Seçimlerin en belirgin sonucu, AKP-MHP ittifakının bu seferki seçimi kaybetmiş olmasıdır. Ancak, faşist bloğun seçim yenilgisinin bizim otomatik olarak kazandığımız anlamına gelip gelmediği sorusuna yanıt, hayırdır. Onların kaybetmesi, bizim kazanmamız için yeterli değil. Ancak faşizmin hareket edemeyeceği bir alana sıkıştırılması ve bizim hareket alanımızın genişlemesiyle belki kazanmış sayılabiliriz. Nihayetinde, onların iktidarda olamayacağı bir gün, gerçekten kazanmış olacağımızı baştan belirtelim.
Öncelikle, AKP-MHP ittifakının ilk kez kaybettiği söylenemez. 2019 seçimlerinde %51 gibi bir oy oranına ulaşmış gibi görünse de, kaybedilen belediye başkanlıkları ve özellikle İstanbul öncülüğündeki büyükşehir sonuçları, faşist ittifak için net bir mağlubiyeti ifade ediyordu. Benzer şekilde, 2014 sonrası Kürt hareketinin yükselişi de, dönemin AKP paradigması için bir kayıp olarak değerlendirilebilir. Sürecin olarak ortaya çıkan sonuçlar ise, müzakere masasının devrilmesi ve çözüm sürecinin rafa kaldırılması, Kürt hareketi için potansiyel bir kazanımın dönüştüğü travmatik bir kayıp olarak bugün bile hissediliyor.
Bu yazının temel amacı, AKP-MHP ittifakının yerel seçim yenilgisinin faşizmi geriletme açısından nasıl bir kalıcı kazanca dönüştürülebileceğini irdelemektir. Bu nedenle, bu mağlubiyetin dinamiklerini kavramak ve bu durumun gelecekte nasıl fırsatlara yol açabileceğini öngörmek önemlidir.
Seçimin kısa bir değerlendirmesi
Seçim sonuçlarına dair kısa bir değerlendirme yapmak, ileride ele alınacak konular için şart, ancak, detaylı bir seçim analizi yapmak benim için muhalefetle gereksiz bir tartışmaya girmekten öte bir anlam taşımıyor. Sonuçları değerlendiren muhalefetin büyük bir kısmı seçim öncesi en doğru stratejiyi benimsemiş ve adeta yenilmez bir tutumla seçimleri geçirmiş gibi analizler yapıyor. Bu noktalara değinmeden yapılacak bir analiz eksik kalacak; ancak bu konulara girildiğinde de polemiğin ötesine geçemeyeceğinden, sadece objektif yönleriyle ve geleceğe yönelik projeksiyonlar için değerlendirilmesi şimdilik yeterli görünüyor.
Seçim sonuçlarına bakıldığında, nüfusun yaklaşık %68’i ve ekonominin ise %75’i, AKP-MHP iktidarının yerel yönetim hakimiyetinden kurtulmuş gibi görünmektedir. Bu durum, önceki dönemlere kıyasla muhalefetin daha fazla kazanım elde ettiğini gösteriyor; zira yerel yönetimlerin etki alanı ve gücü, doğrudan insanların yaşamlarını etkileyebilecek ölçüde, bugün ise merkezi iktidarın kontrolündeki alanlara kıyasla neredeyse iki kat daha geniş bir hakimiyeti var.
2019 seçimlerinde iktidarın yerel yapılarının başarısızlığa uğraması, taban örgütlerinde önemli gediklere yol açtı. Bu durumun iyi analiz edilmesi, ortaya çıkan sonuçların siyasi iktidarın etkinliğini ciddi şekilde sınırladığını, hatta onların deyimi ile “topal ördek” konumuna düşürdüğünü göstermektedir. Neoliberalizm kaynaklı yoksullaşma eğilimini “sosyal yardım” faaliyetleri ile dinamik bir şekilde sübvanse eden AKP iktidarı, 2019’daki yenilgiyle bu yetkinliğini kaybetmeye başlamıştır. Merkezi düzeyde destekleyemediği ekonomi, yenilginin ana nedenlerinden biri olarak ekonomik faktörlere odaklanılmasına yol açmıştır. Kuşkusuz bu durumun yaratmış olduğu bir etki olsa da, ne seçim sonuçlarındaki mevcut durum ne de genel politik birikim, yoksulluğun sübvanse edilmesinin ideolojik bir değişim yaratabileceğini düşünemeyeceğimizi gösteriyor. Dolayısıyla ekonomik nedensellikle açıklama kolaycı ideolojik geçişkenliği görünmez, CHP’nin başarısını ise edilgenleştiriyor. Unutulmamalı ki, sistem, onu yıkabilecek bir alternatif bulunmadığı sürece çürüyerek, otoriterleşerek yoluna devam etme eğiliminde olduğunun bilinciyle politika yapmalı ve nesnel durumu olabildiğince yalın ve özüne bağlı kalarak tahlil etmeliyiz.
