“ Türkiye’de unutmanın nedeni erdem değil, baskı, korku ve dayatmadır. Ve bugün hala unutmayı savunanlar, aslında sadece geçmişten değil gelecekten korkanlardır. Unutulmamış geçmiş, geleceğin de teminatıdır.”[1]
Bir süreç olarak soykırım
Günümüzde dünya son elli yılın egemen neoliberal ideolojisinin yarattığı 2008 ekonomik krizini alternatif bir ekonomik model geliştiremediğinden dolayı bir türlü aşamıyor ve bunun sonucunda büyük emperyalist güçler tıpkı 20. yy’da olduğu gibi savaşlar çıkararak, ve askeri endüstrilerini güçlendirerek krizin etkilerini hafifletmeye çalışıyorlar. Bunları yaparken de dünya enerji kaynaklarının yoğun ve transit geçiş noktalarında bulunduğu Ortadoğu ve Kafkasya coğrafyasını, buralardaki otoriter ve faşizan iktidarlar vasıtasıyla yeniden kan gölüne çeviriyorlar. Aynı coğrafyada binlerce yıl bir arada yaşayan halklar bu iktidarların manipüle etmesiyle birbirlerinin üzerlerine saldırıyor ve bu da yeni insanlık dramlarına, soykırıma giden süreçlerin yaşanmasına neden oluyor. Bugün faşizan Netanyahu yönetiminin Gazze’de öldürdüğü binlerce masum kadın ve çocuk, siyasal İslamcı Hamas ve benzeri terör yapılarının katlettiği Arap, Yahudi siviller, Ermenice Artsakh, Türkçe Dağlık Karabağ’ın, binlerce yıldan beri yaşayan yerli 120 bine yakın Ermeni nüfusundan diktatör Aliyev yönetimindeki Azerbaycan Ordusu tarafından üç gün içinde arındırılması, Türkiye’yi yöneten faşizan AKP-MHP iktidar bloğunun, Kürt sorununa demokratik çözüm bulma yerine, Rojava ve Kuzey Irak bölgesine terörü bahane ederek düzenlediği askeri operasyonlar ve bunun sonucunda gene sivil insanların ölmesi ve binlerce yıldan beri yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kalması, maalesef yeniden soykırımlar zamanlarında yaşadığımız gerçeğini bizlere bir kere daha hatırlatıyor.
Türkiye coğrafyasında 1915 yılında gerçekleşen büyük Ermeni Soykırımı ve aynı zamanlı Süryani Soykırımı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri yönetiminde olan siyasi yöneticiler yüzleşemediği, inkârda ısrar ettiği, Türkiye halklarını konuya ilişkin yoğun propaganda yoluyla inkârcı bir anlatıya ikna edebildiği ve bunun içinde Türk-Sünni-İslam sentezci ideolojiyi güçlendirmek zorunda kaldıkları için, son yüz bir yıllık cumhuriyet tarihinde, Sünni Türk nüfusa dahil olmayan inanç ve halk grupları tedirginlik içinde yaşamaya devam ediyor. Türkiye’de demokratik Kürt siyaseti ve onunla beraber hareket eden sosyalist yapılar ve bir avuç sol sosyalist ve demokrat aydın çevreler hariç, içinde Türk-Sünni-İslam sentezci ideolojiyi benimsemiş sağ politik çevreler ile Kemalistlerin ve CHP’lilerin de bulunduğu geniş Türkiye kamuoyu, ne yazık ki, sadece soykırımı inkâr etmekle kalmıyor, suçu Ermenilere atıyor, hatta asıl Ermenilerin Türklere kırım yaptığını iddia ediyor.[2] Soykırım suçuna insani değil, sadece ulus devletlerin yönetici elitlerinin siyasi ve iktisadi çıkarlarını korumak için araçsallaştırdığı milliyetçi perspektiften bakarsak, soykırım dinamiğini anlayamaz ve halen yakın coğrafyamızda devam eden soykırım süreçlerine yabancılaşır ve bir gün kendimiz de bu sürecin kurbanı olabiliriz. Soykırım konusunu milliyetçi olmayan evrenselci bir bakış açısıyla incelemek doğru değerlendirmelerde bulunabilmemiz için vazgeçilmez bir zorunluluktur. Kendi coğrafyamızın dışında kalan, bizi yakından ilgilendirmeyen bir bölgede, örneğin Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 1980’lerde uygulanan apartheid rejimini biraz vicdani olan herkes ülkemizde kabul eder. Aynı kabulü ve empatiyi, amasız, tereddütsüz kendi bölgemizde yaşayan halkların başına gelen felaketlerde de göstermeliyiz. Böylece hümanistleşir, insani değerleri ve demokrasiyi içselleştirip barış içinde yaşayabiliriz.
