“Bu metin Sımone De Beauvoır/İkinci Cinsiyet kitabin ikinci cildinde olan “Aşık Kadın” bölümünün incelemesidir, kitapta olduğu gibi aşk kavramı erkek ve kadın üzerinden anlatılmıştır.”
Erkekler için aşk, her daim kadınların anladıklarından çok farklı hatta ondan bir hayli uzak olmuştur. Kadının merkezi olan aşk hatta onun uğruna tüm hayatını hiçe sayacak aşk, bir erkek için hiçbir zaman tam manasıyla kadında olduğu gibi olmaz. Erkek için aşk, birçok değer verdiği şeylerden biridir. En çok seven yahut kendinden vazgeçecekmiş gibi duran erkek dahi aşkı kadında olduğu gibi yaşamaz. Aşk, erkeğin elinde tutabileceği bir güç göstergesi, bir egemenlik alanı ve dahi üstelikte egemenliğin başrol oyuncusu da kendisidir.
Kadınlar yaşama gözlerini açtıkları andan itibaren bir egemenlik altında yaşarlar. Birçok kadın daima itaat etmeye kodlanmış bir şekilde yetiştirilir. Bu yalnızca evde olan erkek bireylere bir itaat değil, evde olan ve erkeklikten nasibini almış, erkeklik ile büyümüş, kendini onunla yoğurmuş her birey için geçerlidir. Erkekliğin yetiştirmiş olduğu her insan elbette ki yetiştireceği insanları da o erkeklik hülyası ile yetiştirecektir. Bu sebeple kadınlar daim olarak alta kalan, itaat eden konumda olurlar. Birçok kadına erkeklerden aşağı olduğu, ona karşı boynunu daima eğmesi gerektiği çeşitli yollar ile öğretilir. Pek tabi, her birimiz aklına ‘kadınlar buna nasıl boyun eğer’ söylemleri gelebilir. Birçok kadın böyle bir egemenlik durumu altında olduklarının farkında bile değillerdir. Bu duruma en yakın örnek kendi aile üyelerimizde var olan büyük kadınlar için söylenilebilir. Aramızdan kaçımızın annesini ya da büyük annesi ‘toplumun kadınları ikinci sınıf olarak gördüğünü ya da kocası ile onun bütün haklarının aynı olduğunu söyleyebilir ki?’ eminim ki birçoğumuz aile üyeleri için bu sözlerin ağızdan çıkması dahi imkânsız sayılabilir. Baskı altında olduğunu bilmeyen bir kadına bunu hissettirmemek hatta bu boyun eğme durumunu istek ve arzu ile yapabilmesi için kadınlara sunulan, bu dünyayı yaşayacak kadın adına haz dolu bir zamana çevirecek olan ‘aşk’ hülyasıdır. Aşk, öyle bir tutkudur ki kadın için buna atılmak, bununla var olmak, bedenin tamamında fiziki olmayan bu durumu delicesine hissetmek ve de onunla yok olmak kaçınılmaz bir durumdur. Aşk, kadına kölelik yapabilmesi ve bunu bir tutkuyla yapması için sunulan en güzel ‘alışkanlık oyunudur’. Aşk, bir oyundur ve bu oyunu bizler hiç bilmeden, kendi istencimizde olmadan yapar ve bunu kendi isteğimiz gibi savunuruz. Aşk, her taşın altını kaldırınca çıkıveren o toplum sesinin kadınlar için biçtiği en kolay kaftandır. Kadınlar yaşadıkları bu hayat süreci içinde bir seçime tabi tutulur. Biz kadınlar ya evlerimizde olan erkek egemenliğine zorla kölelik yapacağız ya da delicesine tutku duyduğumuz, adına ‘aşk’ dediğimiz o hayale kölelik yapacağız. Birçok kadın kendisine doğduğu andan itibaren tercihe bağlı olmadan sunulan ve bazen gerçekten zalimce olan aile bağlarından ise kendi isteği ile seçtiğini düşündüğü aşka, bir erkek vesilesiyle kolaylıkla atılır. Kadın baskıdan kaçma halinde onu bir kurtarıcı olarak gördüğü erkeğe müthiş bir tutku ile bağlılık duyar. Öyle ki tüm bedeni ve benliği birden o erkek için atmaya, onunla vücut bulmaya başlar. Bu heyecan verici serüvende kadın, içinde bulunduğu durumundan öylesine haz alır ki yaşanacak hiçbir benlik ve özgürlük kaybından haberdar olamaz. Eğer ki kadınlara başka bir