Üniversitede bitirme tezim için, o zamanlar sıra dışı sayılan bir konu önermiştim danışman hocama, ‘Kadın İşgücü’. Kafayı çocukluğundan bu yana, eşitsizlik üzerine yoran benim için olağan, eşitsizliğin iktidar tarafı olan eriller için ise hoşnutsuz bir başlıktı aslında.
Danışman Hocam, erkek bir akademisyen olarak, heyecanla ve takdirle karşılamıştı. Tezimin araştırmasına başladıktan sonra kendimi, Türkiye ve İskandinav Ülkeleri karşılaştırması yaparken buldum.
Yıl 1999, içler acısı bir deneyim ve hayal kırıklığıydı. Elbette bir sürü duygu ve düşünce uçuşuyordu zihnimde. Bazen haksızlığa karşı o tahammül edilemez öfke, bazen hakkımız olan için neden bu kadar mücadele etmemiz gerekiyor sorusunun cevapsızlığı, bazen ‘dünyada örneği varmış’, ‘olabiliyormuş’un içime su serpen umutlu hali… Ve yolun sonunda ekonomik eşitsizlik ve ekonomik şiddetle tanışmak…
Eşitsizliğin ekonomik olarak basitçe tasvirini yapacaksak, şu sorular zihnimizde oluşmalı öncelikle:
- Dünya üzerindeki gayrimenkullerin yüzde kaçı kadınlara ait?
- Çalışma hayatında, yönetim kadrolarında, kadınların % dilimi kaç?
- Aynı işi yapan kadın ve erkek aynı maaşı alıyor mu?
- Anne olmayı seçmiş bir kadın çalışan, çalışma hayatında ne gibi sorunlar yaşıyor?
- Ev Hanımı statüsü görünmez, sömürülen bir emek değil midir? Ekonomik karşılığı nedir?
Sorular daha ayrıntılı düşünmeye başlayınca, uzayıp gider. Bu sorulara istinaden, daha da zihnimiz berraklaşsın diye birkaç örnek ve tespit de eklemek istiyorum. Türkiye genelinde, gayrimenkul sahibi erkek oranı % 65 iken, kadınların oranı %35 civarında. Yine ülkemizdeki kadın ve erkek çalışanlar arasındaki ücret eşitsizliği %20 seviyelerinde. Ayrıca anne olduktan sonra çalışma hayatına devam etmek isteyen kadın, gelirinin % 30’unun azalmasına göz yummak zorunda kalıyor. Verilerde ‘ev erkeği’ diye bir statü yok, istatistiklerde sıfır çekiyor.
Avrupa Birliği ülkelerinde kadın istihdam ortalaması % 60 sevilerinde. En yüksek kadın istihdam oranı % 74 ile İsveç, en düşük kadın istihdam oaranı %43 ile Yunanistan olarak görülüyor. Ve Türkiye’de durum daha da vahim, %27,5 Avrupa ortalamalarının çok altında.
Yine yaşadığımız coğrafyadan keyifsiz örnekler verecek olursam, ülkede yaşayan kadınların kendi imkanları ile temin ettikleri gelirlerinin harcanması konusunda veriler hiç de teskin edici görünmüyor. Kadınların %38’i gelirlerini harcarken kendisi, %50’si eşleri ile birlikte karar verirken, %10’u ise hiçbir söz hakkına sahip değil.
Ekonomik eşitsizliğin beslediği, ekonomik şiddet kokusu almıyor musunuz? Bu ülkede kadınlar, iş hayatında hem erkeklerden daha az ücret alıyor, hem de işe alımlarda annelikleri, evli olmaları vs. bahane edilerek erkelere öncelik tanınıyor. Ekonomik kriz dönemlerinde ilk gözden çıkarılanlar kadın çalışanlar. Kadınlar, yönetici pozisyonları için, erkeklerden daha fazla performans göstermeli, daha çok çalışıyor, kadın kimliklerini yok sayıp, erkek egemen iş hayatına adapte olmaya zorlanıyor.
Ekonomik eşitsizlik ve yakın dostu ekonomik şiddet, kadını uğradığı diğer haksızlık ve şiddetler karşısında daha da köşeye sıkıştırıyor. Yıllar geçiyor ve içimizdeki adaletsizlik ve haksızlık davullarının sesleri daha da öfkeli şekilde, yükselerek çalmaya devam ediyor. Zaten hakkımız olan için mücadele ile geçiyor hayatlarımız. Ve öfkemizi bir devrime dönüştürmek istiyorsak, ekonomik eşitliğin sağlanması için bu mücadele daha sesli ve daha ısrarcı devam etmek zorunda. Tüm 8 Mart’larda daha da inanarak, daha da sarılarak, daha da kenetlenerek… Yaşam bizim ışığımızla anlamlı.