Soykırımlar sadece bir anlık hadise olarak o halkın başına gelen bir felaket değildir. Soykırımların oluşma dinamiklerinin tarihsel arka planları vardır. Soykırımlar çoğunlukla uluslararası politik güç dengelerinin çatışmacı bir hal aldığı savaş durumlarında gerçekleşirler. Örneğin I. Dünya Savaşı olmasaydı, Ermeni Soykırımı, II. Dünya Savaşı olmasaydı, Yahudi Soykırımları büyük ihtimalle gerçekleşemezdi.[3] Soykırımın olumsuz etkileri kuşaklar boyu hem bu felakete uğrayan hem felakete karışan hem de felaketin çevresindeki halkları da derinden olumsuz yönde etkiler. 1915 Ermeni Soykırımı sonrasında, Ermenilerle beraber Süryaniler, Rumlar, kısaca, Türkiye’nin yüzde otuza varan yerli Hıristiyan nüfusu çok kısa süre içerisinde yok olurken, aynı zamanda Müslüman nüfusa kıyasla bu nüfusun çok daha gelişkin olan bilimsel, sanatsal, kültürel, iktisadi, ve politik birikimi de bitirilmiş oldu. Örneğin, dönemin Osmanlı bürokratı Arap Faiz El Hüseyin, anılarında, soykırım sırasında Ermeni evlerinden alınan bilim kitaplarının Müslümanlar tarafından pazarda limon satmak için kese kağıdı olarak kullanıldığından bahsetmesi[4] ya da Murathan Mungan’ın: “1915 kıyımında, Yozgat’ta boşaltılan Ermeni evlerinden 70-80 tane piyano çıkar. Sanatın üstüne de toprak attılar.”[5] demesi, soykırım felaketinin kültürel boyutu hakkında da ipucu veriyor.
1915 Büyük Ermeni Soykırımı’nın ayrıntılı bir değerlendirmesini geçen sene konu ile ilgili yazdığım yazıdan bölümleri zenginleştirerek aktarıyorum. Geçen sene yazılanlar tarihi bir olay ile ilgili olduğu için bugün de geçerliliğini hala koruyor. Ayrıca sonuç bölümünü yeniden yazdım.
1915 Büyük Ermeni Soykırımı’nın değerlendirilmesi
Önce 1915 Ermeni Soykırımı’nın neden 24 Nisan tarihinde anıldığından bahsedelim. 109 yıl önce 1915 yılının 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan gecesinde İstanbul Ermeni topluluğunun içlerinde o zamanın Osmanlı Mebusan Meclisi’nin milletvekillerinin de bulunduğu 250 ileri geleni ansızın evlerinden alınıp sürgüne gönderilir ve daha sonra da sürgün yerlerinde öldürülür. Bu olay, Dünya’daki tüm Ermeniler tarafından Ermeni Soykırımı’nın sembolik başlangıç günü olarak kabul edilir ve şu ana kadar başta Avrupa Parlamentosu, Rusya, ABD ve birçok ülkenin kabul ettiği Ermeni Soykırımı için her 24 Nisan tarihinde sembolik anmalar yapılır.
Bu olaydan yaklaşık bir ay sonra 23 Mayıs 1915’de dönemin Başbakanı Talat Paşa’nın talimatıyla Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerinde yaşayan tüm Ermenilerin bulundukları bölgelerden zorunlu göçe maruz bırakılmaları, dört gün sonra da 27 Mayıs’da Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan Tehcir Kanunu ile imparatorluk sınırları içinde şüpheli adedilen tüm Ermenilerin ve 21 Haziran’da da şüpheli olsun olmasın İstanbul ili hariç, Osmanlı topraklarında yaşayan bütün Ermeni nüfusun zorunlu göçe, hukuki terminolojiyle tehcir edilmeleri, ve gerek tehcir sırasında gerekse de tehcir sonunda vardıkları yerlerde topluca öldürülmeleri izler.