Ekonomik sıkıntılardan dolayı “sandığa gitmeme” tavrı, sadece AKP’li seçmenlere özgü değil; anti-faşist kesimlerde de benzer eğilimler ölçülebilir. Sandığa gitmeyen çoğunluğun AKP-MHP seçmeni olması, muhalefetten sandığa gitmeyenleri görünmez yapmamalı hatta seçim analizlerine mahalle mahalle konu edilmeli. Özellikle emeklilerin çoğunluğunun AKP’ye oy verdiği yönündeki varsayım, onların sandığa gitmeyerek AKP’yi uyardığı iddiası içinde bir doğruluk payı olabilir. Ancak, bu, 9 ay önce yenilgiye uğramış muhalefetin umut vaad edebilecek düzeye ulaşma başarısını gölgelemeye yönelik zorlama bir çıkarım olarak da değerlendirilebilir. Elbette oy vermeyen çoğunluk iktidar bloğuna aittir. Ancak iki nokta var ki en az kimin sandığa gitmediğini anlamak kadar önemli, bir, yenilgi sonrası toparlanan muhalefet seçimlere karşı aleyhine geliştirilebilecek kitlesel tavrın önüne geçebilmiştir. İki, üçte ikisi AKP-MHP’ye oy verdiği iddia edilen emeklilerin sandığa gitmedikleri söylemi tam olarak doğru değildir. Emekli nüfusunun yoğun olduğu Zonguldak, Sinop, Bartın, Balıkesir, Edirne ve Çanakkale gibi illerde genel katılım oranından daha düşük olduğunu söyleyemeyiz. Bu illerdeki emekli sayıları nüfusun 4’te birine tekabül ederken seçmen sayısında neredeyse her üç seçmenden biri emeklidir. Emeklilerin sandığa gitmediği tezi, bu gibi illerde ve ilçelerde gözlemlenen katılım oranları ile doğrulanamadığı için eldeki veriler ile ölçemeyeceğimiz bir parametre olarak kabul etmemiz daha doğru yaklaşımdır. Katılım düşüklüğünü kolay yoldan anlamaya çalışmak ve varsayımsal olarak bir noktasını kabullenmek, buradaki pasif ama tepkisel yönün gerçeklerini anlamayı zorlaştırır.
Son 9 aydaki ekonomik göstergelerin değişimi de iktidarı desteklemediği açıktır. Türkiye gibi seçimlerin “ideolojik nüfus sayımı” olarak geçtiği bir ülkede, ekonominin tek başına ideolojiyi değiştireceğini düşünmek yanılgı olur. Aksi durumda, kriz sonrası dönemlerde muhalefetin güçlenmesi daha belirgin bir veri olarak karşımıza çıkardı. Ancak, solun ekonomik krizler sonrası nadiren iktidara geldiği, sağ iktidarların ise krizlere rağmen farklı varyasyonlarla iktidarına devam ettiği görülür.
AKP’nin geçmişte güçlü olduğu yerellerden CHP ve DEM Partiye (uzlaşı sağlanan yerlerde) geçen il ve ilçelerde oy geçişleri gözlemlenebilir düzeydedir. Afyon, Denizli, Manisa, Adıyaman, Polatlı, Keçiöreni gibi il ve ilçelerde, AKP-MHP’den gerçekleşen oy geçişlerini, genel olarak ideolojik duvarların geçirgenleştiği ve yeni bir değişim imkanı oluştuğu şeklinde görmeli ve sebeplerini anlayıp üzerine biriktirerek devam etmenin imkanları bulunmalı.
