunu olduğu görülmüş durumda ve CHP’nin yönetim değişikliğiyle kendisini bir seçenek olarak öne çıkarmayı başarmış olması, hükümetin esas olarak bu temelde kaybetmesini getirmiş bulunuyor. Ve bu durumun daha da kötüleşeceğinin işaretleri yeni zamlar, vergiler, iflaslar ile ortaya çıkmaya devam etmektedir.
Ancak birincil sorun diğer sorunların yokluğu ve önemsizliği anlamına gelmiyor. Kürdistan’da olsun, Batı’da olsun Kürt halkının, yoksulluk kadar önemli bir sorunun da kimlik sorunu olduğu, kadınların özgürlük mücadelesini kendisini eylemli olarak ortaya koyduğu gerçekliği, ekolojik yıkımın dayanılmaz hale geldiği, deprem felaketinin yarattığı yıkım ve özellikle beklenen İstanbul depremi karşısında alınacak tedbirlerin bir an önce gerçekleşmesi beklentisi ihmal edilebilecek sorunlar değildir.
Böyle bir durumda gerçekleşecek bir erken seçimin faşist bloku alaşağı edeceğine pek kuşku duyulamaz ama bu sürecin dört yıl daha uzaması durumunda hangi konjonktürün oluşacağını ve sonucun ne olacağını kestirmek zordur. Bu çok değişkenli bir denklem oluşturmaktadır. Muhalefetin bugün kazanmış olduğu momentumun gelecek dört yıl içerisinde ne kadar korunabileceği, 2019 seçimlerinde kazanılan momentumun kaybedilmesine bakıldığında endişe uyandırmaktadır. 2019 seçimlerinden sonra da ekonomik durum gittikçe kötüye gitmiş, iktidarın rant alanlarının muhalefete kaptırılmasıyla faşist blok içerisindeki çelişkiler keskinleşmiş olmasına rağmen blok bir çöküşe gitmek yerine iktidarını korumayı başarabilmiştir. Bugün de ekonomik durumun kötüye gitmeye devam etmesine, IMF’nin kötü ünlü kemer sıkma politikalarına başvurulacağının ilan edilmiş olmasına karşın iktidar da mevcut sıkıntıları, güvenlik sorununu öne çıkararak aşma hesabı yapmaktadır; CHP’nin bu tuzağa düşebileceğine ilişkin yapısal nedenleri olduğu gibi Ö. Özel’in Kıbrıs sorunu, Yunanistan’la ilişkiler, Ermeni meselesi... Aklınıza gelen bütün milli meselelerde birlik olmalıyız.” lafı ve en kısa zamanda “Azerbaycan’a gideceğini” açıklamış olması bu tuzağa girmeye çoktan karar verilmiş olduğunu gösteriyor. Burada zikredilenlerde bir eksik olan “PKK terörizmi” olmuş.
CHP’nin bu oyuna düşmesi kitle mücadelesinin pasifleştirilmesiyle seçimlerle kazanılan momentumun kaybedilmesine yol açacak olması esasında ona da kaybettirecek bir tutum olacaktır. Ancak var olan durumdan zaten şikayetçi olan kitlelerin faşist blokun gerçekleştireceği politikaların etkisiyle artacak olan öfkesinin eyleme dönüştürülmesi, CHP’nin de sözünü ettiğimiz eğilimlerine rağmen, kitlelerin öncülüğünü kaptırmamak için Van direnişinde olduğu gibi daha solda bir politikaya yönelmesi ve bu eylemlerin iktidarı yönetemez duruma sürüklemekte olduğunun görülmesiyle de bir erken seçimin aktüalite kazanması büyük olasılıktır. DEM Parti’nin 7 Haziran 2015seçimlerine kadar izlediği Türkiye Politikasına dönmesiyle birlikte bu keskinleşen çelişkiler ortamında Latin Amerika’daki halk cepheleri benzeri bir ittifakın gerçekleşmesi ve faşist blokun karşısına dikilmesi son derece olanaklıdır.