1915 Olayları’nın uluslararası bilim dünyasında nasıl bir karşılığı olduğuna bakacak olursak, Dünya’daki soykırımlar üzerine bilimsel çalışma yapan akademisyenlerin neredeyse tamamı 1915 Ermeni Olayları’nı soykırım olarak niteleyen bir metni dünya kamuoyu ile paylaşmışlardır. 1997 yılında soykırım üzerine çalışmalar yapan bilim insanları gerekçeleriyle bu olayı açık ve net olarak soykırım olarak nitelemiştir.[6] Soykırım, 1948’de Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde (SSECS) şöyle tanımlanmıştır: “Ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: Topluluğun üyelerinin öldürülmesi, topluluğun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi, topluluğun yaşam koşullarının topluluğun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasıtlı olarak bozulması, topluluk içinde yeni doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması, topluluktaki çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi.”[7] Soykırım kavramını dünya hukuk literatürüne geçiren ve 1951 yılında Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan Soykırım Sözleşmesi’nin hazırlanmasında büyük emeği olan Prof. Dr. Raphael Lemkin bizzat kendi ağzından, “Bu soykırım Ermeniler’in başına geldi ve o olaydan sonra bu kavramla ilgilenmeye başladım.”, demiştir.[8] Dolayısıyla, Türkiye’deki resmi devlet ideolojisinin bilimsel olmayan propagandaya dayalı tarih anlatısının dışına çıkamayan akademisyenler hariç, bu konuda uluslararası bilim dünyasında 1915’in soykırım olduğuna dair çok ciddi bir görüş birliği vardır. Burada dikkat çekilmesi gereken bir durum da, doğrudan Türkiye ile bir çıkar çatışması yaşamayan ya da uluslararası politik arenada birbirleriyle rekabet halinde olan ülkelerin de Ermeni Soykırımı’nı kabul etmiş olmalarıdır. Şili, ABD, Rusya bu ülkelere örnek verilebilir. Ülkelerin dış politikada Türkiye ile kurduğu iyi ilişkiler, onların devlet yöneticilerinin ve halklarının soykırımı kabul etmesine engel olmamıştır. Son olarak 1915 olaylarına objektif bakan üçüncü ülkelerin kamuoyları da soykırımı büyük oranda kabul etmişlerdir.[9]
Ermenilerin tarih sahnesine yaklaşık üç bin yıl önce ilk olarak ortaya çıktıkları Türkiye coğrafyasında, 1915 Soykırımı sırasında kundaktaki bebekten seksen yaşındaki ninelere kadar ve sadece Rusya ile savaş halinde olunan doğu cephesinin arkasındaki bölgelerden değil, İstanbul hariç, ( İstanbul’da da Ermeni toplumunun önde gelen aydınları yazının başında da vurguladığımız gibi zaten sürgüne tabii tutulup öldürülmüşlerdi), Edirne dahil Trakya ve tüm Anadolu’dan Ermeniler zorunlu göçe tabii tutulmuşlar ve geride bıraktıkları tüm mal ve mülkleri devlet tarafından gasp edilmiş ve en geç bir yıl içinde de bu mallar büyük oranda devletin gözetiminde ve denetiminde Müslüman-Türk ahaliye dağıtılmıştır. Devlet eliyle gerçekleşen bu sermaye değişimi sayesinde bir Müslüman-Türk burjuva sınıfı yaratılmıştır. Örneğin günümüzde Türkiyeli büyük sermayedarların önemli bir bölümünün kökeninin 1915’den önce Ermenilerin yoğun yaşadığı Kayseri ve Adana şehirleri olması bir tesadüf değildir.