Kürdistan’da kayyumların kaybetmesi ve alternatif olarak öne çıkarılmaya çalışılan HÜDA-PAR’ın etkili olmaması, Kürt halkının örgütlü gücünün bir göstergesi olarak DEM Parti üzerinden hala güçlü bir iradenin varlığına işaret ediyor. Bununla birlikte, AKP’nin destek gördüğü “Kürt oylarında” ciddi bir düşüş olduğunu gösterse de, YRP ve HÜDA-PAR’ın oyları toplandığında, sağ blokun önemli bir gerileme yaşamadığını ve kendini koruduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan, DEM Parti için genel olarak bir zafer oluşsa da, seçimlere katılım oranındaki düşüş, partinin tabanına yansımış durumda. Bu durum, Kürt halkının seçimlere ve sandığa olan güveninin zedelendiği şeklinde yorumlanabilir; ancak aynı zamanda Kürt halkının açık demokrasi alanına ciddi bir eleştiri olarak da değerlendirilmelidir. Bu eleştirinin detayında kayyum politikaları, ideolojik politik önderlik zaafları ve hatta DEM Parti’nin kafa karıştırıcı politikaları gibi sebepler olarak görebiliriz. Önceki genel seçimlere kıyasla seçmen sayısındaki artış oranları göz önünde bulundurulduğunda, DEM Parti’nin bölgedeki oylarında bir artıştan bahsetmek mümkün değildir. Bu anlamı ile Kürt illerindeki başarı iradenin tescilli beyanı olsa da güçlenemeyen bir araç olduğunu da göstermektedir.
YRP’nin yükselişi, özellikle üzerinde durulması gereken bir konudur. Toplumun en gerici kesimine hitap eden bu yapı, AKP-MHP bloğundan gelen oyları kendine çekmiş olsa da, bu oyların faşist bloktan tamamen kopmuş olarak görülmesi zorlayıcı bir çıkarım olur. Dolayısıyla, ölçümlemeler YRP oylarını hâlâ faşist blok içinde değerlendirerek yapılmalıdır. YRP’nin AKP-İsrail ticaretini önemli bir propaganda aracı olarak kullanması ve bu durumun mahallede ciddi bir karşılık bulması, Metin Cihan aracılığıyla belgelenen ve yıllarca solcular tarafından örgütlenmeye çalışılan anti-siyonizmin karşı mahallede etkisi neredeyse yok hükmündeyken, YRP üzerinden hızlıca çözülebilmesi sosyalistler için üzerine eğilinmesi gereken bir problem olarak karşımızda durmaktadır. YRP’nin politik olarak böldüğü oyların kalıcı bir AKP karşıtlığına kendiliğinden ya da YRP aracılığıyla dönüşmesini beklemek şu an için temkinli yaklaşılması gereken bir görünümdür. YRP’nin aldığı oyları AKP’nin etrafındaki gevşek çevre içerisinden geldiğini düşünmekte etkisini küçümsemek gibi bir hataya tekabül eder. Bu oylar AKP’nin merkezine yakın hatta kadrolarını ve politikasını ürettiği alanlardan gelen oylardır. YRP ve özellikle İsrail etkisinin, ekonomik faktörler ve sandığa gitmeme eğilimi üzerindeki etkisinin bu kadar belirgin olması dikkate alınmalı ve karşı mahalleye bizdeki anti-siyonizmin sahiciliğinin aktarabilme yöntemleri üzerine düşünülmeli ve YRP-AKP çelişkilerini artırabilecek imkanlara odaklanmalı.
Muhalefet cephesinde gerçek bir değişim var mı?
CHP’de ciddi bir yükseliş olduğu ve son 9 ay içinde yaşanan değişimlerin olumlu yansıdığı açıkça görülmekte. Bu yükselişin nedeni, CHP içindeki “değişim” mi, yoksa ekonomik ve sosyal alandaki gelişmeler mi diye sorulduğunda, cevabı CHP lehine yorumlamamız gerekiyor. Ekonomik olarak AKP’nin yarattığı zorluklara henüz net bir alternatif sunulmamışken ve sosyal alanda son 20 yılda görülenlerden daha büyük bir değişim yaşanmamışken, eğer bu durumu burçlara ve mevsimlere bağlamıyorsak, kazanan değişim söyleminin CHP tarafından üretildiğini ve kitlelerde bir karşılığı olduğunu kabul etmeliyiz.
Bu yükselişi açıklamak için iki temel faktör yeterli görünüyor. Birincisi, Mayıs ayındaki yenilginin ardından CHP’deki söylem ve kadro değişikliğinin, olumlu algılanması toparlanma ve yeni stratejileri test etme fırsatı bulmuş olması. İkincisi, CHP etrafındaki sağ ittifakın ve CHP’nin bağımsız ve müstakil seçime girme girişiminin toplumsal karşılığı olarak kitlelerin CHP’ye yönelmesi.