yol, özgürlüğü ele alacak başka bir seçenek sunulsaydı birçok kadının “kendinden geçerek” koşmaya çalıştığı şey ondan benliğini alacak aşk hülyası olmazdı. Aşk kadının yaşantısında, aşkı yaşadığı insan ile bütünleşme, onunla var olma ve en sonunda onun gibi özgür ve tanrısal olma yolunda olur. Kadın aşkı duyduğu insanı kendi içinde kutsallaştırır ve onu tanrısal bir konuma koyar. Çünkü bu hülyanın en başında kadına sunulan; kolaylık, huzur, özgürlük, onun kadar kutsallaşma ve istekli yapılan bir köleliktir. Baskı altında olan bir kadın için tüm bunları verebilecek şey elbette ki kutsal ve tanrısaldır.
Kadın aşkı bir güven duygusu içinde yaşamak ister. Var olan istisnai durumlar dışında birçok kadın çocukluğun onlara vermiş olduğu sorumluluk almama halini, aile içerinde yaşamış olduğu güvenli alanı sürekli olarak yaşamak ve bunu hep yaşatmak ister. Aşkı duymuş olduğu erkek tarafından “küçük bir kız çocuğu” gibi hissettirilmek kadına bu yüzden cazip gelir. Yaşanan aşkta, erkeğin baskın halde olması ve bu baskıyı meşru bir durummuş gibi ortaya sunması, kadının aile içinde olan ikincil konumunu fark etmemesinden gelir. Hem erkek, hem de kadın aşkı yaşarken kadının ikincil bir duruma düşmüş olduğunu, kadının arka planda ve erkeğe göre daha az alanda olduğunu bilir fakat bunu asla dile getirmez. Çünkü kadına büyümüş olduğu evinde, mahallesinde, okulunda yani tüm alanlarda öğretilen budur ve kadında buna harfiyen uymak zorunda bırakılır.
“…Bu birleşmeyi gerçekleştirmek için kadın her şeyden önce hizmet etmek ister. Kendini, sevgilinin taleplerini yerine getirerek zorunlu hissedecektir, onun varoluşuyla bütünleşecek, onun değerinden pay alacak, kendisi de doğrulanacaktır.”
“…Erkek isteklerini ne kadar çoğaltırsa, kadın o kadar çok doyum duyar. Hugo’nun Juliette Drouet’ye dayattığı inziva genç kadına ağır gelse de ona itaat etmekten mutlu olduğunu hissederiz. Ateşin yanında oturup durmak, efendinin mutlu olması için bir şey yapmaktır. Tutkuyla, olumlu bir biçimde onun işine yaramaya çalışır. Ona güzel yemekler pişirir, ona bir yuva hazırlar. “Küçük evimiz” der. nazikçe, giysilerinin bakımını üstlenir. “Giysilerinin hepsini mümkün olduğu kadar lekelemeni, yırtmanı ve onları, kimseyle paylaşmaksızın sadece benim onarmamı ve temizlememi istiyorum” diye yazar. Onun için gazeteleri okur, makaleler keser, mektuplarını ve notlarını sınıflandırır, elyazmalarını temize çeker. Şair bu işin bir kısmını kızı Léopoldine’e verince perişan olur. Benzer özellikleri, áşık olan her kadında görürüz. Gerektiğinde sevgilisi adına kendi kendisine zorbalık eder; kimliğinin tümü, sahip olduğu her şey, yaşamının her anı ona adanmalı ve böylelikle varlık nedenine kavuşmalıdır.” [1]
Burada anlatılan her durum, onun bakımını üstlenme hali, onu tamamen kendi bedenine bir yük olarak taşıma isteği kadınlara çok küçük yaşlardan beri öğretilen bir şeydir. Bu durumun aşk ile yapılması, karşıda olana müthiş bir arzu duymaları çekmiş oldukları yükü bir lütuf olarak gösterir ve kadın kendinden vazgeçerek ona hizmet etmeyi zevk alarak yaptığı bir köleliğe dönüştürür. Evet, bu durum kadınlar için köleliktir. Çünkü kadın aşkı için bunu yaparken kendisini, kendi varlığını, özünü unutur. Aşkı tattıktan sonra artık kadın için yapılması gereken tek şey, aşkı duyduğu insana bir pervane olmak, onunla yanıp tutuşup, ona ait davranmaktır. Kadın yalnız onunla var olurken, kendisini unutur ve zamanla kendisine yabancı hale gelmiş olur.