1915 Ermeni Soykırımı, Türkiyeli Ermenilerin başına gelmiş anlık tekil bir olaydan ibaret değildir. Soykırım uzun yıllara dayanan tarihsel bir sürecin sonucunda gerçekleşmiştir. Dolayısıyla olayın tarihsel arka planına bakmakta fayda vardır. Osmanlı İmparatorluğu içerisinde Ermeniler millet sistemi bağlamında diğer Müslüman olmayan Rum ve Yahudi halklar gibi her ne kadar kendi içişlerinde bağımsız bir hukuk anlayışına sahip olsalar da, Müslüman halklardan statü olarak daha geri konumdaydılar. Müslümanlara göre daha fazla vergi veriyor, silah taşıyamıyor, ata binemiyor, evleri Müslüman komşularından daha yüksek olamıyor, Ermeni olduklarını belli eden çeşitli sembolleri üzerlerinde taşıyor ve en önemlisi de mahkeme önünde Müslümanlar ile eşit konumda olmuyorlardı. Ermenilerin yoğun yaşadığı bölgelerde, Ermeniler hem devlete hem de Kürt beylerine vergi veriyor ve bu da onlar da haklı olarak yoğun bir adaletsizlik duygusunun oluşmasına yol açıyordu.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren 1789 Fransız devriminin eşitlik, özgürlük ve kardeşlik değerlerinin Osmanlı coğrafyasında yayılmasıyla Ermeniler öncelikle kendi ve bunun yanında diğer halkların da çıkarlarını savunan politik örgütlenmelere gitmeye başladılar. Bu politik örgütlenmelerden en önemlileri 1185 yılında Van’da kurulan liberal ideolojiye sahip Armenekan Partisi, 1887’de Cenevre’de kurulan Osmanlı coğrafyasında faaliyet yürütecek olan Marksist dünya görüşünü benimseyen Sosyal Demokrat Hınçak Partisi, ve 1890’da Tiflis’de kurulan demokratik sosyalist ideolojiye sahip, Ermeni Devrimci Federasyonu, Türkçe’de Taşnaksutyun, olarak bilinen örgütlerdi. Bu örgütlerden özellikle Hınçak Partisi, Marksist programıyla Türkiye coğrafyasında Mustafa Suphiler’den otuz sene kadar önce faaliyete başlamış ve o zamanki Ermeni işçi sınıfı arasında belli bir örgütlülük düzeyine ulaşmıştı.[10]
Osmanlı Devleti’nin Ermenilerin uğradıkları haksızlıkları kamusal alanda dillendirmelerine ve siyasi tepki göstermelerine karşı izlediği politika son derece kanlı oldu. İsyandan başka bir çözüm yolu kalmayan Ermeniler, II. Abdülhamid’in saltanat yılları olan 1984-96 arasında bizzat bu sultanın Kürt Beylerini örgütlemesiyle kurduğu Hamidiye Alayları tarafından Doğu Anadolu bölgesinde katledildiler. Tarihe Hamidiye katliamları olarak geçen bu kırımda öldürülen Ermeni sayısı 80000-300000 arasında değişiyordu. Despotik Sultan II. Abdülhamid’i Ermeni Taşnaksutyun Partisi ile beraber deviren ve Meşrutiyeti 1908 yılında beraber kuran İttihat Terakki Cemiyeti ise 1909 yılında Adana’da kendi teşkilatının da içinde yer aldığı bir katliamda gene on binlerce Ermeni’nin katledilmesini adeta seyrediyordu.