Bugün muhalefet cephesinde özellikle CHP’de gerçekten bir değişim yok diyenler, onlarca yıllık retoriğe devam etmek isteyenler elbette diğer parametreleri görünür kılarak bu anlatıma kolayca devam edebilir. Öne çıkarılabilecek her parametrenin geçmişte zaten var olan bir kaç aksi örneğininin neden bugün gibi ortak sevinçe sebep olmadığını açıklayabilirler mi emin değilim ancak AKP ilk defa kendi tarihinde ikinci parti konumuna gelmiştir ve karşısında yer alan herkes için müthiş bir moral üstünlük sağlamıştır. Bu haliyle bakıldığında AKP’nin parçalanan ancak dağılmayan blok oylarının olduğu, yer yer ise AKP’nin konsolide ettiği bloktan CHP’ye geçişler olduğunu da görerek sandığa gitmeyen çoğunluğun AKP tabanı olmasındaki en büyük etken CHP’nin değişim söylemi karşısında AKP’nin aynı dinamizmi sağlayamamış olmasına bağlayabiliriz. CHP tabanını konsolide edebilirken, AKP başarısız olmuş ve en güçlü olduğu yerlerde bile kayıplar yaşamıştır. AKP için durum, bir anlamda parçalanma riskini ve ANAP’ın geçmişte yaşadığı benzer bir yola girebilecek düzeyde ciddi sonuçlarla yüzleşmesine sebep olabilir.
74 yıl önce DP ve CHP neredeyse, bugün AK Parti ve CHP aynı konumda değildir, bu retorik bu seçim ile birlikte tükenmiştir. CHP kendi cam sınırlarını geçmeyi denemekte henüz yer yer olan geçişlerde toplumda olumlu bir hava estirmekte. AKP’nin kendi hataları bu geçişe izin vermiş olsa da ideolojik sınırları kuşaklara yayılan bir toplumda karşılık bulmayan bir söylemin karşı mahalleden oy alabilmesi imkansızdır. Onlarca benzer alternatifi varken CHP’de karşılık bulması da bu sınırların geçirgenleştiğinin göstergesidir.
AKP’nin yenilgiyi kabul etmesini beklemek ya da zaferi kazanmak
AKP-MHP ittifakının artık geri dönüşü olmayan bir düşüş trendine girdiğini ve bir sonraki seçimlerde, dönemin ANAP’ı gibi, parçalanarak devam edeceğini düşünebiliriz. Ya da YRP’nin açtığı gedikleri daha da büyüterek, bölünme sürecinin ve oy kayıplarının devam edeceği bir senaryo ile rahatlayabiliriz.
Ancak bunun böyle olmaması için neler yapabileceği ve neler yapmak zorunda olduğuna baktığımızda, kendiliğinden bir parçalanma ve “sol” bir iktidarın yönetme yetkinliğini kazanmasının önünde bir dizi engelin bulunduğunu görmemiz gerekiyor.
Seçim öncesi dile getirdiğimiz faşizm tehdidi, AKP-MHP’nin keyfi bir tercihi değil, zaman mekan öznelliğinde tarihsel bir zorunluluk olarak devam etmektedir. Her rejim, sermayenin yapısal krizlerine ve emperyalist sistem içerisinde kalma arzusunun sonucu ürettiği yanıt gereği otoriterleşmeye zorunludur, bu durumu Lenin, emperyalizmin temel karakterinin siyasal gericilik olduğunu belirterek ifade ediyor. 2008’den bu yana devam eden ve ara sıra zirve noktalarını test eden mevcut birikim krizine henüz bir çözüm üretilememişken, bunalımının etkileri altında küresel çapta siyasal gericiliği değişik biçimleri içinde sertleştirmesinin etkisi altında şiddetlendiğini de göz önünde bulundurmak gerekir. Dünya çapında, toplumun en gerici, en şovenist ve en emperyalist kesimlerinin öncülüğünde korporatist bir temel üzerinde devletin yeniden tahkim edilmesi olasılığı da dahil olmak üzere, otoriter yönelimler ve faşizm ihtimallerinin bir tercih değil, zorunluluk haline geldiğini söyleyebiliriz.
Dolayısıyla, Faşizm tehditi henüz geçmemiş ancak yerel ayakları kesintiye uğramış ve demokratik güçler için bir toparlanma nefes alma imkanı doğmuştur. Konuya buradan bakıldığında ise seçimlerin en net kazananı faşizmin kurumsallaşmasının önüne geçmek isteyen “stratejik” eğilimdir. Bu eğilimin ne kadarı örgütlü ne kadarı kendinden menkul hareket ediyor önümüzdeki günlerin tartışması olacaktır. DEM Parti açısından ise bu stratejinin kurucusu ve bugüne kadar başarılı bir öncüsü olma rolü artık tartışmalıdır. Seçim süresince “eşit mesafe” “iki tarafa da kaybettirme iddiası” gibi söylemleri anti-faşist saflardaki kurucu ve öncülük imkanlarına zarar vermiştir.
AKP, 2015 yılından bu yana çeşitli yenilgilere uğramıştır ve bu yenilgilerden sonra başvurduğu birkaç “acil durum” planı ile iktidarını korumuştur.