“Mistik aşk gibi insana duyulan aşkın da nihai hedefi sevgiliyle özdeşleşmektir. Değerlerin ölçüsü, dünyanın hakikati sevgilinin bilincindedir, ona hizmet etmenin bile yetmemesi bu yüzdendir. Kadın onun gözleriyle görmeye çalışır; onun okuduğu kitapları okur, onun tercih ettiği tabloları ve müziği tercih eder, sadece onunla birlikte seyrettiği manzaralarla, ondan gelen fikirlerle ilgilenir. Onun dostluklarını, düşmanlıklarını, fikirlerini benimser. Kendisini sorguladığı zaman duymaya çalıştığı şey, onun vereceği yanıttır. Onun içine soluduğu havayı kendi ciğerlerinde hissetmek ister, onun ellerinden almadığı meyvelerin, çiçeklerin ne kokusu ne tadı vardır. Mekan bağlantıları bile alt üst olmuştur. Dünyanın merkezi kendi durduğu yer değil, sevgilisinin bulunduğu yerdir, būtün yollar onun evinden başlar ve oraya gider. Onun sözcüklerini kullanır, onun jestlerine öykünür, onun saplantılarını ve tiklerini benimser. Uğultulu Tepeler de Catherine “Ben Hethcliffim” der, bütün åşık kadınların haykırışıdır bu. Kendisi, sevgilinin bir başka cisimleşmiş hali, onun yansıması, suretidir. Onun ta kendisidir. Kendi dünyasını olumsallığın içine çökmeye terk eder. Onun dünyasında yaşar.”[2]
İkinci Cinsiyet kitabından alının bu sözler sanki bir aşk romanın parçasıymış gibi gelebilir bizlere. Çünkü aşkın her bedende, her kadında adı aynı zamanla yaşayış biçimi de birbirinin bir başka kopyasıdır. Kadınlar bu aşkın haritasını farklı yollardan, farklı bedenler ile yapmış olsalar da yollun çoğu zaman çıkacağı yer aynıdır çünkü öğrenilmiş, benimsenmiş ve yaşanmış olan tek yol hep o olmuştur. Elbette ki kadınlar zaman içinde bu durumdan bıkabilir, onu bırakmak isteyebilir fakat bir başka insanda yine buna benzer davranışları bulması kaçınılmaz bir sondur. Hem kadın, hem erkekten istenilen davranışlar hep bunlar olmuştur. Kadın öyle bir köle olmalıdır ki ne bunu anlamalı, ne de bundan bir gün olsun bıkmamalıdır. Tüm bu istenilen çerçevede her şeyin karşılıklı, olması gerektiği gibi, olması gerektiği çizgide, bu ilişkiyi yaşayan insanların birbirlerine emeklerin verildiği bir sevgi biçimindense kadınlara layık görülen, onu kendisine yabancılaştıran aşk olmuştur. Sevgi önemlidir ama kadını kendisinden uzak, yabancı ve yalnızlaştırmadığı müddetçe. Sevgi önemlidir eğer ki kadını ikincilleştirmemişse.
[1] Sımone De Beauvoır/ ikinci cinciyet syf: 378
[2] Sımone De Beaouvoır/ikinci cinsiyet syf: 380