1912-13 yılları arasındaki Balkan Harbi’ndeki ağır yenilgiler ve bunun sonucunda da Osmanlı’nın Avrupa’daki verimli topraklarının çok büyük bir bölümünü kaybetmesi, 1913 yılında kanlı bir darbeyle tek başına iktidarını ilan eden İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin zaten pan-Türkist bir dünya görüşüne sahip olan yöneticilerinin kafasında elde kalan Anadolu coğrafyasındaki halklardan sadece Türk ve Müslüman homojen nüfus yapmaya yönelik bir sosyal mühendislik politikasının oluşmasına yol açtı. Bu arada o dönem Türkiye coğrafyasındaki nüfusun yüzde otuz civarının Hıristiyan halklardan oluştuğunu hatırlatmakta fayda var. Birinci Dünya Savaşı’nın patlaması Ermeni Soykırımı’nın gerçekleşebilmesi için son derece olumlu koşullar hazırladı. O dönem iktidarda bulunan İttihat Terakki Partisi kolaylıkla Ermenileri karşı tarafta savaştığı Rusya’nın işbirlikçisi olarak lanse etti ve bir kısım Müslüman halkta zaten daha önceden var olan olumsuz Ermeni yargısının iyice pekişmesine yol açtı. Bir de savaş koşulları yabancı devletlerin Osmanlı’yı gözlemleme ve uyarma şartlarını imkânsızlaştırmıştı. 1914 Aralık-1915 Ocak aylarında Doğu Anadolu’nun Sarıkamış ilçesinde Rus Ordusu’na karşı girişilen taarruzun çok büyük bir hezimetle neticelenmesi ve o dönem Rus Ordusu’ndaki Ermeni askerlerin varlığı, (Ermeniler hem Osmanlı İmparatorluğu hem de Rusya sınırları içerisinde yaşayan bir halk olduğu için her iki tarafta da asker ve subay olarak görev yapıyorlardı), İttihat Terakki yöneticilerine Ermeniler yüzünden bu büyük yenilginin gerçekleştiği propagandası yapılmasının önünü açtı ve 1915’in şubat ayında önce Van şehrindeki Ermeniler yok edilmeye çalışıldı, sonrasında da 24 Nisan 1915 tarihine gelindi. Dolayısıyla Ermeni Soykırımı tekil bir olaydan ziyade geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan eşitsiz ilişkilerin ve adaletsizliklerin 19. yüzyılın ikinci yarısında giderek yoğunlaşması ve buna karşı Ermeniler’in verdiği tepki ve isyan, sonrasında devlet tarafından kanlı bastırmalar şeklinde devam eden zincirleme olayların en son ve en trajik halkası şeklinde cereyan etti.
Ermeni Soykırımı yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin tek tip dışlayıcı Türk milliyetçisi ve Türk-İslam sentezci bir ideolojik formasyona sahip olmasına vesile oldu. Şiddet kültürü, kendisinden olmayan tüm etnik ve inanç gruplarının cumhuriyet tarihi boyunca şiddetle bastırılması bir geçer akçe olarak kabul edildi. Soykırımı gerçekleştiren İttihat Terakki kadrolarının önemli bir bölümü sonraki yıllarda yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları oldular ve aynı zamanda da yeni cumhuriyetin burjuva sınıfı da Ermeni Soykırımı sırasında gerçekleşen sermaye transferi sonucunda ortaya çıktı ya da var olanlar iyice palazlandı. Tabii bu arada 1916 Süryani ve 1919-20 Rum Soykırımları’nın da bu sermaye aktarım süreçlerinin bir parçası olduğunu unutmamak gerekiyor. Soykırımın yarattığı suç ile yüzleşilemediği için, şiddeti öven fanatik şoven milliyetçilik, Türk-İslam sentezine dayalı devlet politikaları günümüze kadar devam etti ve bu da şu an Türkiye’nin demokratikleşmesine, var olan Kürt ve Alevi sorunlarının çözümüne büyük ölçüde engel oldu. 1920’li yıllardan 1970’lerin ortalarına kadar Batı Dünyası Ermenilerin başına gelen büyük trajedinin farkında olduğu halde tek tük geçiştirme mahiyetinde açıklamalar hariç, bu konuyu gündemine getirmedi. Bunun en önemli neden Batı’nın Türkiye’nin jeopolitik konumundan dolayı Sovyetler Birligi’ne kafası kızdığı zaman yakınlaşabileceği korkusuydu.[11]1970’lerin ortalarından itibaren ise yaşadıkları Batılı ülkelerde var olma savaşını büyük ölçüde kazanan Ermeni diasporasının üçüncü kuşakları konuyu gündeme getirmeye başladılar ve buna ilaveten aynı zamanda ASALA’nın tasvip edilemeyecek şiddet eylemleri tüm olumsuzluğuna rağmen Ermeni Soykırımı’na yönelik kamuoyu ilgisinin artmasını sağladı.[12]
Bir de, Ermeni Soykırımı’nın Anadolu coğrafyasının en kadim halklarından olan Ermeniler üzerinde yarattığı tramvaya göz atmakta fayda var. Ermeniler binlerce yıldır üzerinde yaşadıkları ana yurtlarından koparıldılar. Bir milyondan daha fazla insan feci koşullarda hayatını kaybetti ya da sakat kaldı. Yazının başında da belirttiğimiz gibi, binlerce yılda oluşmuş tarihi Ermeni kültürel varlığı büyük oranda yok edildi. Binlerce kilise, okul, mezar, yok oldu. Anadolu’da Ermenilerin çok büyük katkı sağladığı zanaatkarlık ve ticaret kültürü çok büyük bir yara aldı. Soykırımda hayatını bir şekilde kurtarabilen binlerce kadın ve kız çocuğu zorunlu olarak Müslümanlaştırıldı ve Müslüman erkeklerle zorla evlendirildi. Bu kişilerden önemli bir bölümü gizlice inançlarını devam ettirdiler ve günümüzde de bunların torunları bu durumun varlığından haberdar olarak ama çoğunlukla da kimliklerini saklayarak yaşamak zorunda bırakıldı. Soykırımdan kaçarak kurutulabilenler gittikleri ülkelerde hayata sıfırdan başlamak zorunda kaldı. Büyük bir yaşam mücadelesi içerisine giren bu kişiler sonradan Ermeni Diasporasını oluşturdular.