- 1- Şok Dalgaları: Ani ve olağan dışı, hatta felaket olarak nitelendirilebilecek durumları maksimum fayda sağlayacak şekilde kullanma işi. Kitlelerin ve demokratik muhalefetin deneyimsiz olduğu ve ne yapacakları konusunda bir mutabakatlarının olmadığı durumları, devlet imkânlarıyla iktidar çıkarları için kullanma hatta toplumu iktidarın arkasına dizilmeye mecbur bırakma şeklinde kullandığı bu metod, AKP’nin her türlü çıkmazda başvurduğu bir yöntem olmuştur. Bu yenilgi sonrasında da bu tür durumların yaşanabileceği bilinciyle hareket etmek gerekmektedir.
Şok dalgalarıyla başa çıkmanın tek yolu, AKP-MHP karşısında kararlı bir duruş sergileyerek imkânların ortaklaşa seferber edilmesidir. Aksi takdirde, devlet imkânları karşısındaki çaresizlik açığa çıkacağı için, şokun yarattığı etki katlanarak artacaktır. Özellikle deprem sonrası yaşanan şok etkisinin kırılmasında, muhalefet bir bütün olarak, iktidardan daha başarılı bir yönelim sergileyip ve konum alarak, kitlelerin paralize olmasını engellemiştir. 1999, Van, İzmir gibi yakın tarihli deneyimler bu konuda muhalefete avantaj sağlamış olabilir. Ancak, mitinglerdeki bomba patlamaları ve kitlesel katliama dönüşen iş kazaları gibi durumlar “toplumsal paralizasyon” oluşturduğu için iktidarı güçlendirici etkiler yaratmaktadır.
2- Şovenizmi Yükselterek Devletin Arkasına Dizilme: AKP’ye özgü olmayan, ancak AKP’nin de sıklıkla başvurduğu bir taktik olan şovenizm, özellikle PKK’ye karşı yürütülen askeri operasyonların rutinleşmiş sonuçları olarak TBMM’nin ortak bildirisi etrafında sergilenen birlik pozlarıyla somutlaşmıştır.
Seçim mitinglerinde yaz aylarında gerçekleşecek büyük operasyonların şimdiden işaretlerini veren AKP için, benzer sahneleri yeniden oluşturmak yararına olacaktır. Ancak, Özgür ÖZEL’in “Sorumlularla aynı A4 kağıdında buluşmayacağız” diyerek reddettiği bu tür birlikteliklerin eskisi kadar kolay oluşturulamayacağını göstermesi, CHP’nin bu konudaki yapısının değiştiğini göstermez. CHP içerisinde hâlâ bu tür tablolarda yer almak isteyen birçok unsur olduğundan emin, ancak bu konuda bir direnç de oluşabileceğini görerek bakmak gerekir. CHP’deki yönetim değişikliği partinin, bir ucu faşizme diğer ucu sosyal demokrasiye uzanan bir yelpaze içerisindeki durumunu değiştirmemiş sadece bu yapı içindeki güçler dengesinin yeni yönetimin oluşmasına izin verecek ölçüde değiştirmiştir.
Başka bir dönemde, aynı Kürt karşıtlığı üzerinden şovenist bir cephenin öncülüğünü yapabilecek CHP’nin, bugün AKP-MHP bloğunun çizdiği yolda ve yarattığı rejimde varlığını sürdürmek için kuruluş ilkelerinden saparak geçeceği bir sınır noktasına gelmek zorunda. Şu an temsil ettiği kesimlerin kabul etmediği bir politik hattın yarın kabul edilebilir hale gelme ihtimali vardır. Hatta şartlar öyle bir gelişebilir ki milli koalisyonunun AKP-CHP eliyle oluşabildiği bir olasılığı, çeşitli varyasyonlarla yan yana gelişlerini, geşmiş ortaklaşmalarını aşacak şekilde görebiliriz. Bu haliyle, AKP-MHP ittifakının, en azından çoğunluğu elde etmek için bir kısım CHP’liyi bu yöne ikna etmeye çalışacağı bir strateji izleyeceğinden emin olmak gerekir. CHP’yi bu hatta tutacak olan kararlı anti-faşistlerin tabanda yan yana gelme çabaları olacaktır ancak bu şekilde yükseltilen şovenizmin etkisinden kurtulabilir demokratik siyaset imkanlarının yollarını bulabiliriz.
3- Yaygın Dezenformatif Propaganda: AKP iktidarının en başarılı olduğu alanlardan biri, yaygın ve etkili bir şekilde propaganda yapabilmesidir. Doğru bilginin dolaşıma sokulması ile iktidar lehine dezenformatif bilginin dolaşıma sokulması arasındaki en önemli fark, dezenformatif bilginin tekrara dayalı olarak yaygınlaştırılması zorunluluğudur. Bunu örgütün tüm birimleriyle yapabilen ve bu alanda uzmanlar istihdam ederek çalışmalarını derinleştiren, çok örgütlü ağlara sahip olması, AKP’yi kendinden önceki iktidarlardan ayıran önemli bir özelliktir. Sanal gerçeklik, deep fake ve sentetik gerçeklik çağının gereklerini iyi biçimde kullanan bir partiyle yüz yüze olduğumuzu bilerek karşı mücadeleyi geliştirmenin zorunluluğunu idrak etmek zorundayız
Son dönemlerde bu konuda bazı aksaklıklar gözlemlense de, AKP henüz kendi cephesinde İsrail ile yapılan ticaret dışında önemli bir olumsuz etki hissetmedi. YRP ve kısmen CHP’ye kayan oylar ile AKP’li çoğunluğun sandığa gitmeme eğiliminde, Metin Cihan’ın internet üzerinden yürüttüğü araştırmalar sonucu elde ettiği bilgilerin belirgin bir etkisi olduğu görülmekte. Dezenformasyonu mevcut imkanlarımızla temizlemek imkansız gibi görünse de, bu çabaları bırakmak, mevcut koşullarda propaganda yapmamakla eşdeğer bir politika izlemek anlamına gelir. Dezenformasyonun temel amacı, gerçeğin görünür olmasını engellemektir ve yerine sentetik bir gerçeği geçirmektir. Bu yapının üzerinde yükselen bir iktidarı gerçeğin kendisi sarsacaktır, çünkü gerçeklerden daha devrimci bir şey yoktur.
4- Siyasi Rehinelik: Kendisine ciddi tehlike olan ve cezaevine girme tehlikesi olmayan hiçbir muhalefet unsuru kalmamıştır. Muhalefetin bütün katmanları AKP karşısında bir gün siyasi rehine olarak “onurlandırılma” olasılığı ile politika yapmakta. AKP iktidarı için bu rehinelerden her şekilde faydalanabilme arayışları da dahil olmak üzere korkutma, sindirme ve yıldırma amaçlı yapıldığı artık toplumun her kesimi tarafından kabul edilmiş durumda. Dolayısıyla “rehine” politikasına cesaretle karşı çıkmak ve bu olguya bir son vermek toplumu özgürleştirmeye ve faşizme kaybettirmeye yaklaştıracak, aksi durumda da daha fazla siyasi rehine cezaevlerini dolduracaktır. Dün Kobani Davası üzerinden yaşatılanlar bugün Kepez Belediye başkanı ile devam ettirilip yarın başka kişilere yönetilecektir.
5- Siyasi Darbe Mekaniği: AKP için, toplumsal yaygınlığını ve muhalefetin tepki gücünü ölçme alanı olarak kullanılan çok amaçlı bir mekanizmadır. Örneğin, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay arasındaki çelişkileri skandal bir kararla toplumun endişelerini görmezden gelen, adalet sistemine zarar veren süreç, bu mekanizmanın işleyişine dair önemli somut veriler sunmaktadır. AKP benzer süreçleri zaman zaman işleterek hem toplumsal muhalefetin güncel durumunu ölçecek hem de toplumsal rızayla üretemediği yetkileri kendine alarak fiili meşru durumlar yaratacaktır.
Bunları ve çok daha fazlasını yaptığını yakın dönem hafızamızdan ulaşabiliriz. AKP’nin demokratik bir yönelime kayacağını düşünen, konsolide bloğunun kendi kendine parçalanacağını düşünen herkes 1989 yerel seçimlerinde SHP’nin yaşadığı başarı sonrası düşmeye başlayan ANAP yerine DYP’nin yükselişine ve 1991 sonrası yaşadığımız karanlık döneme iyi bakmaları gerekir. Yukarıdaki yöntemler bizim en azından farkına varabildiğimiz daha önce bize yaşatılarak başarısı kanıtlanmış yöntemler; bugün bunların ve çok daha fazlasının olabileceğini, AKP’nin de tarihten dersler çıkarabileceğini unutmamak gerekir.
Birleşmenin kazanmak için yetmeyeceği bir dönem
Yaşadığımız dönemin önemli özelliklerinden biri, toplumsal hayatı baştan aşağıya yeniden organize etmeye çalışan bir siyasi iktidarla karşı karşıya olmamızdır. Normalde liberalizm, var olan toplumsal yaşamı yukarıdan aşağıya kökten şekillendirmeye çalışmaz; hegemonya araçlarıyla bu ihtiyacını sanki politika dışı bir alanmış gibi göstererek gerçekleştirirdi.