Soykırımdan fiziksel olarak etkilenmeyen ve büyük çoğunluğu İstanbul’da yaşayan Ermeniler ise, yaşamlarını çoğunlukla Ermeni kimliğinin getireceği olumsuzluklardan dolayı korkarak, ve Ermeniliklerini belli eden `yan`ekini soyadlarından atarak, siyasete bulaşmayarak, cumhuriyet döneminde uğradıkları haksızlıkları yüksek perdeden dile getirmeyerek, ev içinde başka kamusal alanda ise daha başka bir söylem ve tutum geliştirerek geçirmek zorunda kaldı. Örneğin yaşanılan onca soruna rağmen, Ermeni patrikleri sürekli, “Devletimize bağlıyız.” demek zorunda bırakıldı.[13] Soykırım suçuyla yüzleşilmesini isteyen ve genel olarak yaşanılan haksızlıkları dile getiren az sayıdaki Ermeni entelektüeli ise sürekli devletin gözetiminde oldu ve onun baskısını ensesinde hissetti. Örneğin Türkiye Ermeni topluluğunun cumhuriyet döneminde yetiştirdiği en önemli aydınlarından biri olan Hrant Dink, Türkiyeli Ermenilerin sorunlarını kendine has son derece barışçıl bir dille aktardığı ve soykırım üzerine resmi devlet söyleminin dışında şeyler söylediği için defalarca “Türklüğü aşağılamak” suçundan hakim karşısına çıkmak zorunda kaldı. Milliyetçi çevreler tarafından yüzlerce kez ölüm tehdidi aldı, ve sonunda da işin içinde bolca devlet görevlisinin bizzat yer aldığı bir tertiple katledildi. Hrant Dink’in katil emrini verenler cinayetin üzerinden 17 sene geçmesine rağmen bulunamadı.
Sonuç
Sol demokrat ilerici siyasi örgütler ve kişilerin 1915 Olayları ile ilgili tutumu, `Ama’sız` bir soykırımı tanıma ve kınama olmalıdır. Emperyalist devletlerin soykırımı kolaylaştırıcı faaliyetleri o dönemki Osmanlı devlet yöneticilerinin almış olduğu soykırım kararının suçunu hafifletmez. Soykırım tanınırken bunun çok büyük bir insanlık suçu olduğu yüksek perdeden dile getirilmeli ve soykırım suçuna hangi tarihsel şahsiyet karıştıysa, bunlar cumhuriyetin kurucu kadroları içerisinde yer almış olsalar bile, tehşir edilmelidir. Soykırım sırasındaki sermaye el değişim süreci üzerinde mutlaka durulmalı ve bu süreçte yağma ve talan yoluyla zenginleşenler, ki bu sürece sıradan Müslüman halkın da bir bölümü katılmıştı, gene ifşa edilmelidir. Resmi devlet ideolojisinin 1915’e ilişkin ürettiği propagandaya karşı, bu konuda tarafsız bilimsel çalışmalar yapan dünyada saygınlığı olan bilim insanlarının çalışmaları okunmalı, bu konuyla ilgili bilimsel toplantılar, konferanslar düzenlenmeli, kısaca toplumda konuyla ilgili devlet propagandası sonucu oluşmuş yanlış kanaatler değiştirilmeye çalışılmalıdır. Ermenistan Ermenileri ve Diaspora Ermenileri ile sivil toplum düzeyinde düzeyli ilişkiler geliştirilmeli, ve bu çevrelerin soykırımın tanınması yönündeki çabaları kınanmamalı, aksine desteklenmelidir. Bu insanların önemli bir bölümünün soykırımdan canlarını zor kurtaran Anadolu coğrafyasının en eski halklarından birinin torunları olduğu ve birkaç kuşak büyüklerinin tarihte eşi zor bulunan bir insanlık suçuna maruz kaldıkları gerçeği unutulmamalıdır.