Ancak, AKP-MHP bloğu, meslek odalarından mahalle derneklerine, futbol kulüplerinden yeme içme kültürlerine kadar her alana müdahale etmeye çalışmakta ve bunu yaparken siyasi araçlarını doğrudan kullanmaktadır. Bu, onların iktidarını sürdürme stratejisinin bir parçası ve faşizmin ihtiyaç duyduğu korporatizmin zorunluluğudur.
Böylesi bir iktidarı sadece seçim dönemlerinde birleşerek yenmek mümkün değil; birleşmenin, kazanmak için tek başına yeterli olmayacağı bir dönemden geçiyoruz. Durdurmak, geriletmek, tökezletmek, çelme takmak gibi işlevleri yerine getirebilen birleşmeler, ortak bir kazanma programına sahip olmadıkça, ötesine geçemeyebilir.
Her şeyden önce durdurmak ve geriletmek gerekir; bu anlamda bile sadece seçim dönemi birleşebiliyor olmak veya çeşitli alanlarda ve eylemlerde yan yana gelebilmek çok önemlidir. Bu safların sıklaştırılması ve ortak bir kazanma programına sahip olunması, bizi zafere taşıyacak ve kazanmamızı sağlayacak anahtardır.
DEM Parti öncülüğünde bu çabayı somutlaştırabilecek bir birikim ve deneyim vardır. Her ne kadar son seçimde birikime katkı sağlamayacak bir taktik geliştirmiş olsa da, bu durum onarılamayacak bir halde değildir. CHP’nin etrafına toplanmış gibi görünen ve stratejik olarak oraya oy veren kesim, CHP politikaları nedeniyle değil, DEM Parti’nin bu seçimler öznelinde açık olmayan faşizm karşısındaki tavrı ve kitlesindeki politizasyon düzeyi nedeniyle de yönelmemiştir. Örneğin Antalya gibi kentlerde, tam tersi bir tutum sergilense bile, CHP’ye “stratejik” bir yönelim gösterilmiştir. Bu kitle, anti-faşist cephenin doğal bir bileşenidir ve eğer kalıcı olarak bu kitlenin örgütlenmesi sağlanmak isteniyorsa, anti-faşist cephe kurulması için öncülük yapmak zorunluluktur.
Bunun yanı sıra yapılacak çok şey olduğunu belirterek, şu noktalara değinmek ve başlangıç olarak görmek gerekir: Yoksulluk ve ekonomik yıkımın giderek daha fazla hissedileceği bir döneme girerken, insanların varlıklarını sürdürebilmeleri için sağlam bir dayanışma zemini şarttır. Bu bağlamda, yerel yönetimler önemli bir araç olarak öne çıkmaktadır. Özellikle henüz depremin yaraları sarılmamışken, kazanılan belediyeler aracılığıyla geçici “sosyal yardımlar” yerine, kalıcı dayanışma zeminleri oluşturulmalıdır. Yerel yönetimler, bir örümcek ağı gibi demokratik örgütlenme araçlarını dayanışma ağlarıyla örerek, seçmenleri bu hareketin aktif özneleri haline getirmeli. Bir tür dayanışma ekosistemi ve hareketi, iktidarın insanları aciz ve yalnız hissettiren politikalarına karşı çözüm sunacak tek yöntemdir.
Demokratik taleplerin toplumsallaşması ve toplumsal taleplerin politikleşerek örgütlenmesi, bir demokrasi cephesinin parçası olmak, faşizmi temelli yenmenin önemli koşullarındandır. Anti-faşist cephe kurulsa bile, demokrasiyi faşizmden tamamen arındıracak şekilde inşa etme garantisi yoktur. Aksine, eski statükoyu bugünkünden daha iyi olarak gören ve onu restore etmek isteyen anti-faşist bileşenler de olabilir. Daha kararlı bir demokrasi mücadelesi ve nitelikli bir anti-faşist çaba için, bu cephenin bileşeni olabilecek bir demokrasi ittifakı/cephesi ya da diğer formlarda bir demokrasi programına sahip ortaklık, faşizme kaybettirilmiş bir olasılıkta, kronikleşmiş birçok sorunu çözebilir ve hatta toplumsal bir sürü devrimin öncülüğünü yapabilir. “En karanlık an, şafak sökmeden önceki andır” sözünden yola çıkarak, eğer daha ileri bir noktayı hedeflememek için bir sebebimiz yoksa, politikleşen kitlelerin mücadelesini buraya yöneltecek araçları da yaratmamız gerekir.
Bugünkü moral üstüğün hızlı bir şekilde kaybolabileceğini, yaratılan savaş söylemlerinin hayata geçtiğinde politika yapma alanınında daralacağını hesaba katarak hareket etmek gerekir. Barışın da örgütlenmesi gereken bir süreç olduğu ve yaşadığımız coğrafyada bu süreci örgütlemenin hiç de kolay olmadığını biliyoruz. Geçmiş deneyimlerin ötesine geçmeyi hedefleyerek, barışın Türkçe sesi de olmaya her türden anti-faşisti davet etmeliyiz. Bugün başlayacak bir savaş, AKP-MHP ittifakının bekası için olacak ve faşizme hizmet edecektir.
Aynı şekilde Kürdistanda kayyum ve sömürgecilik zihniyetine karşı batıdan bir ses çıkması da DEM Parti’nin sınıfsal talepleri de öne çıkarabilen bir Türkiye politikasına sahip olması ile olabilir. Bu alanın bir önceki seçim yenilgisi üzerinden terk edilmesi Türkiye’nin en önemli demokrasi projelerinden birisinin HDP’nin terk edilmesi anlamına gelir ki HDP programı hala daha ortak demokrasi programı anlamında en ileri noktamızdır. Bu projeyi terk etmek aynı zamanda %13’lerde oy almış %20’lere ulaşabilecek bir zemini CHP’ye bırakmak demektir. Syriza, Podemos gibi örneklerinden hatalarından dersler çıkarıp tekrar buraya dönmek hatta bu zemini genişleterek demokrasiyi ve barışı örgütlemek asli ve birinci görevimiz olmalıdır.
Kuşkusuz 2023 seçimleri üzerinden yapılan özeleştiri sürecinde ortaya çıkan “Türkiyelileşme eleştirileri” yersiz değildir. Bu eleştirileri HDP programına stratejisine yönelik yapılan eleştiriler olarak algılar ve ona göre davranırsak asıl can yakıcı kısmı göremez hale gelir ve bugünkü DEM Parti’nin yaşamakta olduğu tehlikeyi anlayamayız. Kürt illerinde, nüfus artışına ve katılım oranlarının düşmesine rağmen, alınan oy yüzdelerinde bir artış olmaması; DEM Parti’nin de yaşadığı seçmen-parti ayrımı; ve üçüncü yolun, seçimlerde oy verilecek bir başka “burjuva” alternatifi gibi görünmesi, temsiliyet ve kısa vadeli kazanımların toplumsal kazanımların önüne geçtiği bir konum, demokrasi mücadelesi açısından bir kayıp olacaktır. Bu sorunu aşacak yöntem, Van’ı Ankara’da sahiplenmek, İstanbul’u Diyarbakır’da, İzmir’de Newroz için örgütlemek ve Taksim’de 1 Mayıs’a Newroz kadar yoğun katılım sağlamakla mümkün olacaktır. Bu, uzun ve zorlu bir süreç olacak ancak, HDP’nin birikimlerinden yararlanarak bu yolda ilerleyip, bir Türkiye’nin demokratikleşmesi ile aşılabilecektir.
Kuşkusuz, 2023 seçimleri üzerinden yapılan özeleştiri sürecinde ortaya çıkan “Kürdistanileşme ihtiyacı” yersiz değildir. Ancak bu eleştirileri yalnızca HDP’nin programına ve stratejisine yönelik yapılmış eleştiriler olarak algıladığımızda, durumun asıl can yakıcı kısımlarını gözden kaçırabiliriz ve DEM Parti’nin yaşamakta olduğu tehlikeleri anlamayız. Kürdistan’daki yapılanlar karşısında araçsız hissetmek olarak görmek daha doğru sonuçlara yönetecektir. DEM Partinin bu seçimlerdeki tatik ve yönelimlerinde ısrar etmesi, HDP’nin birikimini sahiplenecek ve üzerine koyabilecek bir zeminden uzaklaşmasına sebep olacaktır.
Durdurarak, tökezleterek ya da çelme takarak değil, demokrasiyi kurarak kazanabileceğimizi unutmayalım. Seçim öncesi meydanlarda yükseltilen savaşı durdurmak, siyasi rehinelerimizi kurtarmak ve demokrasiyi kurmak gibi görevlerimizi nasıl yapabileceğimizi yüksek sesle ve açıklıkla konuşalım. Seçimlerdeki tavrımız, tutumumuz ve taktiğimiz bunları sağlayacak bir hedefe sahip değilse, yarın kaybetmemiz kesindir.