Tüm bunlara ilaveten, Türkiyeli demokrat çevreler, Ermenistan ile Azerbaycan arasında son otuz senedir düşük yoğunluklu olarak süren savaş halinin bitmesinden yana tutum almalı, barış taleplerini yükseltmeli, devlet yöneticilerinin yalnız Azerbaycan’ı savunma, Ermenistan’ı kötüleme resmi görüşünün karşısında yer almalıdır. Dağlık Karabağ bölgesinde yaşananlara ilişkin yüksek perdeden itirazlarını dile getirmelidir. Nihai amaç, Türklerin, Ermenilerin, Azerilerin ve başta Kürtler olmak üzere Anadolu’nun tüm halklarının birbirleriyle eşit uyumlu ilişkiler kuracağı, kardeşlik hukukununun esas alındığı bir siyasi düzene geçiş olmalıdır. Kapitalist emperyalist sistemin kendi krizini aşmak için çıkarları doğrultusunda komşu halkları gene birbirlerine boğazlatma stratejisinin yürürlüğe girdiği günümüzde uyanık olunmalı ve buna karşı kalıcı bir strateji geliştirilmelidir. 1915’de Türkiye Ermenilerinin, Süryanilerinin ve sonrasında da Rumların başına gelenler nedenleri ve sonuçları itibariyle etraflıca değerlendirilirse, bugün Karabağ Ermenilerinin, Rojava ve Güney Kürdistan Kürtlerinin, Gazze’deki Filistinlilerin başına gelenler ve gelecek olanlara karşı daha etkili önlemler alınır. Bunun da yolu, soykırım dinamiğini kavramaktan, demokrasiyi, insan haklarını, barışı güçlendirmekten ve mümkün olduğunca savaşlar yaratan/yaratmak zorunda kalan kapitalizme karşı yeni alternatif ekonomik modelleri güçlendirmekten geçer.
[1] Hrant Dink’ in Bu Köşedeki Adam adlı kitabından alıntı.
[2] Öymen’den CHP’lilere ‘Ermeni soykırımı’ uyarısı (aydinlik.com.tr)
[3] Suny, G., Ronald. 2002. The Armenian Genocide and the Shoah. (Ermeni Soykırımı ve Yahudi Soykırımı. Chronos. Zürih. Sayfa 97-98.
[4] Cultural Genocide – mfa.am
[5] Yozgat Muhabir: Mungan: Yozgat’ta sanatın üzerine toprak attılar
[6] Microsoft Word – IAGSArmenian Genocide Resolution .docx (genocidescholars.org)
[7] United Nations Office on Genocide Prevention and the Responsibility to Protect
[8] The Genocide Word by Raphael Lemkin #ArmenianGenocide – YouTube
[9] Wayback Machine (archive.org)
[10] Akın, Kadir. 2021. Saklı Tarihin İzinde Osmanlı’da Modernleşme, Anayasa, Sosyalizmin Kökleri ve Ermeni Vekiller. İstanbul: Dipnot Yayınları. s. 118.
[11] Bozadjian Rupen. 1998. “Die Bedeutung der Annerkennung und Verurteilung von Völkermord.” (Soykırımın Kabülünün ve Yargılanmasının Anlamı) Völkermord und Verdrängung Der Genozid an den Armeniern- Die Schweiz und die Shoah. Chronos Verlag. Zürih. Sayfa. 14.
[12] Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia (ASALA) | Britannica